23 Kasım 2011 Çarşamba

KORKUNUN SON KATRESİ


İçimizi daraltan, bizi kaygıların derinliğine sürükleyen korkularımız var. Bir türlü sakinliğimizi koruyamadığımız, kendimizi tanımakta zorlandığımız, bizi biz olmaktan çıkaran  korkular bunlar.  Dile getiremediğimiz, paylaşamadığımız, paylaşırsak yanlış anlaşılmaktan korktuğumuz, çoğu zaman içimizde yaşattığımız korkularımız…

Yüksekten korkmak, uçağa binmekten korkmak, karanlıktan korkmak, herhangi bir hayvandan korkmak gibi korkular değil bu söz ettiklerim. Çünkü bu tarz sıradan korkularımızla birebir yüzleştiğimizde, belki de birkaç deneme sonrası korkularımızın  hafiflediğini  ve bir süre sonra da geçip gittiğini biliyoruz.

Ama değer verdiklerini, sevdiğini, aşkını, eşini, oğlunu, kızını, ya da çok özel bir yakınını özlemle beklerken ortaya çıkan ve geri dönüş günleri yaklaştıkça yoğunluğu giderek artan korkularımız var bizim.

Böylesi korkular içimize çöreklenmeye başladığında günler, haftalar, hatta bazen aylar boyunca kendimizi tutarız…

Soğukkanlılığımıza güvenir, korkularımızın bizi esir almasına izin vermeyiz…

Sanki bir set çekeriz tüm korkularımıza, endişelerimize. Onları görmezden gelir belki de kendi kendimizi kandırırız.

Ve o setin arkasında güvende olduğumuzu sanırız. Ama öyle bir an gelir ki o set yıkılır ve korkunun son katresinde yüreğimiz sanki ellerimizin arasından kayıverir.

Dağılırız…

Bastırdığımızı sandığımız tüm korkular o anda açığa çıkmaya başlar. Başımız döner, titremeye başlarız. Aklımıza ışık hızıyla öyle değişik senaryolar gelir ki…

Her biri bizi çılgına döndürür adeta, korkularımızı daha da katmerleştirir. En son saniyede bile endişelerimiz geçmez. Aklımıza üşüşen sorular beynimizi bir örümcek ağı gibi sarar.

Her şeyin eski düzenine kavuşmasına, tüm sıkıntıların ve dertlerin bitmesine neredeyse çeyrek kala nereden çıkmıştır bu amansız korku, bilemeyiz. Belki bir gün, belki bir hafta, belki de bir saat gibi kısacık bir süremiz daha vardır oysa ki endişelerimizle beraber yaşamaya. Ama yok. O son katrede korkumuz tavan yapar. Ve bizi hiç olmadığımız kadar çok etkiler. Sanki bundan önceki zaman diliminde aynı korkuyla beraber yaşayan kişi biz değilmişiz gibi şaşırtır belleğimizi.

Öyle ki tüm hücrelerimizde hissederiz; korkunun son katresinde çalan davulun kulaklarımızı sağır eden sesini.

İçimiz içimizi yer adeta. Elinden tüm oyuncakları alınmış çaresiz bir çocuk gibi bakarız etrafımıza. Gözlerimiz, gözyaşlarımızı tutmakta zorlanırken kalbimiz en yüksek ritmiyle atarken…

Belki de bastırdığımız korkumuzla yüz yüze gelmeye çeyrek kalanın çığlığıdır bu. İçten içe büyümüş, kabarmış ve son katre de kabına sığamaz olmuştur.

Tıpkı coşup kabaran koca dalgaların sahili dövmesi gibi çarpar içimizde sağa, sola. Her bir darbede bir başka yerimiz titrer sanki. Denizin dalgaları gibi kabarıp, katmerleşmesi, içimize sığmaz olması da bu yüzdendir. Ancak o güzel kucaklama anında son bulur. 
Gözlerinizi gözlerine dikip, ellerinizi ellerine kenetleyip, sıkı sıkıya sarıldığınızda, teninin kokusunu içinize çekip, sıcaklığını kendi içinizde hissettiğinizde yok olur, tıpkı aniden sakinleşen bir deniz misali durulur. Artık her şey geçmiş, o karabasan korkularımız yok olmuştur. İşte o ana değin gözpınarlarımızda hazır bekleyen yaşlar usul usul inerken yanaklarımızdan içimiz boşalır sanki. Boşaldıkça rahatlarız. Korkularımızın bizi esir aldığı günleri bir çırpıda yok etmek istercesine gülümseriz. Ta ki yeni korkularla tanışana değin.

Hayat bu, belki bir gün, belki bir hafta, belki de aylar sonra yine çok sevdiklerini uzaklara yol ettiğinde; yine hayatındaki en önemli kararların birini an be an yaşadığında karşına dikiliverecek bilirsin.

İnsanoğlu böyledir işte. Sevdikleri hep yanı başında olsun, onunla beraber yaşasın, onunla bir nefes alsın ister. Ama hayat şartları, geçim sıkıntıları, eğitim gerekliliği gibi  yaşam şeklimizdeki pek çok zorunluluk nedeniyle ayrılıklar kaçınılmazdır. Süreleri ise bazen birkaç gün, bazen aylar, bazen de yıllar sürer. İşte korkularımızda böyle zamanlarda filiz verip, geçen zaman içinde katmerleşerek bize hayatı adeta zindan eder.

Yine de ben diyorum ki korkunun son katresinde içinizi ferah tutun, güzel şeyler düşünmeye çalışın elinizden geldiğince. Hep bir gülümseme olsun yüzünüzde, gözyaşlarınız mutluluğunuza ortak olmak için aksın yanaklarınıza ve her ayrılığınız sıcacık kavuşmalarla son bulsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.11.2011







15 Kasım 2011 Salı

SEVGİ ŞART!


Son zamanlarda gördüğü vahşice eziyetlerden ve acımasız dayak darbelerinden ölen pek çok kadının dramına şahit oluyoruz. Aralarından kaçmayı başaranlar çıksa bile, bir süre sonra onlar da gözü dönmüş kocalarının bıçak darbelerinden ya da narin bedenlerine ardı ardına boşalttığı mermilerden nasiplerini alıyor. Kimisi hayatının baharında, kimisi olgunluğunun henüz dem tutmuş yaşlarında…

Pek çok kadın, kadınlarımız…

Her birinde içimiz bir başka yanıyor, kalbimiz bir başka sıkışıyor. Ama gelin görün ki bir yerlerde bir yanlışlık olduğu için olsa gerek bu şiddet, bu taciz bitmiyor, bitemiyor. Aksine artıyor.


Erkeklerdeki bu şiddeti, bu öfkeyi, bu kızgınlığı, bu mal gibi sahiplenmeyi anlamak mümkün değil. Tek taraflı değildir diye bakmaya çalışsak bile; erkekleri haklı gösterecek tek bir neden bulmak  o kadar zor ki.

Nasıl bu hale geliyorlar? Ne oluyor da yine bir kadının elinde yoğrulup şekil aldıktan sonra; annelerinin, kardeşlerinin hemcinslerine, kendi kadınlarına hayatı çekilmez hale getiriyorlar? Onların yaşam haklarını ellerinden alıyorlar.

Aslında her şey küçük yaşlarda aile içi eğitimle başlıyor. Ama bunun için birbirini öncelikle sayan ve seven; sevginin gücüne inanan, topluma hayırlı birer evlat yetiştirmek için her türlü donanıma sahip olduklarına inanan bir anne ile baba gerekiyor.

Çünkü her zaman belirtmeye çalıştığımız gibi anne olmak, baba olmak; bir evlat yetiştirmek dünyanın en zor mesleği. Sonsuz bir sevgi, bitmeyen bir sabır, bolca anlayış gerektiriyor. Emek harcamanız, o emeği harcarken de tüm imkanlarınızı kullanmanız, hatta maddi manevi tüm şartlarınızı zorlamanız şart. Ama siz sevgiden, anlayıştan uzak yetiştiyseniz, aile içinde şiddet gördüyseniz; çocuğunuz da maalesef aynı kaderi yaşıyor bir şekilde. İstemeseniz de gün geliyor bir ayna olarak kendi ailenizdekileri alıp çocuklarınıza yansıtıyorsunuz. Kabahat sizde mi? Değil elbette.  Ama bu bir kısır döngü gibi devam edip gidiyor, taa ki zincirin halkalarını siz ya da bir başkası kırana değin.

İşte bu nedenle bir çocuğu yetiştirmenin ne kadar önemli bir olgu olduğunu anlayana ve kendimizi bu ağır sorumluğu almaya hazır hissedene kadar çocuk yapmamamız gerekiyor. Öyle değil mi? Çünkü iş sadece doğurmakla bitmiyor. Kendi canımızdan, kendi kanımızdan evladımıza öncelikle sevgiyle yaklaşmamız, onu sevgiye doyurmamız lazım. Ağzımızdan yanlışlıkla dahi olsa tek bir kötü söz çıkmamalı. Evladımızı aşağılayacak, kötüleyecek, onurunu kıracak tek bir söz dahi etmemeliyiz. Hele hele toplum önündeyken. Çünkü yaşları kaç olursa olsun anlamaz dediğimiz çocuklarımız her şeyi öyle iyi anlıyor ve hafızalarında bir yerlerde öyle iyi saklıyorlar ki… gün gelip yetişkin birer birey olduklarında bunlar yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor. Güvensiz, sevgiye aç, ilişkilerinde korkak kişiler olarak topluma karışıyorlar. İçlerinde kin, nefret, öfke gibi tehlikeli duygular filiz vermeye hazır halde olduğundan; en ufak olaylarda kırıcı yanlarını sergiliyor ve korkaklıklarını, cesaretsizliklerini şiddetle, kavgayla, itip kakmayla bastırmaya çalışıyorlar. İşte söz etiğimiz kısır döngünün başlangıcı bu çocuk yaşlarda başlıyor ve yıllar içinde artarak sürüp gidiyor.

Geçen hafta kızımın bizzat şahit olduğu ve etkilendiği küçücük bir anekdottan yola çıkarak; ne zamandır içimi kemiren bu önemli konuyu yeniden ele almak istedim. Arkadaşları ile self servis yapılan bir yerde yemek sırasında beklerken şahit olmuş kızım söz konusu olaya. Hemen önlerinde bir anne ile küçük kızın konuşmaları; daha doğrusu annenin bir volkan misali patlayan öfkesi kızımı adeta dehşete düşürmüş.

Konuya sebep olan küçük kız çocuğu haliyle biraz yaramazmış anlaşılan, sıra boyunca annesinden tatlı istemiş durmuş. Belli ki tatlıyı çok seviyormuş. Bir iki kez diretince de annesi ‘’senin ağzına öyle bir çarparım ki! Yeter sus artık’’ diyerek adeta kükremiş herkesin içinde.

Gerek kendi ailemizde, gerekse yakın çevremizde böylesi bir azarı hiç duymayan kızım fena halde üzülmüş. Bir annenin çocuğuna böyle sözler söylemesinin ne kadar kötü olduğunu söylediğinde ona hak vermemem ve etkilenmemem elde değildi.

Bu arada herkesin içinde azarlanan çocuk susmuş mu? Hayır. Annesinin siniri geçmiş mi? Hayır. Anne kız yedikleri yemekten keyif almışlar mı? Hayır. Sonuç; aşağılanan ve kalbi kırılan çocuğun iyice huysuzlaşan, kırgınlaşan duyguları. Ve bilinçaltında bir yerlerde ekilen bir öfke tohumu.

Bu  aktardığım çok basit bir örnek belki. ‘’Adam sende, ne var bunda? Annesidir sever de döver de.’’ diyenleri duyar gibiyim. Ama ben bunlara katılmıyorum. Çünkü azarın, tokadın, itip kakmanın, dayağın bir eğitim şekli olmadığını savunanlardanım.

Bir çocuğu ancak sevgi ile yoğurur, kişiliğine saygı göstererek doğru yolda ilerlemesini sağlayabiliriz. Kızgınlıklarımızı, öfkemizi kendi içimizde eritmemiz çocuklarımıza güven dolu, sıcacık bir sevgi sunmalıyız. Bu hayat şartlarında, bu zor yokuşlarda hiç kolay olmadığını biliyorum elbette, ama karşımızda bizin bir parçamız var. Anne ve baba olarak onu sevgiye doyurmamız gerekli.

İçinde oluşabilecek öfke tohumlarının filizlenmemesi, kırgınlıklarının acısını başkalarından çıkarmaması; hayatı sevmesi, insanları seven vicdanlı bir birey olması için SEVGİ ŞART!

Yoksa ne bu dayakların, ne sokak ortasında bıçaklanmaların, ne de her bir haberi duyduğumuzda yüreklerimizde oluşan yangınların ardı arkası kesilmeyecek.

Tokat, azar, aşağılama, itip kakma, dayak, eziyet hepsinin hakkından gelebilecek tek bir şey var, o da SEVGİ. Ünlü komedyen Cem Yılmaz’ın dediği gibi ‘’Eğitim şart!’’ evet ama, önce SEVGİ ŞART diyorum ben de. Unutmayalım ve her an içimizde yaşatalım lütfen.

İşte bu yüzden yine ve yeniden sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.10.2011

10 Kasım 2011 Perşembe

PERA PALAS’IN GELMİŞ GEÇMİŞ EN DEĞERLİ KONUĞU ! ATAMIZIN ANISINA SAYGIYLA…

İstanbul’un en eski ve mimarisi ile en görkemli otellerinden bir tanesi Pera Palas Oteli. Yeri İstanbul’un Avrupa yakasında Tepebaşı- Beyoğlu’nda.

O zamanın zorlu şartlarında adeta bir İLK’ler oteli olmuş.

Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, kentin karanlığını aydınlatan ilk ve tek binaymış.

Yine ilk elektrikli asansör ilk burada hizmet vermiş müşterilerine. İngiliz yazar Daniel Farson’un tabiriyle reverans yapan bir kadın gibi yükseliyor hala otelin içinde.

Ayrıca ilk sıcak suyu kullanan otel olma özelliğine de sahipmiş.

İstanbul’un ilk moda defilesi yine bu otelde yapılmış.

Vakti zamanında pek çok baloya, pek çok toplantıya da ev sahipliği yapmış. Türk ve dünya edebiyatından ve tarihinden pek çok ünlüyü ağırlamış. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, krallar, kraliçeler,…

Ama hepsinden önemli olan bir başka özelliği var ki, sadece bu özelliği ile Türk milleti olarak bizi kendisine bağlıyor.

Otelin birinci katındaki bir odadan söz ediyorum.

Kapı numarası 101.

Anıları buram buram tüten; bizi kendisine çeken çok özel bir yer burası.

ATAMIZIN hatıralarıyla dopdolu bir mekan.

Daha görürü görmez içinizi sımsıcak yapıyor, gözleriniz hafiften nemleniyor.

Bu güzel odayı günün belirli saatlerinde gezebilir, konuk defterine duygularınızı yazabilir, hatta Atamızla birebir dertleşebilirsiniz.

İlk kez 1917 yılında konakladığı bu otele daha sonraki yıllarda sıklıkla gelmiş Atamız. Yatak odasının hemen yanındaki mini salon ise arkadaşlarıyla hararetli tartışmalar yaptığı, kararlar aldığı bir mini mekan olma özelliğini korumuş.

Gerek yatak odasında gerekse bu mini salonda Atatürk’e ait özel eşyalarda sergileniyor. Okuma gözlükleri, çok sevdiği kahve fincanı, çay fincanı, kişisel kullanım eşyaları, zarifliğinin simgesi takım elbiseleri, şapkaları, ve diğer giysileri gibi.

Ama tüm bunların yanında özel bir ipek halı var ki işte onun gizemli öyküsü anlatılmaya, yazılmaya, dilden dile aktarılmaya değer bence.

Bu halı 1929 yılında bir Hint Mihracesi tarafından hediye edilmiş. Tüm halıların tersine renkli değil, sadece siyah beyaz renklerle dokunmuş. Ve üzerinde bir saat motifi var ki tam 09.07’yi gösteriyor. Atamızın ölüm saati olarak bildiğimiz saatin tam iki dakika sonrasını. Yani aslında beyin ölümünün gerçekleştiği  saati betimliyor. Sırlar ve ilginçlikler bununla da bitmiyor. Halı üzerinde yer alan kasımpatı çiçeklerinin sayısı tam on adet ve kasımpatı hepimizin bildiği gibi  Kasım ayını simgeleyen bir çiçek. İşte Atamızın henüz ölümüne 9 yıl varken ve ölümüne dair hiçbir şey bilinmiyorken hediye edilen halı ve onun esrarengiz sırrı Atamızın bu güzel odasında sergileniyor  artık.

Yolu İstanbul’a düşenlerin gidip göreceği, Atamızın nefes aldığı bu özel yerde bulunmanın derin hazzıyla mutlu mesut ayrılacağı çok özel bir yer. İlk fırsatta ziyaret edin diyorum ben, inanın pişman olmayacaksınız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.20011

1 Kasım 2011 Salı

YÜREĞİMİZDE AÇAN ÇİÇEK


Sevgi yürek işidir. İçten gelen sese kulak vermek; gönül gözüyle görmek ve koşulsuz şartsız sevmek…

Paylaşmak, elindekini avucundakini bölüşmek…

Acı çekenin sızılarını dindirmek, bakışlarında bir pırıltı, bir ışık, bir umut olmak…

İşte bizim milletimiz bunu başaracak kadar yüce gönüllü.  Heyecanını, acısını, üzüntüsünü paylaşmasını, bunu yaparken de sevgiyle el uzatmasını çok iyi biliyor. Merhamet dolu yüreğinin kapılarını sonuna kadar açıyor. Şartlarını sonuna kadar zorluyor. Zenginiyle, fakiriyle, sanatçısıyla, halkıyla, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla  kocaman tek bir yürek olup milletine sahip çıkıyor.

Çünkü bizler altın gibi bir kalbe ve sevgi dolu bir yüreğe sahibiz. Ne kadar öfkelensek, birbirimize ne kadar kırgın olsak ve ne kadar bağırıp çağırsak da yüreğimizde öyle değerli bir hazine taşıyoruz ki; aslında bizler bile çoğu zaman farkında olamıyoruz. 


Dünyanın hiçbir ulusunda böylesi duygu yüklü, merhametli, paylaşımcı, fedakar insanlar kolay kolay bir araya gelip yeri göğü inletmemişlerdir. Ülke sevgimiz, milli beraberliğimiz öylesine güçlü ki, ne kadar sarsılırsak o kadar kenetleniyoruz birbirimize. Ne mutlu bize ki tarih bunun güzel örnekleriyle dolu.

Her şey görünürde normal giderken tabiri yerindeyse süt limanken; zaman zaman birbirimizi sevmediğimizi haykırıyor, canlarımızı yakacak kadar öfkemize yenik düşüyoruz bu doğru. Ama öyle bir şey oluyor ki, bir anda ortak sevgimiz ve merhamet duygumuz her şeyi değiştiriyor, tıpkı tılsımlı bir melek dokunmuşcasına.

Sadece kendi ülkemiz için değil, yeri geldiğinde dünya üzerinde yaşayan diğer insanlar için de yüreğimiz titriyor bizim. Üstelik çok güçlü olduklarını ilan ettikleri halde el uzatmaktan çekinen pek çok devlete inat; bizler ülkece onlar için çırpınıyor, dualarımıza onları da ekliyoruz.

Ama kendi ülkemiz, kendi milletimiz söz konusu olduğunda akan sular duruyor aniden. Ve hepimiz tek bir yürek oluyoruz. Üzerimize sinen tüm kırgınlıkları, öfke ve kızgınlığımızı bir kenara koyuyor ve sevgiyle ellerimizi uzatıyoruz.

Nerede bir deprem, nerede bir sarsıntı, nerede bir yangın, bir afet olsa biz oradayız. Bedenimizle olamasak bile kalbimizle, aklımızla, sağduyumuzla ve en içten merhametimizle onlarla beraber ağlıyor, onlarla beraber seviniyoruz. Çünkü bizler  Atalarımızın torunlarıyız. Onlar gibi her daim cesur, her zaman güçlü; ama hepsinden önemlisi sevgi ve merhamet dolu.

Ne yazık ki birlik ve beraberliğimizi hatırlamamız için biraz sarsılmamız; güzel topraklarımızın bir yerlerinde, bir köşesinde kayıplar vermemiz, gözyaşlarımızın sel olup akması gerekiyor. İşte o zaman en uzak mesafelerde dahi olsak hiç fark etmiyor. Kanatlanıp uçasımız; dertli anneleri, babaları, çocukları sımsıkı sarıp sarmalayısımız geliyor. En içten dualarımızla ve elimizden gelen her ne varsa yapabileceklerimizin azamisini yaparak bir bütün oluyoruz. Hep bir elden bir şeyler yapmaya, acılara merhem olmaya çalışıyoruz.

Çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz. Ne kadar inkar etsek de, ne kadar belli etmemeye çalışsak da bizim için ülkemizin her bir köşesi aynı. Doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle, sahiliyle, ovasıyla, dağıyla, nehriyle, deniziyle, gölüyle, ormanıyla, bozkırıyla her bir karış toprağı çok kıymetli. O topraklar üzerinde yaşayan her Türk vatandaşı da aynı değerde.

Bizim milletimiz sevgi dolu, merhamet dolu, aşk dolu kocaman bir yürek. Yeri geldiğinde tüm dünyaya kafa tutacak kadar gözü pek, yeri geldiğinde dünyanın en uzak köşesindeki bir bebek için ağlayacak kadar hassas. Başkaları açken kendisinin tok olmasından utanan; başkaları üşürken kendisinin ısınmasından rahatsız.

Bencilliğimiz, insani dürtülerimiz, çekişmelerimiz, birbirimizi yemelerimiz, kalp kırmalarımız, can yakmalarımız tek bir kötü olayda unutuluyorsa; o anda TEK BİR YÜREK olup ellerimizi birbirimize kenetliyorsak bu dünya bizden korksun. Çünkü biz o Ataların evlatları, bu güzel vatanın merhamet dolu insanlarıyız.

Sevgimiz, elele, omuz omuza birbirimize kenetlenişimiz bunun en güzel kanıtı. Sadece sesimizin ne kadar güçlü olduğunu anlamak adına kötü olayları, afetleri, depremleri, büyük kayıpları beklemeyelim yeter!

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.10.2011









Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...