27 Ekim 2015 Salı

Gelecek Turizmde ile sürdürülebilir turizmin geleceğini yazacak üç yeni proje belli oldu!

Seyahat ederken hepimiz gittiğimiz yörenin doğasını, kültürünü hissetmek, el emeklerinden satın almak, yerel lezzetlerini tatmak isteriz.

Eko turizm, kırsal turizm, kültür turizmi, gastronomi turizmi gibi farklı sürdürülebilir turizm çeşitleri ile hem biz farklı deneyimler yaşarız hem de yerel halkın ekonomisine katkıda bulunmuş oluruz.

İşte bu sebeple Anadolu Efes, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 8 sene önce bir araya gelerek "Gelecek Turizmde" dedi ve sürdürülebilir turizm için çalışmaya başladı.



Doğu Anadolu Bölgesi’nde 5 yıl boyunca başarılı modeller yaratan Gelecek Turizmde projesi kapsamında 2013 yılından bu yana 6 farklı sürdürülebilir turizm fikri desteklendi. Bursa'nın Misi Köyü'nde Misili kadınlar yerel lezzetleri ve geleneksel el sanatlarını turistlere sunmaya başladı. Safranbolu esnafıyla Karabük Üniversitesi el ele verdi, Safranbolu’ya özgü hediyelik eşyalar yaratmak için kolları sıvadı. Mardinli kadınlar tamamen kendi emekleriyle eski bir Mardin evini misafirperverliğin kitabını yazan bir pansiyona çevirdi. Şanlıurfa’da Göbeklitepe halkı, yok olmaya yüz tutmuş taş işçiliği sanatını yeniden canlandırmak için harekete geçti. Seferihisarlı kadınlar yerel lezzetlerini turistik bir deneyime çevirdi. Malatya Battalgazililer ise Arslantepe Höyüğü’nü tanıtmak için çalışmalarını hızlandırdı.



%100 Misia Projesi – İpekevi dokuma atölyesi – Misi Köyü / Bursa




Safranbolu Hatırası Projesi – Hediyelik eşyalar




Seferihisar’ın Geleneksel Mutfağı Projesi – Yöresel ürünler - Seferhisar/İzmir




Mardin’de Kadın Liderliğinde Sürdürülebilir Turizm Girişimlerinin Yaratılması Projesi – İpekyolu Misafir Evi 


Yeni dönemde ise bu altı projeye üç yeni proje daha katıldı. Adana Saimbeyli’de kelebek gözlemi projesiyle, Isparta Keçiborlu’da lavanta ile kırsal turizme sağlanan katkıyla, Balıkesir Edremit’te ise yöreye özgü yemekler ile gelişen gastronomi turizmiyle Gelecek Turizmde yolculuğu devam ediyor.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

25 Ekim 2015 Pazar

YARGILAMAK MI ASLA

Öyle güzel bir öykü okudum ki; paylaşmak ve bakış açımızı biraz daha esnetmek adına bu satırlarım.

Hep yaptığımız şey ne yazık ki. Yüzeysel düşünüyoruz. Doğrusunu, eğrisini anlamadan, anlamak için çaba dahi göstermeden; yargının o keskin kılıcını çekiyoruz hemen.

Birisinin canı mı yanacakmış, başarısı mı gölgelenecekmiş, mutluluğu mu engellenecekmiş… Kimin umurunda?

Sizler de benim gibi düşünüyorsanız; gelin öykümüzün satırları arasında yol alalım. Alalım ki çıkaracağımız derslerle yaptıklarımızı daha net görelim.

Bir öğretmenin ders sırasında öğrencilerine anlattığı bir öyküyü bu.

‘’Şimdi bir okyanustayız. Seyir halinde bir gemi var ve güvertede eğlenen yolcular. Ancak birden çıkan fırtına geminin kaza yapmasına neden oluyor. Dibe doğru batarken, tüm yolcular panik halinde kurtarma botlarına koşuyor.

Bunların arasında evli bir de çift var. Hızlı davrananlar nedeniyle botta sadece tek kişilik yer kalıyor. Genç adam, O AN karısını geride bırakıp bota atlıyor. Eşi güvertede yapayalnız ve çaresiz. O ANda, tam o ANda dalgaların arasına karışıyor. Bir yandan da eşine sesini duyurma çabasında, son bir kez de olsa.

Öyküyü anlatan öğretmen tam bu noktada; kendisini pür dikkat dinleyen öğrencilerine döner ve genç kadının son sözlerinin ne olduğunu sorar.

Herkes kendince bir yorumda bulunur. Çoğu kendini yalnız bırakan eşine sitemkar sözler sarf ettiğini söyler. Sadece içlerinden tek bir öğrenci sessizce onları dinlemektedir. Öğretmen ona dönerek fikrini sorar. Aldığı cevap karşısında ise şaşırır. Çünkü çocuk doğru cevabı vermiştir. Ona göre; genç kadın eşinden çocuğuna iyi bakmasını, onu koruyup kollamasını dilemiştir.

Bunu nasıl bildiğini sorduğunda ise öğretmenine şu cevabı verir. ‘Annem de hasta olup bizlere veda etme günü geldiğinde babama benzer şeyler söylemişti.’

Sınıfa bir hüzün dalgası çöker. Ardından öğretmen öyküsüne devam eder. Bu kazadan sağ salim kurtulan genç adam; evine ve kızına kavuşur. Kızını tıpkı geride bıraktığı hayat arkadaşının istediği gibi, korur kollar. Gün gelip eşiyle buluşur.

Geride ise kızına çok değerli bir hatıra defteri bırakır. Oraya tüm duygularını dökmüştür. Amansız hastalığın pençesindeki eşini gemide terk edip gitmenin ne denli zor olduğunu, o derin sevginin nasıl da içini yaktığını anlattığı satırları kızını gözyaşlarına boğar. Babası kendisi için o en zor kararı vermiş ve hayata tutunup acılarını içine gömmüştür.’’

Öykümüz böyle.

Her olayın arkasında bambaşka bir yön olabiliyor. Bu nedenle aceleyle karar vermek, içimize sindirmeden karşılığını vermeye ve hatta suçlamaya, yargılamaya çalışmak bizlere hiç yakışmıyor.

Gerçek sevgide bunlara yer yok zaten. Arkadaşlarımız, dostlarımız ve sevdiklerimiz için dahi yaptığımız yargılamadan bir an önce vazgeçmemiz lazım. Aslında etrafımızdaki herkes için.

Çünkü geriye kalan sadece hoş bir seda olacak. Zarafetle yaşamak, sonrasında zarafetle anılmayı getirir ki; insanın bundan daha kıymetli hazinesi olamaz diye düşünüyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.08.2015







19 Ekim 2015 Pazartesi

YUMUŞACIK YATAĞIN HAZIR YAVRUM

Bunu söyleyen doğanın en şirin ve sevimli hayvanlarından bir tanesi.  

O yumuşacık tüy yatağı nasıl mı yapıyor dersiniz?

Tırnaklarıyla kendi tüylerini tek tek yolarak.

Bir an bile düşünmeden hem de.

Acısına katlanarak.

Amacı henüz dünyaya gelmiş, tüyleri dahi olmayan yavrusunu sıcacık tutmak. Olası tehlikelerden korumak.

Bu şahane anneler tavşanlar diyarından.

Uzun ön dişleri ve top misali kuyruğu ile gülümseten bir canlı türü onlar.

Genelde gündüzleri uyuyor, geceleri ise yeşillik tarlalarında boy gösteriyorlar.

Neredeyse doğanın en meşgul hayvanlarından bir tanesi. Üstelik sürekli uzayan ön dişleriyle de başları dertte.

Neden mi?

Çünkü sürekli kemirmek ve ön dişlerini törpülemek zorundalar. Eğer bunu yapamazlarsa; aşırı uzayan dişleri nedeniyle açlıktan ölüyorlar.

Çok iyi koku alıyorlar. Çevre hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayan duyu sensörlerine sahipler. Burunlarını ve yırtık üst dudaklarını sürekli hareket ettirmelerinin tek sebebi bu.

Kulakları oldukça uzun. Bu sayede keskin bir işitme yetenekleri var. Küçücük bir ses ya da kıpırtıyı anında hissediyor ve hemen kaçıyorlar.

Ön bacaklarına oranla arka bacakları daha uzun. Bu durum hızlı koşmaları için harika bir avantaj. Ayrıca yaklaşık altı metre kadar ileriye de sıçrayabiliyorlar.

Lahana, taze çimenler, havuç, turp, dereotu, marul, salata, enginar, yeşil fasulye gibi besinlerle besleniyorlar. En sevdikleri ot yonca.

Fakat dikkat. Bizim bildiğimizin aksine; içinde şeker olduğu için havucu çok fazla vermemek gerekiyormuş.

Doğanın en ürkek hayvanlarından tavşanlar. Gürültüyü de hiç sevmiyorlar. Aşırı ve ani sesler strese girmelerine sebep oluyor. Sonuçta hastalanıyorlar.

Genelde kazdıkları tünellerde yaşıyorlar. Bu tüneller gündüz saatlerinde onların dinlenme ve korunma yerleri.

Gebelik süreleri yaklaşık bir ay. Yılda 5-8 doğum yapabiliyor dişiler. Bu demektir ki; anne tavşan her daim kendi tüylerini yolmakla meşgul. Yeter ki yavruları üşümesin. 

Yeter ki rutubetten etkilenmesin. Güvenle büyüsün.

Kendi tüylerini yoldukları gibi, etrafta bulunan saman ve kuru otları da kullanarak yumuşacık bir yatak hazırlıyorlar. Yer tünelin en dip ve güvenli bölgesi. Yeni doğan yavrularını neredeyse 45 gün kendi sütleriyle besliyorlar.

Yavaş yavaş tüyleri çıkmaya başladığında bile anne tavşanın işi bitmiyor. Sıra da onları hayata alıştırmak var elbette.

Annelik böyle bir şey işte.

İnsan ya da hayvan hiç fark etmiyor. Anne olsun yeter ki. Her canlı yavrusu için; sırası geliyor canını bile feda ediyor. Gösterdiği özveri ve sevginin tarifi yok.

Bu vesile ile tüm annelerin önünde saygıyla eğiliyorum ben. İyi ki varlar. Onlar ve aradan yıllar geçse de unutamadığımız o sevgi yumakları.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.09.2015




13 Ekim 2015 Salı

NİHAYET AKLIM KALBİMLE BULUŞTU

Aklımız almış başını gidiyor. Koşuyor adeta. Bizi de peşinden sürüklüyor.

Ama ya kalbimiz?
O her zaman sakinliğini koruyor.
Bizimle beraber, tam içimizde.
Görüyor, gözlemliyor. Zarafetle bizi uyarıyor.
Öyle yumuşak ki ses tonu.

İçimizdeki karmaşa çok sesli olduğunda duymuyoruz ne yazık ki. Varlığının bile farkında değiliz çoğu zaman.  

Ancak, ünlü Hintli düşünür Osho’nun da dediği gibi aklımızın kalbimizle buluşması gerek. Yani aklımızın bacaklarının kalbimizin gözlerine ihtiyacı var. İşte o zaman tam bir bütün olup hayatın içinde cesurca yol alabiliriz.  Korkularımızn yerine sevgimizi koyarak. Bilinmeyenler de olsa önümüzde fersah fersah; ne gam. Keyifle yelkenimizi  şişirebiliriz.

Gelin ünlü düşünürün öyküsüne kulak verelim. Bakalım aklımızın bacakları, kalbimizin gözlerine yetişebiliyor mu?

‘’Geçmiş zamanların birinde, köylerin hemen dışında yaşayan iki dilenci ile ilgili öykümüz. Bunlardan bir tanesinin bacakları yok. Diğerinin de gözleri. Birbirine rakip iki farklı karakter onlar. Aynı yerde, aynı işi yaparak para kazanmaya çalışıyorlar. Bu nedenle birbirlerini sevmiyorlar. Aralarındaki kızgınlık, zaman zaman kavga boyutuna bile geçiyor.

Günlerden bir gün; yaşadıkları bölgede bir orman yangını çıkar. Genellikle birbiriyle konuşmamayı tercih eden iki dilenci; hayatları için bir karar vermek zorunda kalır.

Gözleri görmeyen dilenci diğerine seslenir. Ve onu omuzlarına alabileceğini söyler. Elbette kendine yolu tarif etmesi, yani görmeyen gözleri olması şartıyla.

Çok kısa bir süre sonra, düşmanlıklarını bir kenara koyup hayatlarını kurtarmak adına bir araya gelirler. Yani güçlerini birleştirirler. Eksik yanlarını tamamlayıp hayatta kalmayı başarırlar.’’

Kısa öykümüz böyle.

Şimdi kıssadan hisse hesabı; kendi içimize dönelim mi? Farkında mısınız bilemiyorum ama; bizim de eksik yönlerimiz var. Aklımızın bacakları var, gözleri yok. Kalbimizin ise gözleri var, bacakları yok. Sonuçta her ikisi de tek başınayken yetersiz kalabiliyor.

Bir araya geldiklerinde ise MUCİZEler baş gösteriyor. Aslında hayatın içinde hep var olan, o şahane ANlar tek tek önümüze diziliyor. Sanki o anda var olmuşçasına.

Aslında yaptığımız o kadar basit ki. Sadece kalbimizi aklımızla buluşturuyor FARKINDALIĞIMIZI artıyoruz.

Kalbimizin gözleri bize öyle bir güven duygusu veriyor ki; aklımızın koşarken içimizde yarattığı endişe kokan dalgalanmaları silip götürüyor.

Bu durumda, kalbimizin sesini dinleyip, bizi yönlendirmesine izin vermek en iyisi değil mi sizce de?

Kalbimizin devreye girmesiyle aklımız ışıldamaya başlıyor. O pırıltılar zekamızın izleri. Ve bu ne kadar da şahane bir durum.

Kolay bir yol değil biliyorum, ama olsun. Adım adım yürümek de güzel. Her bir adımda bize göz kırpan ANları fark etmek de. Evet belki bilge olamayız ama ‘’adam gibi adam’’ olmak; hayata zarif bir imza bırakmak da çok ama çok anlamlı. Sizce de öyle değil mi?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

1.08.2015




6 Ekim 2015 Salı

AURAMIZ RENGARENK OLSUN MU? (3/3)

Rengarenk ışıldayan auramız bizi hem hastalıklardan, hem de her türlü olumsuz enerjiden koruyor.

Artık önemini biliyoruz.

O halde ilk işimiz; hemen şimdi duygularımıza dikkat kesilmek. Kalp sesimizi can kulağı ile dinlemek.

Düşüncelerimizin hangi aralıklarda seyrettiğine bakmak.

Öfke, nefret, kin, kızgınlık, çekememezlik gibi kötü enerjilerden arınmaya çalışmak.

Neden mi?

Öfke ve nefret dolu bir soluğun sebep olduğu deneyi okuyunca bana hak vereceksiniz eminim ki.

Deney son derece basit.

Önce bir cam tüpün içine canlı böcekler konuyor. Sonra da son derece gergin ve öfkeli bir insan olanca kuvvetiyle içine üflüyor.

Ne mi oluyor dersiniz?

Nefesteki o toksinler kısa süre içinde tüm böcekleri öldürüyor.

Yani kızgın, öfkeli, nefret dolu olmak;  öncelikle kendimize, sonra da etrafımıza son derece zararlı.

Bu nedenle elden geldiğince öylesi insanlardan uzak durmak; adeta bir gereksinim. Kendi sağlığımız ve sevdiklerimiz için.

Eğer bizler öyleysek vay halimize. Olabilecek en kısa sürede bunun farkına varıp, süratle değişmemiz lazım. Bunun için pek çok yol var. Bize en uygun alanı seçebiliriz. Önemli olan farkındalığımız ve şükürlerimiz. Gerisi zaten gelecek.

Korku ise doğrudan çakralarımıza ulaşıyor kanallar yoluyla. Yayılıyor. Dolayısıyla yaşam enerjimizin rahatça akmasına izin vermiyor. Uzmanların blokaj dedikleri bölümler.

Bunun gibi; ayrılıklar, kaygılar, yalnızlık, gelecek endişesi içimizdeki boşluğu artırırken; bizi şükürlerden ve içimizdeki o derin sevgiden uzaklaştırıyor.

Kendi içimiz dönüp, kabuğumuza çekiliyoruz farkında olmadan.

Böylesi tek bir kişi bile bütün adına önemliyken; çoğumuz maalesef bu durumdayız. Duygularımız hallaç pamuğu gibi atılıyor her yeni günde.  Hayata karşı, birbirimize karşı sevgisizlik hat safhada. Kavgaların biri bitmeden bir başkası patlak veriyor.

Ve tüm bu kaos içinde her birimizin çakraları tıkanıyor. Enerjiler sıkışıyor. Negatif enerjiler halinde serbest kalırken, geçtiği yerleri de etkiliyor. Yaşam enerjimiz düşüyor. Su damlasının hareleri misali etrafa yayılıyor bu negatif enerji.

Tek yolu ise SEVGİ.

Kendimizin ve etrafımızdaki herkesin sevilebilir olduğunu bilmeye ihtiyacı var. Hem de acilen.

“Başkalarına sevilebilir olduklarını göstermek; bütünlüğe ulaşmalarının, içlerindeki sevgiyi bulmalarına yardımcı olmanın en hızlı yoludur. Başkalarını sevdiğinizde, aslında onları kendilerine geri verirsiniz.” diyor Amerikalı yazar Neale Donald Walsch.

Ve ne kadar da güzel söylüyor.

Bugünden tezi yok uygulamaya geçelim mi?

Son sözler Zülfü Livaneli’nin Konstantaniye Oteli’ nden gelsin ama.

‘’Tek bir ANA sığan sonsuzluk, sonsuzluğu anlatan tek bir AN.’’

Ne yaptığımız ve nasıl hissettiğimize çok dikkat edelim olmaz mı?

Hepimiz için o ANlar en güzel renklerle donansın.

Çocukken nasıl rengarenk boyadıysak resimlerimizi; şimdi de hayatımızın ANları için aynı şeyi yapmamızı kim engelleyebilir ki?

Tek engel kendimiziz. Onu da sevgimizle kucaklarsak sorun kalmayacak.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2015






AURAMIZ RENGARENK OLSUN MU? (2/3)

Şimdi sırada bu muhteşem katmanların renkleri var.

Hepimizin aurası kendine özgü renklerde. Tamamen ruhsal yapımıza, karakterimize, olaylara yaklaşım şeklimize göre değişiklik gösteriyor.

Örneğin ŞİMDİ, şu ANda hangi ruh durumundaysak o renkler var etrafımızda.

Olumsuzluklar içimizi esir aldığında, korkular sardığında ya da öfkelendiğimizde auramızın rengini merak ediyor musunuz siz de?  

Uzmanlar bunun için bir fotoğraf tekniğinden yararlanıyor. 

Bir Rus mühendisi olan Semyon Davidovich Kirlian ve eşi Valentina tarafından geliştirilmiş bir teknik.

Dolayısıyla ‘’Kirlian fotoğraf tekniği’’ olarak anılıyor.

Bu teknik sayesinde, organlardan ve canlılardan yayılan eflüvlerin (partiküllerin) tespiti mümkün.

Hiç gülümsemeyen, yargılayan, esnek olmayan insanlarda bu renk çok soluk ve gri renkte. Kesikli olarak gözlemleniyor.

Neşeli, sevgi dolu, vicdan sahibi kişilerde ise kesiksiz. Parlak ve renkli.

Bu şahane değil mi?

Üstelik titreşimlerin boyutu güçlü olduğunda; neredeyse 30 metreye kadar ulaşıyor.
Her rengin bir anlam taşıdığını belirten uzmanlar; bu teknik sayesinde ruhsal durumumuzun, çakralarımızın ve bütünselliğimizin biraz daha net incelenebildiğini söylüyor.

Parlak kırmızı, yaşam gücünün ve azmin simgesi;
Parlak turuncu, fiziksel gücün ve iradenin;
Parlak sarı,  kaliteli zihinsel gücün;
Parlak yeşil, uyum ve anlayışın;
Parlak mavi, geniş ufkun;
Mor, ruhsal gücün;
Parlak pembe, merhamet, denge ve uyumun;
Kahverengi, işe aşırı düşkünlüğün;
Gri, durgunluğun ve donukluğun;
Siyah, yaşamı reddedişin;
Beyaz renk, kişisel bütünlüğün ve tamlığın simgesi.

İşte renkler kısaca böyle. Sonuçta farkındaysanız; düşük enerji, auramızı parlatamıyor bile.

Oysaki ışıl ışıl parlasa. Böylece, kendimizi çok daha iyi hissedeceğiz. Etrafımızda da hep enerjisi yüksek, aurası parlak insanlar olacak.

Değerine paha biçilemeyecek kadar KIYMETLİ bir alış veriş değil mi sizce de?

Neşeli, canlı, sıcacık insanlar kalp sevgilerini anında hissettiriyorlar. Nedeni bu rengarenk titreşimler işte. Benim en sevdiğim model bu galiba. Hiç tanımasam da o sevgiyi hissetmenin tadı hiçbir şeyde yok gibime geliyor.

Parlak ve renkli auralar sarsın etrafımızı. Sarsın ki bizler de adım adım onlar gibi olalım. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2015


AURAMIZ RENGARENK OLSUN MU? (1/3)

Göremediğimiz ama hissedebildiğimiz bir enerji alanı.

Canlı ya da cansız tüm dünya varlıklarında var olan ve onları çepeçevre saran MUHTEŞEM enerji.

Bir nevi kalkanımız.

Onun güçlü olması; bizim de dış etkenlerden ve olumsuzluklardan korunmamız demek.

Gelin bu olağanüstü durumun bilimsel açıklamasına bakalım kısaca.  

Maddenin en küçük parçası olan atomun elektron ve protonları yayıyor bu manyetik titreşimleri. Psişik radyasyon olarak tanımlanan ışınımlar; önce bir araya gelerek ‘eflüv’ adı verilen partikülleri oluşturuyor. Sonra da tüm o titreşen ışınlar mucizevi bir şekilde birleşiyor. Yani bir nevi elektromanyetik bir alan yaratılıyor.

İşte auramız bizi sarmaya hazır. Yumuşacık. Rengarenk.  

Üstelik bu titreşimler; canlılarda cansızlara oranla daha yüksek. Dolayısıyla tespiti çok daha kolay ve net.

Auramız 4  ana katmandan oluşuyor.

Eterik beden, duygusal beden, zihinsel beden ve astral beden.

Her bir katman farklı derecede titreşiyor. Özellikleri bambaşka. Aradaki iletişimi sağlayan ise sayısız enerji kanalı.

Yaşamın içindeki her şeyden, çevreden, evrenden yayılan yaşam enerjisini alıp bize ulaştıran ise çakralarımız. Aldığı enerjileri dönüştürüyor. Ve bu enerji kanallarıyla sisteme dağıtıyor.

Dolayısıyla her an ve her durumda bir iletişim söz konusu.
Olumlu ya da olumsuz. Tercih bize ait.

Kendimiz ve hepimiz adına; hatta tüm evren için; olumluda kalmak bize yakışanı elbette. Kaliteli ve zarafetle yaşamın adım taşları.

MUHTEŞEM yapımızın bu özel alışverişini ne kadar yakından tanırsak; o kadar bilinçli yaklaşabiliriz duygu ve düşüncelerimize.

Öyle değil mi?

O halde gelin kısaca katmanlarımız arasında gezinelim. Emin olun sıkılmayacağız. 
Çünkü rengarenk bir yoldayız.

ETERİK katman; fiziksel bedenimize benzeyen ve ona en yakın olan bölüm. Düşük bir frekansta titreşiyor. Üstünde çakralarımızı taşıyor. En önemli görevi; sağlığımızı korumak ve evrendeki enerjilerle alışverişimizi sağlamak. Kalınlığı 5-15 cm. kadar sadece.

DUYGU katmanı; eterik bedenden hemen sonra geliyor. Gökkuşağının tüm renklerine sahip. O anki duygusal durumumuza göre renk değiştiriyor. Zihinsel bedenden gelen enerjileri değişime uğratıyor. Sonra geri gönderiyor. Duygusal dalgalanmalarımızın hepsi burada oluyor.

Bizi rahatsız eden tüm o olumsuzluklar burada hayat buluyor. Kararsızlıktan korkuya, endişeden öfkeye kadar. Engel olamadığımızda, maalesef bir süre sonra enerji alanımız tıkanmaya başlıyor. Üstelik aynı türdeki enerjileri kendine çekiyor. Adeta kartopu gibi çoğalıyor. Böylece minicik bir öfke bir süre sonra kabına sığamaz hale geliyor.

Sadece bununla kalsa iyi. Sonra da bireylerden topluma süratle yayılıyor. İşte savaşların, çatışmaların, kavgaların ana nedeni.

Bunun farkına varıp en kısa sürede her birimizin SEVGİ, ŞEFKAT VE HOŞGÖRÜ ile içimizi temizlememiz; tıkanmış kanallarımızı açmamız gerekiyor.

ZİHİN katmanı; duygu bedeni ile astral beden arasındaki bölüm. Rengi sarı. Düşüncelerimizle alakalı. Hastalıkların büyük bir kısmı buradan çıkıyor. Bu nedenle hep güçlü tutmamız şart. Olumsuz düşüncelerimizi fark edip, olumlu olanlarla  değiştirebileceğimiz tek yer. Astral bedenin aldığı bilgileri, duygulara çeviriyor ve buraya yolluyor. Zihin bedenimiz de bu duyguları düşünce haline dönüştürüyor.

ASTRAL beden; bütün ile olan bağlantımızın simgesi. Bu son bölümde titreşim çok daha yüksek. Ancak algılanması hayli zor. Yaşam enerjimizin yükselmesi bu katmanımızın sağlıklı olmasına bağlı.

Ruhsal gelişimi tamamladıkça bu katmanın genişliği ve etrafa yaydığı enerji de o oranda artıyor. (devamı 2/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...