25 Mayıs 2015 Pazartesi

MUCİZE KALBİMİZde

Paylaşarak büyümek, zenginleşmek öyle güzel ki.

Kalbimizi mucizelere açmak ve tüm içtenliğimizle dilemekte.

Hayatımıza güzellikleri ve olumlu enerjileri davet etmek adına bir adım benimkisi.

Kalpten inandığımızda, gerçekten inandığımızda; mucizelerin önümüze serildiğinin en güzel örneği var bu yazımda.

Yine bir öykü.
Üstelik tamamen gerçek.

Bazı değerlerin beynimizde daha kalıcı olması adına seçtiğim konularda; eğer varsa öyküleri paylaşmaktan yanayım.

Neden mi?

Çünkü bir şeyi kolayca ve etkili bir şekilde öğrenmenin en zarif yolu öykülerden geçiyor bence.  Böylece daha kolay ikna oluyoruz. Birbirimizi daha iyi tanıyor, anlıyor ve özdeşleştirebiliyoruz.

Üstelik kendi hatalarımızdan ders almakta ne kadar zorlanıyorsak; öykülerden o denli kolay ders alabiliyoruz. Mantığımızın süzgecinden geçmeden; bilinçaltımıza hemen sızıyor galiba. Uzmanların görüşleri böyle.

İşte hepimize ilham verecek; kalbimizi daha çok sevmemize yardımcı olacak öykümüz.

Minicik ama önemli detayların; yazımın sonunda fark etmeden yumuşak bir şekilde kalbinize sızacağından eminim.

Renkli kişiliği ile Amerikalı yazar Elisabeth Elliot’ ın kitaplarını okuyanlar bilirler. İlham veren kitaplarından bir tanesi de ‘Keep a Quiet Heart-Sessiz Kalp’ dir. İşte bu kitabın ‘Lost and Found’ bölümünde yer alır bu öykü.

Öykümüzün kahramanı genç bir kadın. Princeton, Minnesota'da yaşıyor.

İsmi Brenda Foltz.

Kendisi tam bir spor tutkunu. En sevdiği spor da dağcılık. Ancak ilk dağa tırmanma deneyimi sırasında yaşadıkları; hepimize ders olacak nitelikte.

‘’İçindeki isteğe daha fazla dayanamayan ve tüm cesaretini toplayan Brenda, ilk dağ tırmanışını yapmaya karar verir. Bir grupla beraber tırmanacakları yere varırlar. Ancak karşılarına son derece sarp bir yamaç çıkar. Önlerinde aşmaları gereken dik, kocaman bir bölüm vardır.
İçindeki korkunun kendisini esir almasına izin vermeyen Brenda; azmine sımsıkı sarılır. Bu zor bölümü emniyetle geçebilmesi adına gerekli tüm önlemleri alır. Emniyet kemerini takar. İpi sıkıca kavrar. Artık tırmanmaya hazırdır.

Hayalini kucakladığı o anlar; tecrübe hanesine yazacağı detaylarla doludur. Bir süre sonra yorulduğunu hisseder. Bu dimdik yüzeyde tutunacak bir şeyler bulmak hayli zordur. Nihayet nefes alıp, dinleneceği bir oyuk bulur ve hemen durur.

Kendisiyle gurur duyar. Tam o anın keyfine varacakken; yukarıda ipi tutan ekip arkadaşı; dalgınlıkla ipi gevşetir. Aniden boşalan ip hızla başından aşağıya iner. Brenda’nın gözüne çarpar ve gözündeki lensi düşürür. O minicik saydam parçanın; koskocaman dağda bulunması mümkün değildir elbette. Etrafını net göremeyen Brenda, o anda ne yapacağını bilemez. Lensi bulmanın sadece bir mucize olacağının bilincindedir elbette.

Hepimizin zor anlarımızda yaptığı gibi dualara sığınır. Salimen aşağıya inmek ve düşürdüğü lensini bulmak artık tek isteğidir. Bu isteğini kalbinin en derininden hissederek tekrarlar.

Tek gözündeki lensle yürüyerek zor da olsa aşağıya inmeyi başarır. Tam konaklama çadırına vardığında; dağa tırmanmak için oraya gelen yeni bir grupla karşılaşır. Ve mucize kendini göstermeye başlar. Grup üyelerinden bir tanesi; aralarında lens kaybeden birisi olup olmadığını sorar. Brenda sevinç içinde haykırır. Evet lensine yeniden kavuşmuş, imkansız bir anda gerçek olmuştur.

Peki nasıl olmuşta, grup üyeleri bu lense denk gelmiştir dersiniz?

İşte bu noktada devreye bir karınca giriyor. Biliyoruz ki doğanın bu en çalışkan hayvanları yuvalarına yiyecek taşıma telaşında, her daim. Bu sefer ki malzeme ise bir lens olmuş. Ve karınca kayanın üzerinde lensle beraber yürürken, güneş ışığının da etkisiyle parlayan bir nokta olarak dikkat çekmiş. Bunu fark eden dağcılar da Brenda’nın lensine kavuşmasına vesile olmuş.

O zor ve unutulmaz günün ardından evine dönen Brenda yaşadıklarını babasına anlatır.  Bir karikatürcü olan babası da; o günü yaptığı anlamlı bir karikatürlü ölümsüzleştirir.

Karikatürde sırtında lens taşıyan bir karınca vardır. Ve karınca lensi taşırken içinden şunları geçirmektedir.

‘’Sevgili Allah’ım; bu nesnenin ne olduğunu ve neden taşıdığımı bilmiyorum. Bunu yiyemem. Üstelik taşıyamayacağım kadar da ağır. Ancak mademki karşıma çıktı ve ben onu bir kere sırtıma aldım; o halde taşıyacağım. Biliyorum ki bunu taşımamın da bir sebebi var.’’

Yaşadığı bu mucizevi deneyimin pek çok kişiye umut olması adına; Brenda öyküsünü yazara bir maille aktarır.  Elisabeth Elliot’ da kitabında yer verir.’’

Şahane bir öykü değil mi? Evet belki biliyordunuz. Belki defalarca okudunuz. Ama olsun. Her tekrarın da unuttuklarımızı yeniden hatırlamamıza vesile olması adına mutlaka bir nedeni vardır diye düşünüyorum.

Kalp sesimiz hep duyulsun içimizde. Gönül gözümüz ise hep açık kalsın. En zor anlarımızda; içten dilersek her şeyin en güzel şekliyle olacağını da unutmayalım olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.05.2015

16 Mayıs 2015 Cumartesi

KENDİ MİSK KOKUNUZU DUYUYOR MUSUNUZ?

‘’İnsan özgürlüğü, mutluluğu ve sevgiyi DIŞINDA arar. Ama bu yolculuk içerideki bir serüvendir. Birliğe doğru çıkılan bir dönüş yolculuğudur.’’

Bu satırlar Stefano D’Anna’ ya ait. Keyifle okuduğum Tanrılar Okulu romanından.

Adeta hayat felsefemizin mihenk taşı olan bu satırları öyle ilginç bir örnekle güçlendirmiş ki ünlü yazar. Bir an soluklanıp, düşünmeden edemiyor insan.

‘’Ren geyikleri onları çılgına çeviren, dışarıda boşu boşuna aradıkları MİSK kokusunun ardında ölüme koşuyorlar.’’

Evet misk kokusunu biliyordum, ama ren geyiklerinin bu kokuya neredeyse ömürlerini adamaları beni hayli etkiledi. Düşünsenize; bir ömür boyu sürüler halinde bulamayacakları bir kokunun peşinden koşuyorlar. Kaynağın kendi içlerinde olduğundan habersizce ölüp gidiyorlar.

Bu nasıl bir dramdır böyle?
Kaderin kötü bir oyunu belki de.

Misk kokusu.

Geyiklerin kendi ter bezleri tarafından üretiliyor. Karınlarının hemen altında yumruk büyüklüğündeki bir kesede toplanıyor bu özel madde. Yağlı bir salgı. Kuvvetli ve hoş  kokulu. Rengi siyaha yakın, koyu kahverengi. Bu salgıya kokuyu veren ise muskon organik bileşiği. 

En iyi misk Tibet ve Moğolistan’ın yüksek Tonkin dağları eteklerinde yaşayan, bir tür erkek misk geyiğinde buluyor. Yaklaşık 30 yıl ömrü olan geyiklerin çok türü var. Geviş getiren toynaklı memeliler onlar. Ormanlarda yaşıyorlar. Görme, koklama ve işitme duyuları hayli gelişmiş. Biz onları en çok boynuzlarıyla tanıyoruz. Ancak misk türü geyiklerin boynuzları yok. Boyları ancak 55 cm. civarında. Atik ve çevik bir yapıları var. Oldukça da ürkekler. Otla besleniyor. Diğer isimleri de misk keçisi.

Peki bu güzel kokuya sahip başka hayvan var mı doğada? Evet. Misk kedisi, misk faresi, misk öküzünde de aynı maddesel salgı var.

Misk kedisi yabani, kısa bolu bir tür kedi. Orta Afrika, Çin ve Hindistan’da; kayaların arasında ya da kovuklarda yaşıyor. Salgı bezleri kuyruklarının hemen altında. Kürkü oldukça  değerli.

Misk faresi kahverengi tüylü bir kemirgen. Kuzey Amerika’da yaşıyor. İyi bir yüzücü. Salgı bezesi cinsiyet organında. 

Misk öküzü ise iri yapılı sığıra benzer bir tür. Eti ve sütü çok lezzetli. Asya ve Kuzey Amerika’da yaşıyor. Çıkardığı koku o kadar kuvvetli ki, 90 metreden duyulabiliyor.

Misk kelimesinin kökeni Arapça’dan geliyor. Eşsiz, güzel koku demek.  Misk, koku sanayinde parfüm yapımında kullanılıyor günümüzde. Hayvanları da bu amaçla avlanıyor. Elbette nesilleri tükeniyor. Çünkü son derece pahalı bir madde. 

Doğanın muhteşemliği yine hepimize şapka çıkartacak cinsten. Varlıklarından habersiz olduğumuz nice eşsiz canlı türü var yeryüzünde. Misk salgılayanlar da bunlardan sadece bir kaçı. Salgıladıkları kokuyla varlıklarını sürdürüyor ve çoğalıyorlar. Ancak bu güzelliğin ana kaynağını bilemeden ölüp gidiyorlar.

Peki ya bizler? Tıpkı Stefano D’Anna’nın dediği gibi sevgiyi ve mutluluğu hep dışarılarda aramıyor muyuz?

Aslında sahip olduklarımızla, yeryüzündeki en eşsiz canlı bizleriz. Ah bir farkına varabilsek. Başka güzelliklerin peşinde ömür tüketirken, kendi içimizdeki albenileri görmekten aciziz ne yazık ki. Ren geyiklerinden ne farkımız var sorarım size?

Kıssadan hisse hesabı her şeyi kendi içimizde aramamız gerekirken; bizler ne yapıyoruz? Gözümüz, kulağımız, kalbimiz dışarıda. Umutlarımızı, mutluluk beklentilerimizi hep bir şeylere, birilerine bağlayarak ömür tüketiyoruz.

İnsanın mutluluk beklentisini dışarda araması.

Ancak her şeyi tamam olduğunda mutlu olacağına inanması.

Bu uğurda çabalaması ve her seferinde uğradığı başarısızlıkla, yaşam enerjisinden uzaklaşması. Hep başkalarını suçlaması.

Nasıl derin bir ironi aslında. Eğer bunu hemen fark edemezsek, boşu boşuna yitirilen koca bir ömür bizi bekleyen yegane son olacak. Ve elbette pişmanlıkla keşkeler eşliğinde.

İşte bu nedenle ‘’Kendi misk kokunuzu duyuyor musunuz?’’ diye sordum yazımın başlığında. Duyanlardan olmamız en büyük dileğim hepimiz adına.

Son satırlarda ünlü yazar Paulo Coelho’nun önerdikleriyle güç bulalım istiyorum. Şöyle diyor  Latin Amerikalı yazar;

‘’Kaçırma gözlerini hayattan. Hep hayatın içinde olsun bakışların. HEP KENDİ İÇİNDE. Baktığın kadar varsın bu hayatta. Hatta bakmakla da yetinme. Görmen de lazım. Görüp de bilmen, bilip de sevmen lazım. Hayatı KENDİ İÇİNDE, kendini hayatın içinde. Bir nefeslik notaları çok görme kendine arada bir karanlıkta kalsa da bir yanın, sakın PES ETME!’’

Ruh yapımız, inceliğimiz, zarafetimiz, hayata karşı duruşumuz, kalbimizden yayılan ışıltımız. Kendi içimize dönüp, tüm bunların farkına vardığımız noktada değişecek birçok şey. Hayat elimizin altından kayarken, boşuna koşmak yerine; bunu yapmak çok daha kolay aslında.

Tek bir adım yeterli.

Ruhumuzun diplerinde kalmış, farkına varamadığımız nice misk kokusunu duymaya tek bir adım. 

Hadi ertelemeyelim. Pes etmeyelim. Tüm kalbimizle inanalım ne olur.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.03.2015







11 Mayıs 2015 Pazartesi

SEN BANA EMANETSİN

‘’Gülümsemek, içinden ağlamak gelse bile gülümsemek. Ruhu yıkamalı ve elimizden geleni ortaya koyma ihtiyacına cevap vermeli.’’ diyor Paulo Coelho – elimden düşüremediğim ‘Aldatmak’ romanında.

Öyle benlik bir cümle ki. Çünkü ben de her sabah aynanın karşısına geçip kendime gülümsüyorum; elimden geldiğince. Benim için güne enerjik başlamanın en kolay ve etkili yolu. Böylece etrafımızdaki her şeye, herkese, hayata gülümseyen gözlerle bakmamız mümkün diye düşünüyorum.

Bunu başarabildiğimiz ölçüde mutluyuz aslında. Öyle değil mi? Başkaları için değil, öncelikle kendimiz için, hayatımızı kolaylaştırmak adına. Sonrası zaten o denli kolay ki. İş kendimizde bitiyor her şeyiyle.

‘’Maharet güzeli görebilmektir. Sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan alem herkes bilsin ki, en büyük ibadet sevebilmektir.’’ diyen Yunus Emre’ye kulak verme zamanı şimdi.

Güzel nerede mi? Her yerde. Hayatın içinde. Her detayda. Ve hepsinden çok daha yakında. Bizde. İçimizde. Aynanın karşısına geçtiğimizde, sevgiyle gülümseyen gözlerimizde. Ruhumuzda. Kalbimizde. Bulduk değil mi?

Şimdi sırada ikinci adım var. ‘’Sen bana emanetsin!’’ diyeceğiz kendimize. Bu cümle öyle sıradan değil. Derin. Kapsamlı. İçinde kendimizden özür dileme ve affetme saklı. Kendi bedenimize ve ruhumuza çok iyi bakma sözüne sahip. Gözlerimizden kalbimize akan o sıcacık sevgiyi hissedelim. Bu öyle güzel ki. Kendisine böyle bakan bir insanın; etrafındaki her canlıya aynı bakışlarla, aynı sıcacık sevgiyle yaklaşacağını adım gibi biliyorum ben.

Oysa bizler kendimizi hep ikinci planda tutmayı yeğliyor ve sevdiklerimiz adına bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Elbette bu da çok keyifli. İçtenlikle yaptığımız için mutlu da oluyoruz. Ama kendimizi hep arka planda tutmak; geçen zaman içinde bizi yormaya başlıyor. Mutluluğumuz, onların mutluluğuna ve iyi olmalarına endeksli çünkü. Hırpalanıyoruz içten içe.

Hele hele kendimizi başkalarına emanet ettiysek vay bizim halimize. Kendi hayatımızı, vereceğimiz kararları, atacağımız adımları hep başkaları belirliyor. Başlarda kolayımıza geliyor belki de. Ama biliyor musunuz; bunu yaparken özgürlüğümüzü altın tepside sunduğumuzun farkında bile değiliz. 

Sorumluluktan kaçan yanımız mı bizlere bunu yaptıran bilemiyorum. Sonuçta hataları başkalarına yükleyerek kolaya kaçıyoruz. Yol ayırımlarındaki kararların sadece bizimle alakalı olduğunu görmezden geliyoruz. Ve beklenen son.  Hayatımızı istediğimiz gibi şekillendiremiyoruz. Sonra da en çok üzülen biz oluyoruz. Yalan mı?

Hayatta her şeye rağmen cesur olmak bu kadar mı zor? Kısacık bir zaman dilimindeyiz hepimiz. 
Cesaretle atılmak varken yaşamın içine; hep çekingen ve korkak kalmak niye? Kavga, kin, nefret ve öfke içinde yaşamanın kime yararı var ki? Hiç kimseye.

Paulo Coelho’nun dediği gibi tıpkı. Risk almaktan korkuyoruz. Hatta olayların kendi kontrolümüz dışında değişeceğini düşününce dehşete  kapılıyoruz.

Üstelik biz cesareti öyle yanlış tanımlamışız ki ruhumuzda. Cesur olan bir insanı korkusuz sanıyoruz. O da korkuyor aslında hem de deliler gibi. Ama korkularına rağmen durmuyor. Harekete geçiyor. İşte gerçek cesaret.

Hayattan korkmadan, yeri geldiğinde korkularına rağmen özgürce ve hayallerince yaşayabilmeyi öğrenmeli insan. Yaşı kaç olursa olsun, fark etmiyor. Yakaladığımız noktada sarılmak gerek hayata. Böyle yazılacak bir yaşam öyküsü hepimize nasip olsun.

‘Sekiz Saniye’ filmini izleyenler hatırlayacaklardır. Bize yaşamın yanıp sönen bir ışık kadar kısa olduğunu anlatan satırlarını da. Sadece 8 saniye. Düşünsenize. Derin bir nefes aldık ve daha verirken bitti bile.

Önce 8 saniyeyi açıklamama izin verin lütfen; filmi izlemeyenler için.

Güneşimiz, Samanyolu merkezinin çevresinde yaklaşık 26.000 ışık yılı uzaklıkta dönüyor. Bu o kadar uzun bir yol ki. Bir tam dönüşünü 225-250 milyon yılda bir ancak tamamlıyor. Yaklaşık yörünge hızı saniyede 220 km. Bu ise her 1400 yılda 1 ışık yılı demek. Dolayısıyla güneşin perspektifinden dünyaya bakalım mı? Ortalama bir insan ömrünü 70-80 yıl kabul edersek; bu rakam yaklaşık 8 saniyeye denk geliyor. Bu kadar kısacık bir zaman dilimi işte yaşadıklarımız.

Bunu fark ettiğimizde hayatın ne denli kıymetli olduğunu daha iyi anlıyor insan. Öyle değil mi? Üstelik zamanımızın büyük bir kısmı da uykuda geçiriyoruz. Ve hepsinin toplamında kocaman bir sır var; bilemediğimiz. Ancak yaşayarak görebileceğimiz.

O halde her bir detayın tek tek FARKINDA olmamız gerekli.

Kendimizin, sevgimizin farkında olarak işe başlamak de en doğrusu elbette. Böylece hayatın ne kadar MUHTEŞEM olduğunu anlayabiliriz. Kendi özümüzden bütüne doğru sevgiyle yol alırken; heybemize muhteşem anlarımızı eklememize kimse mani olamaz.

İşte bu sebepten; aynada ilk kendimize gülümsememiz önemli.  Yine işte bu sebepten; emanetimize sevgimizle KENDİMİZİN sahip çıkması gerekli.

Haydi gelin rutin olarak yaptığımız her şeyi kırarak başlayalım işe. Farkında olmadan yaptığımız her hareketi farklı yollardan, farklı şekillerde yapalım. İçine mutlaka sevgimizi katalım. Hayatın her anından keyif alarak soluklanalım, koşturalım, yaşayalım.

Uzmanlar ‘’Farkında olmak farkındalıktır. Tesadüfleri fark etmektir.’’ diyor. Katılmamak elde mi?

Düşüncelerimizi fark ediyoruz. Ağzımızdan çıkan sözcükleri fark ediyoruz. Onları sevgiyle süslüyoruz. Davranışlarımızı fark ediyoruz. Zarafetin tınılarından ve saygının kulvarından hiç ayrılmıyoruz. Sonuç mu? Hem kendimize hem etrafımıza; yaşanabilir, gülümseten bir hayatın yollarını açıyoruz.

Tıpkı ünlü Hintli düşünür Buda’nın dediği gibi.

‘'Kelimeler; hem doğru hem de zarifse dünyayı bile değiştirebilirler. ‘’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.04.2015

Kaynak: Ömer Faruk Sorak imzalı, 2015 yapımı ‘SEKİZ Saniye’ filmi; http://www.sonsuzsifa.com

Doğuş Otomotiv Trafik Hayattır!

Önemli olan ne kadar hızlı vardığınız değil, nasıl vardığınız... 
Trafikte aşırı hız yapmayın! Çünkü Trafik Hayattır!



Aşırı hız son yıllarda kazaya sebep olan unsurların başında yer alıyor. Özellikle gençlerin yaptığı trafik kazalarının çoğu aşırı hız nedeniyle meydana geliyor. Doğuş Otomotiv’in kurumsal sorumluluk markası Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ı konusunu ana mesajları arasına alarak projelerini kurguluyor.

Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre trafik kazalarındaki ölümlerin yaş grubu analizinde diğer ölüm nedenleri arasında 15-29 yaş grubu birinci sırada yer alıyor.   Bu durum gençlere yönelik trafik güvenliği kampanyalarının acil olarak arttırılması gerektiğini gösteriyor. Trafik Hayattır platformu bu noktada çok önemli inisiyatifler alarak önemli projeler geliştirdi; 4 senedir devam eden Trafik Güvenliği Uzaktan Eğitimi projesinin üniversitelerde seçmeli ders okutulmasının yanı sıra, 2014 yılında radyolarda yer alan ‘aşırı hız’ radyo spotu da dikkat çeken bir diğer proje oldu. İki projede birçok önemli ödül aldı. Bu ödüllerden en çok gurur veren ise 2014 Birleşmiş Milletler Genel Kurultay’ın da iki projenin Avrupa’da trafik güvenliğiyle ilgili örnek uygulama seçilmesi oldu.





Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ ile  ilgili projelerine yenisini ekledi ve her birinde farklı trafik güvenliği mesajlarının verildiği bir animasyon serisi üretti. Aşırı hız konulu animasyonda her gün trafikte rastladığımız hatalar vurgulanıyor.  Çocuğunu almaya giden bir babanın trafikte kalmasını ve sonrasında hız yaparak girdiği emniyet şeridinde kaza yapmasını anlatan animasyondan hepimizin çıkaracağı dersler var.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

AH ŞU KIRILGANLIĞIMIZ (2/2)

Ancak uzmanların belirttiğine göre, çoğu insan kırılganlığını uyuşturuyor. Böylelikle kırılganlığıyla baş edebileceğini düşünüyor belki de. Ama kırılganlık da bir duygu ve uyuşturmak çözüm değil. Çünkü duygularımız iç içe geçmiş. Bir tanesini uyuşturmak diğerlerine de etki edecek. Öyle değil mi?

Kırılganlığın temelinde mükemmel görünme isteği var. Bir insan kendisini değersiz, önemsiz, yetersiz hissettiğinde; yani mükemmellikten uzakta kaldığını düşündüğünde açığa çıkıyor.

Öyle ki başkalarının gülüp geçtiği, önemsemediği minicik bir uyarıyı, bir espriyi, dostane bir uyarıyı bile çok farklı ve büyük boyutlu algılıyor. Başarısızlığı hazmedemiyor. Kırılganlığını içine atıp, biriktiriyor. Bu da giderek daha vahim tablolar yaratıyor haliyle.

Sağduyu ile düşünmeyi ve varsa problemi uzlaşarak çözmeyi reddediyor ne yazık ki. Sahip olduğu eğilimleri başkalarına yükleyerek, onları suçlayarak işin kolayına kaçıyor. Davranışlarının ana nedenlerinden uzaklaşarak, kendince daha önemsiz nedenler buluyor. Uzlaşma yollarını kapatıyor. Çünkü uzlaşmanın hatayı kabullenmek olduğunu düşünüyor. Her şeyde aşırı alınganlık yapıyor.

Zaman içinde kırılganlığına bağlı olarak bir de utanç duygusu gelişiyor. Tepkileri öfkeyle başlıyor, öfkeyle bitiyor. Öfke kontrolünden hayli uzakta çünkü. Sonrasında pişman olsa da; hayattaki keşke’leri arttıkça artıyor. Ve giderek depresyonun tuzağına düşüyor.

Bu nedenle kırılganlık deyip geçmemek de fayda var. Hayat bizim hayatımız olduğuna göre duygu, düşünce ve davranışlarda da bizim sözümüz geçmeli.

O halde ne yapmamız gerekiyor?

*Kırılganlıkla baş etmenin ilk adımı cesur olmak.
*Mükemmel olmanın bir zorunluluk olmadığını bilmek.
*Her konuda YETERLİ olduğumuza inanmak.
*Duygularımızın farkında olup, sahip çıkmak; onlarla bütünde güzel olduğumuza inanmak.
*Kendimize karşı her daim nazik ve anlayışlı olmak.
*Kendimizi her şart ve koşulda sevmek.

Tüm bunlarla donanmak muhteşem bir iç zenginliği aynı zamanda. Öyle değil mi?

‘’HAYAT, okulda yüksek not almaktan veya işte kariyer yapmaktan çok daha fazlasını istiyordu. MUTLULUK insanın kendini başkalarıyla birlikte olmaya, sevmeye ve başkalarının sevgisini kabul etmeye açması demekti. Tam ve bütün bir insan olabilmeye dair KENDİMİZE olan İNANCIMIZ çok önemli.’’ diyordu Debbie Macomber ‘İyi ki Geldin’ romanında.

Fazla söze gerek var mı artık? Her birimiz kendi yolumuzdan, vicdanımızdan ve seçimlerimizden sorumluyuz. Kendimize inanalım öncelikle. Cesurca hayatı karşılayalım ve sevgiyi her anımıza nakış nakış dokuyalım. Kırılganlığımızı sevgimizle kabul edip, yumuşatalım. Yaptığımız seçimlere gösterdiğimiz cesaret ve samimiyetin; kendimizle beraber diğer yaşayanların kaderine etki edeceğini de bir an olsun unutmayalım. Olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.03.2015

Kaynaklar: KIRILGANLIĞIN GÜCÜ ( Teksaslı araştırmacı, yazar Dr. Brene Brown );  http://www.psikologbursa.com; http://www.cangungen.com; http://www.e-psikiyatri.com




AH ŞU KIRILGANLIĞIMIZ (1/2)

Hepimizin içinde bir parça var kırılganlık. Biz yok saysak da ruhumuzun derinliklerinde bir yerlerde saklı. Yeri geliyor buz dağının ucu kadar küçük bir kısmı ortaya çıkıyor. Yeri geliyor kocaman kütlesiyle yaşantımıza damga vuruyor ve bu halimiz bizi bile korkutuyor.

Eğer kendimizi daha iyi tanırsak, nasıl yaşadığımızın farkına varırsak kırılganlığımızla baş edebiliriz diye düşünüyorum. En azından duygularımızın kontrolü bizim elimizde olunca, hayata ve getirdiklerine daha çok sözümüz geçer.

Peki hayata karşı duruşumuz nasıl dersiniz? Olaylar karşısında nasıl tepkiler veriyoruz? Hareketlerimiz daha çok içimize, kendimize mi; yoksa dışarıya mı bağlı?
Uzmanların deyimiyle iç odaklı mı yoksa dış odaklı mı hareket ediyoruz daha çok?

Pek üzerinde durmadık biliyorum. Hatta belki farkında bile değiliz. Ama şimdi tam zamanı.

İç odaklı yaşayanlar; hayata karşı duruşlarında, imajlarında, tercihlerinde kalp seslerini dinleyen ve kendi istekleri doğrultusunda kararlar alan insanlar.

Tam tersine; başkalarının istekleriyle hareket eden, onlardan çokça etkilenen ve kalp seslerini duymazdan gelenler ise dış odaklı yaşayanlar.

Dış odaklı olmak hayli yorucu aslında. Çünkü hep bir tetikte kalma hali var. Başkalarının düşüncelerini fazlasıyla umursamak ve hayatı ona göre şekillendirmek zor. Sürekli bir onay bekliyorsunuz çünkü. Düşünsenize tam bir kaos hali. Ve elbette çokça mutsuzluk.

İşte uzmanlar kırılganlığın, dış odaklı olduğunu söylüyor.

Kendisine olan saygıyı ve özgüveni çabuk yitiren insanlarda daha sık görüldüğünde de hemfikirler. Kırılgan insanlar dışarıdan gelen olumsuz değerlendirme ve eleştirilere kolay katlanamıyorlar. Narin bir biblo gibi paramparça olduklarını hissediyorlar. Çünkü kendilerine verdikleri değeri, başkalarının düşünce ve sözleriyle ölçüyorlar. Güç ve özgürlüklerini bilmeden onların eline teslim ediyorlar.

Elbette içinde yaşadığımız toplumun değerlendirme ve eleştirileri bizler için önemli. Ancak kendisini değersiz bulan, çevresinden saygı beklerken aslında kendisine hiç saygı duymayan, hep dışardan gelecek desteklere ihtiyaç duyan bir kişiysek vay halimize.

Yavaş yavaş kırılganlığımız artıyor hayata karşı. Çabuk darılan, surat asan, sosyal yaşamdan uzaklaşan, konuşmayıp iyice kabuğuna çekilen bir insan haline geliyoruz. Ve tüm bunlara bir süre sonra öfke ekleniyor.

Zaman içinde açık sözlü olmaktan, alttan almaktan, empati yapmaktan da uzaklaşıyoruz.
Anlaşılamadığımızı düşündükçe etrafımıza ördüğümüz duvarlarımızı kalınlaştırıyoruz. Kendimizi böylece korumaya almaya çalışıyoruz. Ama kendi içimizde biriken öfkenin bu duvarları yerle bir edeceğini, daha da sarsılacağımızı hiç aklımıza getirmiyoruz.

Yeterince iyi olmama endişesi, kırılganlığımızı körükleyen bir diğer duygu. Farkında mısınız bilmem ama hepimizde var bu endişe. Yeterince güzel olmamaktan, yeterince ince ya da zeki olmamaktan, yeterince programlı olmamaktan dem vurup duruyoruz örneğin. Çokça kıyaslama yapıyoruz, başkalarıyla 
kendimiz arasında.

Oysa kendisini gerçekten seven ve değerli gören bir insan; bu kıyaslamadan uzak durur her daim. Herkesin kendi nevi şahsına münhasır olduğunu; artı ve eksileriyle, bütünde güzelleştiğini bilir.

Kusurlarımızla güzeliz aslında. Bizi biz yapan özelliklerimiz onlar. Cesurca bunu kabullenmek, hem kendimize hem de etrafımızdakilere daha merhametle bakmamızı kolaylaştıran ana etkenlerden. Her şeyde olduğu gibi elbette burada da denge hali önemli. Kişiden bireye geçebilen, özgüveni ve özgür iradesi olan herkes; dış kaygılardan uzak kendi kalp sesinin tınılarıyla alabildiğine mutlu olur diye düşünüyorum.

Kendisine sevecen yaklaşan bir insan başkalarına da aynını yapar.

Öncelik hep kendimizde. Tıpkı sevgi ve saygıda olduğu gibi.

İşte böylesi insanlar; kendi kırılganlıklarını kucaklama cesaretine de sahipler. Yani kırılganlıklarının farkındalar. Bu hallerini kabullenip seviyorlar.

Kendilerini kıranları da daha kolay affediyorlar. Çünkü biliyorlar ki; bazı insanlar kırıldığı için karşısındakini kırar. Üstelik yaptığının farkında bile değildir. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.03.2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...