‘’Gülümsemek,
içinden ağlamak gelse bile gülümsemek. Ruhu yıkamalı ve elimizden geleni ortaya
koyma ihtiyacına cevap vermeli.’’ diyor Paulo Coelho – elimden düşüremediğim ‘Aldatmak’
romanında.
Öyle
benlik bir cümle ki. Çünkü ben de her sabah aynanın karşısına geçip kendime
gülümsüyorum; elimden geldiğince. Benim için güne enerjik başlamanın en kolay
ve etkili yolu. Böylece etrafımızdaki her şeye, herkese, hayata gülümseyen
gözlerle bakmamız mümkün diye düşünüyorum.
Bunu
başarabildiğimiz ölçüde mutluyuz aslında. Öyle değil mi? Başkaları için değil, öncelikle
kendimiz için, hayatımızı kolaylaştırmak adına. Sonrası zaten o denli kolay ki.
İş kendimizde bitiyor her şeyiyle.
‘’Maharet
güzeli görebilmektir. Sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan alem herkes bilsin ki,
en büyük ibadet sevebilmektir.’’ diyen Yunus Emre’ye kulak verme zamanı şimdi.
Güzel
nerede mi? Her yerde. Hayatın içinde. Her detayda. Ve hepsinden çok daha
yakında. Bizde. İçimizde. Aynanın karşısına geçtiğimizde, sevgiyle gülümseyen gözlerimizde.
Ruhumuzda. Kalbimizde. Bulduk değil mi?
Şimdi
sırada ikinci adım var. ‘’Sen bana emanetsin!’’ diyeceğiz kendimize. Bu cümle
öyle sıradan değil. Derin. Kapsamlı. İçinde kendimizden özür dileme ve affetme
saklı. Kendi bedenimize ve ruhumuza çok iyi bakma sözüne sahip. Gözlerimizden
kalbimize akan o sıcacık sevgiyi hissedelim. Bu öyle güzel ki. Kendisine böyle
bakan bir insanın; etrafındaki her canlıya aynı bakışlarla, aynı sıcacık
sevgiyle yaklaşacağını adım gibi biliyorum ben.
Oysa
bizler kendimizi hep ikinci planda tutmayı yeğliyor ve sevdiklerimiz adına bir
şeyler yapmaya çalışıyoruz. Elbette bu da çok keyifli. İçtenlikle yaptığımız
için mutlu da oluyoruz. Ama kendimizi hep arka planda tutmak; geçen zaman içinde
bizi yormaya başlıyor. Mutluluğumuz, onların mutluluğuna ve iyi olmalarına
endeksli çünkü. Hırpalanıyoruz içten içe.
Hele
hele kendimizi başkalarına emanet ettiysek vay bizim halimize. Kendi hayatımızı,
vereceğimiz kararları, atacağımız adımları hep başkaları belirliyor. Başlarda kolayımıza
geliyor belki de. Ama biliyor musunuz; bunu yaparken özgürlüğümüzü altın
tepside sunduğumuzun farkında bile değiliz.
Sorumluluktan kaçan yanımız mı
bizlere bunu yaptıran bilemiyorum. Sonuçta hataları başkalarına yükleyerek
kolaya kaçıyoruz. Yol ayırımlarındaki kararların sadece bizimle alakalı
olduğunu görmezden geliyoruz. Ve beklenen son.
Hayatımızı istediğimiz gibi şekillendiremiyoruz. Sonra da en çok üzülen
biz oluyoruz. Yalan mı?
Hayatta
her şeye rağmen cesur olmak bu kadar mı zor? Kısacık bir zaman dilimindeyiz
hepimiz.
Cesaretle atılmak varken yaşamın içine; hep çekingen ve korkak kalmak
niye? Kavga, kin, nefret ve öfke içinde yaşamanın kime yararı var ki? Hiç kimseye.
Paulo
Coelho’nun dediği gibi tıpkı. Risk almaktan korkuyoruz. Hatta olayların kendi
kontrolümüz dışında değişeceğini düşününce dehşete kapılıyoruz.
Üstelik
biz cesareti öyle yanlış tanımlamışız ki ruhumuzda. Cesur olan bir insanı
korkusuz sanıyoruz. O da korkuyor aslında hem de deliler gibi. Ama korkularına
rağmen durmuyor. Harekete geçiyor. İşte gerçek cesaret.
Hayattan
korkmadan, yeri geldiğinde korkularına rağmen özgürce ve hayallerince
yaşayabilmeyi öğrenmeli insan. Yaşı kaç olursa olsun, fark etmiyor.
Yakaladığımız noktada sarılmak gerek hayata. Böyle yazılacak bir yaşam öyküsü
hepimize nasip olsun.
‘Sekiz
Saniye’ filmini izleyenler hatırlayacaklardır. Bize yaşamın yanıp sönen bir
ışık kadar kısa olduğunu anlatan satırlarını da. Sadece 8 saniye. Düşünsenize. Derin
bir nefes aldık ve daha verirken bitti bile.
Önce
8 saniyeyi açıklamama izin verin lütfen; filmi izlemeyenler için.
Güneşimiz, Samanyolu merkezinin çevresinde yaklaşık 26.000 ışık yılı uzaklıkta dönüyor. Bu
o kadar uzun bir yol ki. Bir tam dönüşünü 225-250 milyon yılda bir ancak tamamlıyor.
Yaklaşık yörünge hızı saniyede 220 km. Bu ise her 1400 yılda 1 ışık yılı demek.
Dolayısıyla güneşin perspektifinden dünyaya bakalım mı? Ortalama bir insan ömrünü
70-80 yıl kabul edersek; bu rakam yaklaşık 8 saniyeye denk geliyor. Bu kadar
kısacık bir zaman dilimi işte yaşadıklarımız.
Bunu
fark ettiğimizde hayatın ne denli kıymetli olduğunu daha iyi anlıyor insan.
Öyle değil mi? Üstelik zamanımızın büyük bir kısmı da uykuda geçiriyoruz. Ve
hepsinin toplamında kocaman bir sır var; bilemediğimiz. Ancak yaşayarak
görebileceğimiz.
Kendimizin,
sevgimizin farkında olarak işe başlamak de en doğrusu elbette. Böylece hayatın
ne kadar MUHTEŞEM olduğunu anlayabiliriz. Kendi özümüzden bütüne doğru sevgiyle
yol alırken; heybemize muhteşem anlarımızı eklememize kimse mani olamaz.
İşte
bu sebepten; aynada ilk kendimize gülümsememiz önemli. Yine işte bu sebepten; emanetimize sevgimizle KENDİMİZİN
sahip çıkması gerekli.
Haydi
gelin rutin olarak yaptığımız her şeyi kırarak başlayalım işe. Farkında olmadan
yaptığımız her hareketi farklı yollardan, farklı şekillerde yapalım. İçine
mutlaka sevgimizi katalım. Hayatın her anından keyif alarak soluklanalım,
koşturalım, yaşayalım.
Uzmanlar
‘’Farkında olmak farkındalıktır. Tesadüfleri fark etmektir.’’ diyor. Katılmamak
elde mi?
Düşüncelerimizi
fark ediyoruz. Ağzımızdan çıkan sözcükleri fark ediyoruz. Onları sevgiyle
süslüyoruz. Davranışlarımızı fark ediyoruz. Zarafetin tınılarından ve saygının
kulvarından hiç ayrılmıyoruz. Sonuç mu? Hem kendimize hem etrafımıza;
yaşanabilir, gülümseten bir hayatın yollarını açıyoruz.
Tıpkı
ünlü Hintli düşünür Buda’nın dediği gibi.
‘'Kelimeler;
hem doğru hem de zarifse dünyayı bile değiştirebilirler. ‘’
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
08.04.2015
Kaynak:
Ömer Faruk Sorak imzalı, 2015 yapımı ‘SEKİZ Saniye’ filmi; http://www.sonsuzsifa.com.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder