27 Şubat 2011 Pazar

SEVİNMENİN BEDELİ OLUR MU?



İnsani duygularımızın en naiflerinden bir tanesidir sevinmek, sevincimizi paylaşmak. Bu öylesine yoğun bir duygu armonisidir ki, o sevinç tınıları kalbimizi gümbür gümbür çarptırırken çoğu kez ne yapacağımızı bilemez ve istem dışı pek çok eylemde bulunuruz. Sevincimizin paylaşarak artacağını biliriz bilmesine ama yine de aşırılığa kaçar, egomuzu tatmin etmek adına farklı yollara başvururuz.

Nişan, düğün, dernek gibi çoşkulu anlarımızı elimize geçirdiğimiz tabancaları birbiri ardına sıkarak adeta zamana mıhlamaya çalışırız. Nereye isabet edeceğini düşünmeden, bilinçsizce sevincimizi cümle aleme duyurduğumuzu zannederiz.

Bu davranış şeklini anlamak mümkün değil, bence hiçbir gerekçesi de yok. İnsanlar neden sevinince, mutlu olunca  tabancanın o soğuk yüzünü hatırlar ki? Gövde gösterisi yapmak için mi? Üstünlüğünü çevresindekilere ispat etmek adına mı? Bilemiyorum…

Konunun uzmanları bu aşırı davranış şeklini benimseyen ve sevindiklerinde tabancalarına sarılıp etraflarındaki hiç kimseyi umursamadan birbiri ardına kurşun sıkanların, normal insanların davranışlarından hayli uzak olduklarında hemfikirler. Yani normal insanların sevinçlerini yaşamalarında bu tarz aşırılıklar yok. Evlenme törenleri, düğünler, sünnetler, askere uğurlamalar, maç sonraları, eğlence yerleri, barlar bu tarz aşırılıklara sahip insanlarla dolu ne yazık ki. Havaya, sağ, sola bilinçsizce sıkılan kurşunlar ve hedef tahtası haline gelen nice masum can. Bazen bir çocuk, bazen bir gelin, bazen bir asker yolcusu olabiliyor bundan nasibini alan. Haberler sık sık bu can sıkıcı olayları veriyor. Veriyor da sonuç değişiyor mu? Hayır! Üstelik tabanca almanın, o soğuk ve sevimsiz nesneye sahip olmanın yaşı gerilere çekilerek, elinden tabancasını düşürmeyen, tabancaya özendiren sakıncalı nice diziye prim verilerek destekleniyor.

Oysa ki ortada hiçbir sebep yokken, üstelik en mutlu günlerinde bazı insanların düşüncesiz davranışları nedeniyle ortamlar bir anda kararıyor. Sevinç gözyaşları yerini hüzün gözyaşlarına bırakıyor. Kimi hastanelerde aylarca yaşam mücadelesi veriyor, kimi o anda yaşamını yitiriyor, kimiyse sakat kalıyor. Bunu hesabını ise kimseler veremiyor. Yaşayan yaşadığı zorlukla tek başına kalıyor, üzüntüsünü içine gömüyor kaderine isyan ediyor. Tabancasıyla ortalığı bir kabus yerine döndürenler ise ellerini kollarını sallaya sallaya geziniyor, bir başka yerde bir başka sevinç anında kurşunlarını sıkmak için pusuda bekleyerek.

Çocukluktan itibaren verilen eğitimin eksikliği, oyuncak olarak tabancaların tercih edilmesi, insan canının her şeyin üstünde olmasının yeterince kafalara yer etmemesi, bencilliğin egonun pompalanması bunun sebeplerinden sadece bir kaçı. Verilen cezaların yetersizliği, caydırıcı unsurlardan uzak kalması, kişiye yaptığının kötü bir şey olduğunun yeterince açıklanmaması da tuzu biberi.

Düzeyli  ve saygın bir yaşam, seviyeli davranış şekilleriyle mümkün. O halde sevinçlerimizde, eğlencelerimizde ve en mutlu günlerimizde kendimize daha bir sahip olmak zamanı şimdi. Daha fazla canı acıtmadan, daha çok insanı yaralamadan buna bir dur diyelim. Haydi hep beraber…

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

26.05.2005

ÇİÇEKLERİM TAZE HANIMMMM...



Sıcak ya da soğuk… Kış ya da yaz… Güneş, yağmur, rüzgar, hatta kar… hiç fark etmiyor onlar için. Sabah erkenden başlayan koşturmaları, akşam saatlerine değin devam ediyor. Yaşadıkları yoğun ve çetin şartlara rağmen yüzlerinden tebessümleri ve ağızlarından gönül çelen lafları hiç eksik olmuyor.

Yaşamları rengarenk çiçeklerin içinde geçiyor. Mevsimine göre en taze, en diri ve en güzel kokulu çiçekler hep onların elinde hayat buluyor.

Birbirinden güzel ve narin çiçekleri bozmadan müşterilere ulaştırma telaşı içindeyken; gözleri çiçeklerinde, akılları ise evlerinde, çocuklarında, belki akşama hazırlayacakları yemeklerinde, belki de ödeyecekleri bir faturanın yetişme telaşında. Ama yüzleri hep güleç, sanki hiç dert ve tasaları yokmuşcasına. Sanki çiçeklerin baygın kokuları ve birbirini adeta kıskandıran renkleri arasında hep sakin, hep dingin ve hep pozitif bir ruh hali içindeymişcesine.

Sürekli dışarıda olmanın, güneş altında kalmanın izleri yüzlerinde, bedenlerinde ve hatta ellerinde. Sığınacak bir yerleri yok, sokak ortasındalar. Altlarında bir tabure, üstlerinde derme çatma bir şemsiye ile. Kimi yanında çocuğu ile katlanıyor bu zor şartlara, kimi yalnız. Ama hepsinin yüzünde tebessüm, gözlerinde umut ve yaşama telaşı var.

Müşterileri ile ilişkileri, zor beğenen ve kararsız insanları bile ikna yetenekleri çoğu pazarlamacıya ders olacak nitelikte. Sadece fiyat sormak için uğrasanız bile elinizde bir çiçek demetiyle evinize dönmeniz içten bile değil. Onlarla pazarlık zor üstelik pek bir işe yaramıyor, çünkü öyle dil döküyor, öyle laf kalabalığı yapıyor ve tatlı tatlı ruhunuza dokunuyorlar ki; ne olduğunu anlayamadan çiçekle kendinizi baş başa buluveriyorsunuz bir anda.

Özel günler, kutlamalar, bayramlar, onların en sevdiği günler; çünkü böyle günlerde ellerindeki çiçeklerin çoğunu zorlanmadan satacaklarını ve evlerine elleri kolları dolu döneceklerini iyi biliyorlar.

Çiçeklerin rengini, kokusunu, mevsimini adeta ruhlarında taşıyorlar. Müşterileri ile diyaloglarında da bu ruhu yansıttıkları için olsa gerek, yoldan geçen çoğu insanı kalplerinde yakalamaları an meselesi.

Her meslek zordur, her mesleğin kendine göre yıpratıcı tarafları vardır elbette. İşte sokakta çiçek satmak, sabahtan akşama kadar çiçeklerin içinde; ama akılları evlerinde, çoluk çocuğunda olmak, yaşama telaşında sıcakla soğukla mücadele etmek de bunlardan bir tanesi.

Yakında tek tip giysilerle, küçük vitrinlerinde çiçeklerini satmaya zorlansalar da İstanbul sokaklarının değişik bir rengi, hoş bir mozaiği olduklarını kabul etmek lazım. Onların önünden geçerken yüzlerine, oturuşlarına, konuşmalarına, çiçeklerle ilgilenişlerine daha bir dikkatli bakın derim ben. Her birinde ne hikayeler saklı olduğuna siz bile inanamayacaksınız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.02.2011

21 Şubat 2011 Pazartesi

KIYAS KABUL ETMEZ



Öyle mutluyum ki kıyas kabul etmez. Hissettiklerim, duygularım öyle derinlerde ve güçlü ki benden daha mutlusu yoktur diye düşünüyorum, dünyada hatta tüm evrende. Böyle hissedebilmek ne kadar güzel… Kimseyle kıyaslama yapmıyorum çünkü, duygularımı özgürce yaşıyorum. Başkaları benden daha mutlu mu değil mi ilgilenmiyorum bile. Mühim olan benim hissettiklerim, benim duygularım…

Mutluluk, sevinç, para, ev, eşya, araba, giysi,… bizler sahip olduklarımızla mutluysak neden kıyaslama yapıp canımızı sıkalım ki? Tamam bizden daha  iyi şartlarda yaşayan, maddiyat anlamında çok daha güçlüler vardır mutlaka; ancak onlar bizler kadar mutlu olmayabilirler. Üstelik kıyaslama yapmanın bazı durumlarda itici güç etkisi yaptığı da doğrudur, ama sadece o kadar. Abartıldığında, hasetle, kıskançlıkla birleştiğinde bizi üzeceği kesin. Her defasında bizden daha iyi pozisyonda olanların varlıklarını görüp bizde neden olmadığını sorgulayacak ve onda var bende yok diyerek hayıflanacak; elimizdekilerin kıymetini görmezden geleceğiz.

O nedenle yapılacak tek şey beklentilerimizi, kıyaslamalarımızı düşük tutabilmek. Elimizdekilerin ne denli değerli olduğunun her defasında farkına varabilmek. Onları kaybetmeden mutluluğumuzu doyasıya yaşamak. İşte yaşamdan tat almanın sırrı bu.

Yoksa bugünümüzü dünümüz ile kıyaslayıp, hatalarımıza üzülüp, keşke’ler içinde kıvranırsak; anılarımızın bizi üzen ve yaralayan kısımlarına kafamızı takarsak mutsuzluk bizi prangalara bağlar ve en diplere çekmeye başlar.

Oysa ki hayat üzülmeye değmeyecek kadar değerli, tıpkı altın bir hazine misali. Mutluluk ise onun anlamını artıran, bize umut aşılayan, yaşama gücü veren, hayaller kurmamızı destekleyen yegane duygu. Sırası geldiğinde minicik bir mutluluk kırıntısı bile yaralarımıza merhem gibi gelir. O nedenle mutluluğu yaşatmaya, içimizdeki o güzel duyguları harekete geçirmeye hiç son vermeyelim. Sonrası? Sonrası yok ki. Mutlu olduğun ölçüde hayattasın demektir, daha ne olsun?

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

15.07.2010
Salamis

ANNELER VE KIZLARI...




Öyle ilişkiler vardır ki insan hayatında hiçbir zaman unutulmaz. Birbirlerine yükledikleri misyonla yıllar içinde gökkuşağının binbir değişik rengine bürünse de hep içimizi ısıtır, hep yanımızda, hep kalbimizin en özel yerindedir. Yaşamımız boyunca içimizi titreten bu eşsiz sevgi armonisinin kahramanları ise çok özel bir ikilidir.

Anneler ve kızları…

İki farklı nesil, iki farklı yaş aralığında salınan…  

Ama her zaman beraber atan bir yürekle…

Bir kız annesi olmak ve annesinin sevgisiyle büyüyebilecek kadar şanslı bir kız çocuğu olarak doğmak…

Anneler ve kızları…

Birbirlerinden kopartılamayacak kadar sağlam ve derin bağlarla bağlı olan bu güzel ikili için dile getirilecek o denli anlamlı söz var ki… Doğduğu andan itibaren cicili bicili rengarenk giysilerle süslediğimiz , kendimizden çok onların mutlu olmasını dilediğimiz kızlarımız; canımızın, kanımızın birer parçası olarak yetişirken zaman içinde bizlerin en yakın arkadaşı, sırdaşı ve dostu olan kalbimizin en değerli varlıkları…

Bunu başarabilen şanslı annelerdenseniz değmeyin keyfinize…

Ama ne kadar genç yaşta anne olursanız olun; aradaki yaş ve nesil farkına yenik düşüp herkes kendi çağının diretmelerini öne sürüyor, kendi yaşını yaşamak istiyorsa; kalplerdeki o yoğun sevgi bile çatışmaların, kavgaların önüne geçemiyor ne yazık ki. Biz anneler kızlarımızdan daha çok olgunluk beklerken ve  herşeyi kendi kuşağımızdakilerle kıyaslarken; kızlarımızda biz annelerin aşırı düşkünlüğünü, her şeylerini paylaşacak en yakın arkadaşları olma isteğimizi, gelecekleri ile  ilgili endişelerimizi  anlamak istemiyorlar belli ki… oysa ki  bu güzel ikilinin sırdaşlığı, arkadaşlığı, sımsıcak sevgileri  kavgalarından, tartışmalarından çok daha önemli bence ve dile getirilmeli özgürce.

Geçtiğimiz yıllarda Mersin’de, Konya’da ölümle sonuçlanan anne kız tartışması; Pakize Suda’nın kız kardeşleri ile beraber annesiyle hep çatıştığını anlatan köşe yazısı, bunu hastalıklı bir sevgiye benzetmesi,’’ anneler ve kızları hiçbir zaman anlaşamazlar’’ diyerek kesin hüküm koyması, hatta bunu kadınlar arası düşmanlığa benzetmesi…  o dönemlerde beni çok düşündürdü ve üzdü açıkcası.

Yaşamı boyunca annesiyle arkadaş olan ve hiçbir çatışma yaşamayanlar için anlaşılması zor olsa da çevremden edindiğim izlenimler bu örneklerin çoğunlukta olduğunu gösteriyor.

Bunun nedenini çoğunlukla ‘baskın karakter hegemonyası’ na bağlıyor konunun uzmanları. Bu tarz insanlar yaradılışları gereği hemen her şey üzerinde söz sahibi olmak isteyen, kurdukları otorite zincirinin koparılmasına asla izin vermeyen kişiler ve anne olduklarında da bu özelliklerini devam ettiriyorlar özellikle kızlarına karşı. Sevdiklerini o zincirin içine hapsettiklerinin farkına dahi varmadan kurdukları düzenin en iyisini olduğunu düşünüyor, bu düşüncelerinden taviz vermiyorlar. Adeta ‘’benim dediğim doğrudur, seçtiğim yol yürünecek en doğru yoldur’’ diyerek inat ediyorlar. Sevdiklerinin hislerine, düşüncelerine zaman ayırmayı, istediklerini dinlemeyi akıllarına dahi getirmiyorlar. İşte böylesi baskın karaktere sahip bir anne kızıyla istemese de sürekli çatışmalar yaşıyor. İşleri hayli zor olan kızları ise yaşantılarının büyük bir bölümünü kendilerini annelerine beğendirmekle, bir iki övgü dolu sözü duymak adına çabalamakla geçiriyor. Kendi mutluluklarını hiçe sayıp sadece annelerini mutlu etmek adına didinip duruyorlar. Annelerinin istediği mesleği seçip, yine annelerinin önerdiği eş adayı ile evleniyor ve bir gözleri annelerinde onlardan bir iki güzel söz duymak istiyorlar. Övgü dolu sözler duymak bir yana  her yaptıkları eleştirilince de zaman zaman didinmelerinin boşa gittiğini görüyor; içe kapanık, mutsuz bireyler haline geliyorlar. Geçen zaman içinde kendi mutsuzluklarını daha fazla ört bas edemedikleri patlama anlarında ise anneleriyle karşı karşıya gelip hiç istemedikleri sözleri sarf ediyor, akıllarına dahi getirmedikleri eylemlerde bulunabiliyorlar. Etkiye tepki misali bu tarz bir durum her iki tarafı da fazlası ile yıpratıyor.


Anne kız ilişkisini son derece naif ve sevgi dolu olarak yaşayan, tadan birisi olarak annelerin kızlarıyla neden sürekli çekiştiğini ben de anlamakta zorluk çekiyorum. Ve bu tarz örnekleri gördükçe tüm yaşamım boyunca ne denli şanslı olduğumu her defasında bir kez daha anlıyorum.

Çünkü ben canım annemle tüm yaşamım boyunca öyle iyi anlaştım ki… O benim her zaman için en yakın arkadaşım, dostum, sırdaşım oldu. Çocukluğum mis gibi kurabiye kokan bir evde annemle ve ablamla  oyunlar oynayarak geçti. Okuldan eve geldiğimde beni sımsıcak karşılayan annemin o güzel gülümsemesini nasıl unutabilirim. Genç kızlığımda ve evlendikten sonra ise o sıcacık gülümsemesi hep benimle beraber oldu; dertlerimde üzüntülerimde içimi aydınlattı. Evet onu kaybedeli yıllar oldu, ama o gökyüzünün uzak diyarlarından rüyalarıma gelerek içimi aydınlatmaya, bana sevgisini hissettirmeye  devam ediyor.  

Şimdi ben de bir kız annesiyim ve annem kadar olamasa bile elimden gelen tüm gayretle canımın yanındayım. Ve dilerim ki ileride kızımda benden, benim annemden bahsettiği gibi güzel bahseder ve beni her andıkça yüzündeki gülümseme anlamına anlam katar.

Bir oğlum olmadığı için anne oğul arasındaki diğer muhteşem ilişkinin boyutlarını henüz bilmiyorum. Henüz diyorum çünkü vakti zamanı gelip, canımın canı kızım evlendiğinde laf aramızda hazıra konacak ve aslan gibi bir oğul  sahibi olacağım. Tıpkı annemin dediği gibi ben de onu en az kızım kadar sevecek, kalbimin en özel yerinde koruyacağım. Darısı tüm annelerin ve kızların başına olsun ve aralarındaki bu naif sevgi hep güzelliklerle hatırlansın.

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

24.02.2010   

19 Şubat 2011 Cumartesi

HEP BAŞKASINDAN BEKLEMEK


Hep başkalarından bir şeyler beklemek. İlk adımı atarken hep zorlanmak ve öncelikle diğerlerinin harekete geçmesini beklemek… Yolda yürürken ilk selamı, ilk tebessümü, sabahsa ilk günaydını, ilk merhabayı hep içimizde saklamak. Onlar vermezse umursamadan geçip gitmek. Üstelik ne kadar duyarsız olduklarını düşünmek…

İkili ilişkilerde, arkadaşlıklarda, dostluklarda ya da evliliklerde aradaki sevgiye, saygıya sadık kalmalarını beklemek, ama aynı titizliği, aynı hassasiyeti göstermeden yaşamak…

Kendi mutsuzluğumuzu dahi başkalarına yüklemek, mutluluğu onlardan beklemek; sadece kendi içimizde olduğunu fark etmeden hayatı ıskalamak…

Kolaycılığa kaçmak, kendimize veremediğimiz şeyleri başkalarından bekleyerek çelişkiye düştüğümüzün farkında olamamak…

Aslında ne kadar önemli. Hem kendi içimizde daha dingin, hem de çevremizdeki insanlarla daha uyumlu ve mutlu yaşamamızı etkileyen bir davranış biçimi. Yaşamın koşturması içindeyken fark etmesek de, şöyle bir durup düşündüğümüzde ne çok şeyi başkalarından beklediğimizi, bizim ise ne kadar az şey yaptığımızı görüyor insan.

Birinden bir şey isterken, bir şey beklerken kendi yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı düşünebilsek önce. 

Kendimizin uygulayamadığı bir şeyi başkasından istemenin insafsızlık olduğunu unutmadan… Yani  insanlardan beklentilerimizle, kendi yaptıklarımız farklılıklar göstermese. Oysa ki bizler genelde politik davranıyor, zaman zaman yalana baş vuruyor ve nedense taşı hep kendimize taraf yontuyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz?

İnandığımız ve dile getirdiğimiz pek çok şeyi neden önce kendimizde görmeyi denemiyoruz? Bu şekliyle isteklerimizde tamamen haklı olacağımız gerçeğini de mi unutuyoruz?

İşin hep kolayına kaçmak, olayları hep kendi menfaatlerimize göre yorumlamak; işimize daha kolay geldiği, menfaatlerimiz bizi buna yönlendirdiği için olmasın sakın?

Elbette herkes kendinden sorumludur. Herkesin bir kapasitesi ve olaylara yaklaşım biçimi vardır. Herkesten her şeyi aynı şeklide başarmasını beklemek aşırı iyimserlik olur ancak; bazı değerler vardır ki bunlar toplum içinde yaşayan herkeste mutlaka olmalıdır.

Örneğin dürüstlük en büyük olgulardan biridir. Ancak siz dürüst değilseniz karşınızdaki insanlardan dürüst olmalarını nasıl beklersiniz? Siz hep yalana başvurup, beyaz yalan komedisinin içinde yaşamayı kendinize ilke edinmişken; insanlardan doğru sözler beklemek olur mu?

Kendini bilmenin, kendi değerlerinin ve özelliklerinin farkında olmanın sonucunda beklentilerimizi sınırlandırmalıyız. Sahip olamadığımız, üstelik sahip olmak için gayret dahi göstermediğimiz bir takım meziyetleri başkalarından istemek bencillik değil mi?   

Toplumda yalnız yaşamadığımız gerçeğinden hareketle; gelin hepimiz kendi çapımızda ve gücümüz oranında katkı sağlamaya çalışalım yaşama. Gerektiği an ve zamanlarda suskun kalarak, gerektiği yerlerde bir değil defalarca düşünerek ama korkmadan, cesaretle paylaşalım hayatın zorluklarını da mutluluklarını da. Hep birlikte el ele.

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

26.04.2007

15 Şubat 2011 Salı

İSTANBUL’A FARKLI BİR BAKIŞ


Bir zamanlar insanların taşı toprağı altın diyerek koştukları dünyanın en güzel şehri…

Günümüzde ise çoğunun kaçmak için adeta gün saydığı, emeklilik sonrası terk etmeye hazırlandığı; kalabalığından, zorluklarından yaka silktikleri bir kaos ortamı. Sınırları, ucu bucağı her geçen gün genişleyen, nüfusu katlanarak artan; güzelliği ile çirkinliğini bir arada barındıran bir dünya şehri…

Hızlı temposuna kendinizi kaptırdığınızda maalesef güzelliklerini göremez hale geldiğiniz, beton yığınları ve trafik seli içindeyken nefes almaya zorlandığınız; ayrı kaldığınızda ise her şeyini özlediğiniz ve her seferinde ne onunla ne de onsuz yaşayamayacağınızı anladığınız bir garip şehir…

Birçok yazarın romanına, şiirine konu olan büyülü ve mistik bir dünya…

İstanbul… anlatması da yaşaması kadar zor…

Boğazı, birbirinden güzel yalıları, tarih kokan sarayları ve camileri ile destansı bir şehir…

Adaları, boğazın iki yanındaki dantel misali kıyıları, bahar ayını müjdeleyen erguvanları, yaz geceleri gökten aşağılara süzülen yıldız seli ve mis gibi  deniz kokusu ile çekici bir şehir…

İstanbul… anlatması da yaşaması kadar zor…

Gerek yeri ve konumu, gerekse dokusuyla dünyanın en nadide şehirlerinden bir tanesi olan İstanbul’da yaşamak bir ayrıcalık, bir tat ama; zorluklarını, kaosunu, kalabalığını göz ardı etmek de neredeyse imkansız. Burası öyle tempolu ve bilinmezliklerle dolu bir şehir ki her an her şeyle karşılaşmanız mümkün. Bu nedenle kendiniz için değilse bile sevdikleriniz için endişe eder; gözünüzden sakındığınız çocuklarınızı okula, eşinizi işe yol ederken içinizin titremesine mani olamazsınız. Gün içinde gazeteyi açıp sayfalarını karıştırdığınızda ya da akşam olup haberleri izlediğinizde gördüğünüz tablo içinizi öylesine acıtır ki; elinizde olmadan merak edersiniz onları. 
Sevginize endişeli bekleyişler yarenlik ederken onlarla akşam sofrasında tekrar buluşuncaya kadar kulağınız hep kapıdadır.

Aslında tüm bunlar,  büyük şehirde yaşamanın olmazsa olmaz kuralıdır. Gülü sevenin dikenine katlanması misali… Günün her saati yaşayan bir şehir olduğu için, gündüz yaşanan tehlikelere, karanlık çöküp ortalık gecenin ıssızlığına büründüğünde ise yenileri eklenir.

Geceleri gözlerimizi kamaştıran o büyülü ışık seli içinde lüks arabaları ve pahalı giyimleri ile salınan kesime inat nice yitip gidenler vardır arka sokaklarda. Yaşaması zor bu şehir tinercileri, sokak çocuklarını, evsizleri de bünyesinde barındırır hem de sayıları devamlı artarak.

Burası öyle bir şehirdir ki yolda yürürken de gasp edilebilirsiniz, arabanızın içinde daha emniyetli olduğunuzu düşündüğünüz bir anda da; gece de gündüz de. Bunun bir önlemi yoktur maalesef.

Bir semt pazarında da cüzdanınızı çarptıra bilirsiniz, Akmerkez ya da Kanyon gibi lüks alışveriş mekanlarında da. Bunun da bir ölçüsü yoktur.

Gün gelir küçücük salaş bir lokantada da kazıklanırsınız, boğaza nazır lüks bir lokantada da.

Tüm adımlarınızı dikkatli atmak durumundasınızdır bu şehirde, bir anlık dalgınlık ya da boş vermişlik size çok şeye mal olabilir, hatta canınıza bile.

Kaldırımda yürürken araba çarpabilir, otobüs beklerken kamyonun altında kalabilirsiniz, inmek için sıranızı beklediğiniz vapur iskelesinde denize düşebilirsiniz, banliyö trenlerinde tacize uğrayabilirsiniz. Her şey mümkündür bu kocaman metropolde. Canınız, malınız her şeyiniz tehlike altındadır bilirsiniz; bilirsiniz de yine de seversiniz, yine de vazgeçemezsiniz burada yaşamaktan. 

Öyle bir sihri, öyle bir büyüsü vardır işte bu şehrin.


Bir şehir ki huzurla huzursuzluk, güzellikle çirkinlik, karmaşa ile dinginlik, saygı ile saygısızlık aynı anda yaşanır. Belki de bizlere vazgeçilmez gelen budur. Bir terazinin kefelerinde karşı karşıya salınır dururlar. Bazen bir taraf ağır basar, bazen öteki. Tam yeter artık dediğimiz bir anda öyle bir güzelliğini gösterir ki cazibesine dayanamazsınız.

Güzel şehirdir İstanbul, yaşanılası şehirdir tüm zorluklarına, tüm zorlamalarına, tüm engellerine rağmen.

Bu büyülü şehirden ayrı kalanlara ve özleyenlere  bir avuç deniz kokusu, bir avuç yıldız yolluyorum boğazın mis gibi gece esintisinden. Kim bilir kulaklarına İstanbul’u fısıldarken belki ruhlarına da iyi gelir diye…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.12.2006

13 Şubat 2011 Pazar

OTİZMİN BİLİNMEYEN DÜNYASI


Hayatın gerçekleri ve acımasız yüzü bazen hiç beklemediğiniz anlarda kapınızı çalar. Birden bire o güne değin hiç bilmediğiniz, ismini dahi duymadığınız bir şekliyle karşınıza dikiliverir. Anne olmanın o tatlı heyecanları içinde dünyaya getirdiğiniz yavrunuzu hayata en iyi şeklide hazırlama planları yapar ve sizi gülümseten hayaller kurarken aniden 'ben buradayım' der. Evet davetsiz gelmiştir, evet kabul edilmesi son derece zordur ama gerçektir. Gün gelip yavrunuzla aranızdaki iletişimde aksaklıklar olduğunu gözlemlediğiniz o anlarda yüzünüzde bir tokat misali patlar, içinizi yakar.

Nereden gelmiştir, neden sizi ve yavrunuzu bulmuştur? Sorular birbirini kovalarken bir suçlu arasınız. Ama suçlu yoktur ki…

Korkarsınız, çünkü bilmezsiniz. İnsanlar bilmedikleri şeylerden korkarlar. Kabullenmeden, çocuğunuza kondurmadan önce öğrenmeye çalışırsınız. Doktorların söylediklerinin çoğu kulaklarınızda çınlar, sizi ve yavrunuzu tam olarak nelerin beklediğini o anlarda algılamanız zordur.

Ama anne olmak, dünyaya getirdiği yavrusuyla her zorluğa mücadele etmektir. Anne olmak onun için hayata savaş açmak demektir. Yılmamak, pes etmemek, en yetkili ağızlar ümit yok dese bile iyileşeceğine tüm kalbiyle inanmak demektir. Sırtında yavrusu ile en zor yokuşları azimle tırmanmak, yavrusunun bir adım iyileşme umudu için gerekirse canını ortaya koymak demektir.

Otizm… pek çoğumuzun ismini dahi yeni yeni duyduğu, anlamını kavramakta zorluk çektiği bir hastalık. Tıpkı downsendromu gibi. Farkı, downsendromunda bir tek fazla kromozomun oyun oynaması. Otizmde ise böylesi bir fark yok. Nedeni tam olarak çözülmüş değil.

Otizm; doktorların deyimiyle doğuştan gelen ya da yaşamın ilk üç yılında ortaya çıkan nörolojik bir bozukluk. Sadece beynin yapısını ya da işleyişini etkileyen bazı sinir sistemi sorunlarından kaynaklandığı sanılıyor. Çevresel faktörler de tetikliyor. Genetik sırrı hala belirsiz. Tedeavi eden herhangi bir ilacı yok. Her yüzeli çocuktan birini etkiliyor.

Otizmli çocuklar başkalarının söylediklerini anlamakta zorlandıkları için etkileşime geçmekten kaçınıyorlar. Dil ve iletişim becerileri yetersiz. Hayatın rutin akışı içinde bizlere normal gelen yaşamsal hareketlere farklı tepkiler gösteriyorlar. Bizlerin rahatsız olmadığı, kanıksadığı çoğu sesi duyuyor olmak onları rahatsız ediyor. Göz teması kurmak istemiyor, sarılmaktan kaçınıyor, tepkilerini bizlerden farklı şekillerde dile getiriyorlar. Çoğunda yoğun takıntılı davranışlar gözlemleniyor.

Biz onları yeterince anlayamadığımız içinde içlerine kapanıyor, huzursuzluklarını, isyanlarını hırçınlıkla ifade etmeye çalışıyorlar. Oysa ki otizmli çocuk da çocuktur. Bizim çocuklarımızdan tek farkı algılamadaki seçiciliği ve gösterdiği tepkilerdir o kadar. Onlara bu bilinçle yaklaşmak, kabul etmek bizlerin yapabileceği tek şey belki de. Sorgulamadan, aşağılamadan, kızmadan, kendi çocuklarımıza yaklaşmalarına izin vererek topluma girişlerini kolaylaştırmak bir de.

Otizm de diğer hastalıklar gibi tek bir şekliyle göstermiyor yüzünü. Kimi çocukta çok hafif belirtiler varken kiminde ağır seyrediyor. Kimi çocuk erken tanı ve iyi eğitimin desteği ile normal çocukların arasına daha kolay karışıyor ve hayatı bir anlamda kurtulmuş oluyor. Kimi çocukta ise tanı konması yıllar alabiliyor, anne babasının kabullenmesi ve zor yaşamsal şartlara bir de eğitimden uzak kalma gibi nedenler eklenince çok ağır bir tablo şeklinde ortaya çıkıyor. Sorunlu çocuk olarak geçen hayatı sorunlu ve anlaşılamayan bir yetişkin birey olarak, toplumdan dışlanmış şekliyle devam ediyor ne yazık ki.

İşte tüm bu nedenlerle; otizm zor bir hastalık, ama iyileşme umudu yüksek. Yeter ki bu hastalık hakkında bilgi sahibi olunsun ve çok erken tanı ile gerekli eğitim verilsin. Toplumdaki herkesin bu hastalığı yeterince tanımasının otizmli çocukların ve ailelerin hayatını kolaylaştıracağı ise çok açık.

Bir çocuğa otizm tanısı konmasının bile hayli zaman aldığını; geçen her anın iyileşme umutlarından onları biraz daha uzaklaştırdığını düşünecek olursak, bu hastalığın okul öncesi yaşlarda alınacak eğitimlerle birebir ilgili olduğunu göz ardı etmeden hızlı hareket etmek gerektiğini anlayabiliriz.

Bilim adamlarının dediğine göre; eğitime üç dört yaşından önce başlaması en az yirmi saat eğitim verilmesi ve özel yöntemler kullanılması gerekli. Böylece sorunlarından büyük ölçüde kurtulmaları mümkün. Ancak eğitim oldukça zahmetli ve pahalı olduğu için herkese ulaşması çok zor.

Herhangi bir yerde karşılaştığımız bir çocuk diğerlerinden farklı davranışlar sergiliyor, bağırıp çağırıyor, kendini yerlere atıyorsa nedensiz değildir. Çocuğun çok şımarık olduğunu, ailesinin yeterli disiplini veremediğini düşünmek yerine böyle bir olasılığın varlığını da göz ardı etmemek gerek. Bizlerin yapabileceği tek şey şimdilik bu. Onları anlamaya çalışmak, onları kabul etmek. Daha fazla içe kapanmalarına engel olmak. Gösterdikleri tepkileri yumuşatmak adına sevecenliğimizi korumak. Kısacası duyarlı bireyler olmak. Otizmli çocuklara ve ailelerine yalnız olmadıklarını hissettirmek. Hayatın zor mücadelesinde onların yanında olmak ve son söz olarak onları koşulsuz sevmek. Aslında bu kadar basit.

Daha duyarlı, sağlıklı ve sevecen bir dünyayı hepimizin bir adımı yaratacak; ne olur bunu unutmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.02.2011    

4 Şubat 2011 Cuma

EVLİLİKTE DENK OLMAK


Birine aşkla sevgiyle bağlanmak ve tüm ömrünü onunla beraber geçirmek istemek… ne kadar özel bir duygu değil mi? Çoğumuz için  nerede, ne zaman yakalayacağımızı bilemediğimiz ama, için için merak ve arzuyla beklediğimiz çok güzel bir dünya…

Peki ya o dünyada eşler arasında bir eşitlik yoksa; eğitim düzeyleri, kültürleri ve yetişme şekilleri birbirine taban taban zıtsa?

Filiz vermeye başlayan sevgi tohumlarını geri çevirmek, o sıcacık beraberliğe hayır demek kolay mı?
Çevrenin baskısı, ailelerin şiddetle karşı koymaları, kendi içimizdeki acaba’lar bu sevgiyi yok edebilir mi? Yoksa tam tersine körükler mi?

Örneğin üniversite mezunu birisinin ortaokul terk birisine aşık olması, bir master öğrencisinin ilkokulu bile zar zor bitirmiş birisi ile beraber olması ne derece doğru? Birbirlerini yeterince anlayabilirler mi?
Diğer bir deyişle ortada bir yanlışlık var mı, bu eksiklikler aradaki dengeyi bozar mı, mutluluğu gölgeler mi, her şeye rağmen beraberlik başlarsa eğer ömrü ne kadar sürer?

Bu sorulara cevap verebilmek, sadece şu tez doğru, diğerlerini düşünmek bile olmaz demek oldukça zor, öyle değil mi? İstisnalar elbette olabilir ama genel hatlarıyla bir şekilde orta dengeyi tutturmak, aradaki güzel duyguları yıpratmadan sevgiyle beslemek lazım diye düşünüyorum. Bunu yaparken de her iki taraf için  eğitimin ve kendini yetiştirmenin çok önemli olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Ben öyle üniversite mezunu gençler tanıyorum ki içleri bomboş; ama öyle ilkokul mezunları tanıyorum ki hayatın feleğinden geçmiş ve birçok şeyi yaşayarak öğrenmiş, kendisini yetiştirmiş. Bu nedenle kıyaslama yaparken daha geniş bir yelpazeden bakmak lazım biraz da. Beynin sonsuz kıvrımlarını kendisine yararlı şeylerle dolduranlar, hayatta hemen her konuda başarılı olurlar. Çünkü eksikliklerinin farkındadırlar ve onu tamamlamak adına sürekli uğraş verirler. Pek çok üniversite mezunu gençten daha bilgili, daha düzeyli olabilirler. Ama öte yandan üniversite yaşamının mesleki bilgi yanında gençlere verdiği şeylerde yansınamaz. Kültür yuvalarından uçan her kuş belirli bir bilgi birikimi kazanır. Gerisi ise kendisinin yine kendisine katacağı artılarla katmerlenir. Tüm bu birikimler ikili ilişkilerine yansır ve zorlukları yenmede sevenlerin en büyük yardımcısı olur.

Yine de aşkına, sevgisine güvenip gözünü tamamen kapatarak kendisini olayın akışına bırakmak yeri gelir insanı yanıltabilir. Kültür çatışmasını kimseler önleyemez, birikim eksikliğini kolay kolay tamamlayamaz. Asgari seviyede tutunmak, dengeyi bulmak önemlidir. Arada uçurum gibi engeller varsa onun önünde ne yazık ki aşkın dayanması zordur. Çünkü aşkı sevgiye dönüştürmek için zamana ve emeğe ihtiyaç duyulur. Elbette biraz da şansa.

Yaşamın zorlayıcı engelleri arasında her aşk binlerce kez sınavdan geçer. Ne derece dayanıklı olduğu, nerelerde yara bere alıp dağıldığı ise her durum ve şarta göre değişir.  İşte bu nedenle karşılıklı ilişkilerde denk olmayı da önemsemek gerekir. Gerisi biraz emek biraz gayret harcanarak kazanılacak güzel bir hayat paylaşımı olur. Siz ne dersiniz?

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

27.02.2007 

1 Şubat 2011 Salı

EN TATLI ALIŞKANLIK



Kahve… Türk’lerin yıllar önce tüm dünyaya yaydığı o eşsiz lezzet. Bir kez içip tadına bakanların bir daha kolay kolay vazgeçemediği en güzel keyif, en tatlı alışkanlık. Yemek sonralarının aranılan tadı. Dostlarla bir araya gelmenin en tatlı sebebi.

‘’Bir fincan acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır’’ diye boşa dememişler. Kahvenin o iç gıdıklayıcı afrodizyak kokusunu duymak, bir yudum alıp sohbeti derinleştirmek ne kadar güzeldir,  öyle değil mi? O anda arkadaşlarının, sevdiğinin, dostlarının; yanında her kim varsa onlarla paylaşımın güzelliğini hissetmek… İşte yaşamak!

İster şöyle bol köpüklü, bakır cezvede ve kısık ateşte, aheste aheste pişirilen bir Türk kahvesi olsun, ister  İtalyan cafelerinin binbir çeşit sunumlarıyla önünüze gelen değişik spesiyallerinden; sonuçta ilk yudumla beraber içinizi saran o tutkulu his ve ağzınızda bıraktığı o enfes tat, kokusu kadar bağımlı kılar sizi. Eğer yalnızsanız bir cafede veya evde, alır götürür ve eski anılarınızın kucağına yumuşacık bırakır. Eğer paylaşacak dostlarınız varsa yanınızda, en koyu sohbetlere yelken açılır hep beraber.

Bir gün bir yerde içilen bir kahve ve paylaşılan bir sohbet ise yıllar boyu unutulmaz. Hatırası her kahve kokusunu duyduğumuzda canlanır. Bazen o yer, bazen o kişi aklınıza düşüverir.

Bir arkadaşlığa başlamanın ilk adımıdır bazen; “ bir kahve içelim mi? ” sorusu. Tanışmanın, belki de dostluğa uzanacak ve yıllar boyu sürecek beraberliklerin ilk adımı.

Kimimiz sade, kimimiz şekerli içmeyi tercih eder klasik kahvesini. Kimimiz ise bir parça çikolata ya da lokumla süsler bu güzel keyfi. Tercihler, istekler hep kişiye özeldir. Bir kısmımız ise bol köpüklü kremalı bir cappucino ya da sütlü bir nescafé’den yana kullanır tercihini. Üstelik bazı insanlar sabahları uyanabilmek için ondan medet umarken, çoğu öğrenciler geceleri ayakta kalmak adına tercih eder.

Kahve bağımlılık yapar insanda. Bir kez denediniz mi, birkaç kez tekrar ettiniz mi, hep ister olursunuz.

Kahveden bahsederken kahve fallarından söz etmeden olmaz. Üstelik  fallar çoğu kadının vazgeçilmezi ve kahve içme sebebidir. Geleceği görmeği ummak, bunun için kahve fincanını usulünce çevirmek  ve sonrasındaki yorumu merakla beklemek ayrı bir ritüeldir.

Acısıyla, şekerlisiyle, klasik Türk kahvesi ya da diğer aromatik kahveler yaşantımızın minicik renkleridir aslında. Hayatımızın rutin koşturmaları arasında,  mola verdiğimiz o kısacık anlarda bize eşlik eden; ederken de içimizi sıcak dokunuşları ile mest eden… Sözlerimizi noktalarken gelin Dylan'a kulak verelim; '' Bir fincandaki kahve gibidir hayat. Bazen tatlı bazen değildir. Önemli olan kahvenin tadı değil zaten, onu kiminle içtiğinizdir.''


Keyifle içilecek kahveleriniz ve onları paylaşacak dostlarınız bol olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.04.2007

ŞİŞMANSANIZ HAYAT DAHA ZOR…


Fazla kilolar üzerimizde taşıdığımız devasa ağırlıklarımız. Yatarken, kalkarken, yürürken hep sırtlanmak zorunda olduğumuz; dinlenmek adına bir defacık bile olsun kenara koyamadığımız ekstralarımız. Bizlere hiç fark ettirmeden usul usul geliveren, bedenimize sessizce yerleşen, sonrasında ise gitmemek için her türlü zorluğu çıkaran fazlalıklarımız.

Birbirinden lezzetli yemeklerin dozunu kaçırdığımız, ara sıra yaptığımız kaçamakların miktarını arttırdığımız anda beliriveriyorlar bedenimizde. Önceleri görmezden geliyor, aynı hızda yeme temposuna devam ediyoruz. İrademizin gücünü her yemek sonrasında yeniden denerken, her yenilgi bize kilo olarak geri dönüyor ve sonra bir de bakıyoruz ki ipin ucunu kaçırmışız. Biraz boşvermişlik, biraz erteleme birbiri ucuna eklenince  de eskiden tığ gibi olan bedenimizi artık hatırlamaz oluyor ve sık sık verdiğimiz kararları kısa aralıklarla yeniden bozunca dönüşü zor bir yolun yolcusu oluyoruz. Şişman…

Şişmanlık zordur. Hareketleriniz yavaşlar, kısıtlanır, çabuk yorulmaya başlarsınız. Eskiden zevk aldığınız pek çok şeyi zorlukla yapıyor olmak sizi üzer. İnsanların imalı bakışları, gördükleri anda birbirlerini dürterek göstermeleri içinizi acıtır. O anda o ortamdan yok olmak, görünmez olmak istersiniz. Ama ne çare, fazlalıklarınızla değil görünmez olmak, bir yerlere saklanmanız bile öyle zordur ki.

Şişmansanız yaşamınızdaki her şeyde bir engelle karşılaşırsınız. Rahat yürüyemediğiniz için hep araçla yolculuğu tercih edersiniz ama, iş toplu taşıma araçlarına binince tersine döner. Herkesin imalı bakışları ve göz süzmeleri bir yana ayaktayken başka, otururken başka türlüdür çektiğiniz eziyet. Kimseler sizinle aynı koltuğu paylaşmak istemez, hele hele uzun yolculuklarda. Uçaklarda ise durum daha da vahimdir. Daracık tek koltuğa sığamamak bir yana, emniyet kemerini bağlayamadığınız için her seferinde ek parça istemek zorunda kalmanız da ayrı bir zorluktur. Bu arada özellikle yurt dışında İrlanda, Avustralya ya da Amerika gibi ülkelerin hava yollarında ekstra ücretler ödemek zorunda kalırsınız şişmanlığınız bedeli olarak.  

Gözünüz vitrinlerde dolanırken, çok beğendiğiniz kıyafetleri giyememek şöyle dursun, bedeninize göre giysi bulmak bile o denli zorlar ki sizi; canınız alışverişe çıkmayı,  yeni bir şeyler almayı hiç istemez. Çünkü duyacağınız hep aynı cümlelerdir. ‘’ Sizin bedeninize göre yok efendim, o bedeni hiç çalışmıyoruz, buralarda size göre giysi bulamazsınız ,…’’ gibi.

Pekiyi  lokantalar, restaurant’ lar farklı mı? Kapıdan içeri girdiğiniz anda size dönen bakışlar bir yana, dünyaları yiyeceğinizi sanarak yanınıza doluşan garsonlara ne demeli? Sevdiklerinizle beraber şöyle ağız tadınızla bir yemek yemeyi özler hale gelirsiniz beklentiler karşısında. Sanki herkes lokmalarınızı sayar birer birer. Geldiğinize geleceğinize pişman olursunuz.

Doğru dürüst bir iş bulamazsınız. Hatta daha da acısı çalıştığınız işten ayrılmak zorunda bırakılırsınız. Sevdiğiniz insana kolayca açılamazsınız. Hep kendi iç dünyanızda yaşamak zorunda kalırsınız, yalnızlığınız giderek daha çok artar, paylaşımlarınız azalırken.

Ama yine de hayata gülümsemeyi es geçmezsiniz. İşte ben o güzel yüzlerdeki o iyimser bakışları oldum olası çok severim. Hiç kimse için kötülük düşünmeyen yumuşacık kalplerini çok değerli bulurum. Yaşamın kendilerince kolay geçmediğinin farkında olduklarından, etraflarındaki insanlar için hayatı kolaylaştırmak adına adeta çırpındıklarını iyi bilirim.

Dileğim tüm fazla kilolu insanların istedikleri kiloya kavuşup, iradelerinin aslında ne kadar güçlü olduğunu önce kendilerine sonra da etraflarındakilere azimleriyle kanıtlamaları. Yolları açık, iradeleri demir gibi güçlü olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.09.2010
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...