26 Nisan 2016 Salı

KIYMETİ FARK EDEBİLMEK

Yaşamın içinde HER ŞEY çok kıymetli.

Tıpkı yaşamın kendisi gibi.

Önemli olan kıymetini fark edebilmek.

Tam da bu konuya uygun; eski zamanlara ait minicik bir öykü var paylaşmak istediğim. Çoğunuz okudunuz belki de önceden. Ancak yeniden hatırlamanın ve bakış açımızı parlatmanın gücüne inanıyorum ben.

‘’Masal bu ya; zaman zaman içinde; bir bilge hoca yaşarmış.  Pek çok öğrenci yetiştirmiş. Yıllarca emek verdiği öğrencilerinin seviyesini ise bakın nasıl öğrenirmiş? Kesesinde taşıdığı çok parlak ve gizemli bir taşı varmış.

Zamanı geldiğinde öğrencisini yanına çağırır, kesedeki bu taşı verir ve çarşıya yollarmış. Oradaki esnafa taş için kaç para vereceklerini sormasını istermiş. En sonrada da bir kuyumcuya uğrayıp ondan da fiyat almasını, ancak taşı kimselere vermeden geriye dönmesini beklermiş.

Yine günlerden bir gün, zamanı gelen öğrenci elindeki taşla çarşının yolunu tutmuş. 
Uğradığı dükkanlarda fiyat araştırması yapmış. İlk girdiği dükkandaki adam, taşı evirmiş çevirmiş. Sadece bir lira verebileceğini, onu da çocuğunun oynaması için alacağını söylemiş.

Öğrenci oradan çıkıp bir manifaturacıya girmiş. Ondan ise beş lira cevabını almış.

Derken yoluna bir semerci çıkmış. O da semerinin süslemesinde kullanabileceğini, karşılığında sadece on lira vereceğini iletmiş.

Hocasının sözünü hatırlayan öğrenci, en son bir kuyumcuya girmiş. Kuyumcu daha taşı uzaktan görür görmez yerinden fırlamış. Taşı yakından incelemiş. Heyecanla kaç para istediğini sormuş. Öğrenci daha önce aldığı cevapları düşünmüş elbette, ama onları kendine saklamış. Kuyumcuya kendisinin ne kadar verebileceğini sormuş. Kuyumcu, taş için ne istiyorsa vereceğini söyleyince; öğrencinin tedirginliği artmaya başlamış. Satmayacağını tekrarladıkça, kuyumcu ısrar etmiş. Dükkanını, evini, arsalarını bile feda edebileceğini söylemiş.

Tüm bu ısrarlar karşısında bunalan, ama hocasına verdiği sözü de unutmayan öğrenci; zor da olsa kuyumcudan yakasını kurtarmış.

Dönüş yolunda aklı karmakarışıkmış. Bir yanda sadece bir lira veren, diğer yanda her şeyini feda eden, hatta yalvaran insanlar. Hangisinin doğruyu söylediğini anlamakta zorlanıyormuş.

Bilge hocasının yanına vardığında, emanet taşı iade etmiş. Başından geçenleri de bir bir anlatmış.

Hocası gülümsemiş. Yol boyu düşünen, ama işin içinden çıkamayan öğrencisi mahcup bir şekilde başını öne eğince; hayat dersini fısıldamış.

“Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilenler anlar. O her ne ise ancak değerinin farkında olanın yanında kıymetlidir.”

Kıssadan hisse hesabı; her şey kıymetini bilenin yanında önem kazanıyor. Yeri geliyor, en değerli taş bile değersiz kalıyor anlamayanların gözünde. Bu nedenle farkındalık kazanmamız gerekiyor. Üzerinde çalışıp geliştirmemiz gerekiyor. İşte ancak o zaman, hayatın içindeki her şeye gerçek değerini verenlerden olabiliriz. Yaşamın renklerini hissedip çevremize de hissettirebiliriz. Manevi zenginliğimizle ışıldamaya başlarız.

Daha ne olsun? İyilik ve sağlık olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.03.2016

Kaynak: Gelişimsel olumlama.




18 Nisan 2016 Pazartesi

BİR ARMAĞAN ve HİSSETTİRDİKLERİ

Konu engelliler olunca bir damla olmak adına yazmaya girişiyorum hemen. Beni tetikleyen bazen izlediğim bir film, bazen gördüğüm bir an, bazen okuduğum bir roman oluyor. Sebebi her ne olursa olsun; içimi dolduran o paylaşma isteği ile tuşlara basıyorum her seferinde.

Bu sefer kısa bir animasyon filmi duygularımı yerle bir etti. Tebessümlerim gözlerimin nemine karışırken, içimdeki o sevgi kıpırtıları daha da arttı.

Söz ettiğim kısa film ödüllü.

2014 Alman yapımı.

İsmi ‘The PRESENT – ARMAĞAN’

Tam 180 film festivali dolaşmış. Dile kolay. Aldığı elliden fazla ödülle bugün de benim bloğuma misafir oldu, sizlerin karşısına geldi. Belki çoğunuz seyrettiniz ama olsun. Konu engeller ve engelliler olunca yine, yeniden hatırlamak ve hatırlatmak da fayda var. Naçizane ben öyle düşünüyorum en azından.

İşte Armağan ve bizlere hissettirdikleri;

‘’İri gözlü 7-8 yaşlarında sevimli bir oğlan çocuğu ekranda beliriyor önce. Tüm dikkatini oynadığı savaş oyununa vermiş. Gözlerini neredeyse bilgisayar ekranına kilitlemiş.

Derken annesi elinde kocaman bir kutuyla çıkageliyor. Geciktiği için oğlundan özür diliyor. Kendisi için bir hediyesi olduğunu söyleyerek, kutuyu masaya bırakıyor. 
Böylesi güzel bir havada oğlunun karanlıkta olması içine sinmiyor ve hemen perdeleri açıyor. Güneş olanca ihtişamı ile salonu doldururken, oğlanın gözleri kamaşıyor.

Oyununa ara verip, hediyesini neden açmadığını soran annesi; o sırada çalan telefona koşuyor. Konuşarak bir üst kata çıkıyor. Oğlunu hediyesi ile yalnız bırakıyor.

İşte o anda oğlan çocuğu kutuya merakla yaklaşıyor. Kapağını yavaşça açıyor. Bir de ne görsün. Sevimli mi sevimli bir köpek yavrusu karşısında. Mutlulukla hediyesini kucaklıyor ve dışarıya çıkarıyor.

Ama o da nesi?

Köpeğin bir bacağı yok. Annesinin kendisiyle dalga geçtiğini düşünerek, köpeği adeta yere atıyor. Bir dakika önceki mutluluğunun yerini ise çatık kaşları alıyor.
Bizim sevimli yavru köpeğimiz öyle şirin ki. Atlıyor. Zıplıyor. Yeni sahibine yaklaşmaya çalışıyor. Her defasında reddedilse de pes etmiyor. Olmayan bacağını hiç önemsemeden koşuyor, yuvarlanıyor. Ama nafile.

Kızgın bir şekilde yeniden oyununa dönen çocuk köpeği sevmeyi reddediyor. O sırada yanına gelen kırmızı topla irkiliyor. Dolabın altındaki topu bulan köpeğimiz, bu topla sahibini oyuna dahil etmenin peşinde elbette.
Ama ikisi de öyle inatçı ki.

Çocuk hışımla topu geri yuvarlıyor. Köpeğin geldiği kutunun içine giren topa koşan köpek, bunu bir oyun sanıyor. Keyifle koşarken, olmayan ön bacağı yüzünden halıda dengesini kaybediyor. Her defasında ayağa kalkarken zorlanıyor.  Gelin görün ki; yüzündeki o sevimli ifade hiç eksilmiyor. Hep deniyor. Düştüğü yerden cesaretle kalkıyor.  

Tüm bunları yaparken sahibinin az da olsa ilgisini çekmeyi de başarıyor. Derken geldiği kutunun içinde kalıyor. Bir türlü çıkamıyor. Sağa sola çarpıyor. Sonunda yine kendi çabasıyla oradan da kurtuluyor. Yeniden kırmızı topu yakalıyor. Biraz çekinerek olsa da olanca sevimliliği ile oğlanın tam önüne koyuyor.

Yavru köpeğin tüm yaptıklarını göz ucuyla izleyen çocuk; sonunda inadından vazgeçiyor. Kalbinde yeni köpeği için sevgi kıvılcımları dolaşmaya başladığını hissediyor. Bilgisayar oyununu bırakıyor. Yerinden kalkıyor. Topu eline alıyor.
Büyük bir keyifle sahibini izleyen köpek artık çok mutlu. Bakışlarını ondan hiç ayırmıyor.

Topu cebine koyan çocuk ise; koltuğun yanında duran iki adet koltuk değneğini alarak; dış kapıyı aralıyor. Minicik köpeğinin sonuna kadar açtığı kapıdan beraberce dışarıya çıkıyorlar. Bu arada annesine haber vermeyi de ihmal etmiyor.

Son karede buruk bir gülümseme yayılıyor insanın yüzüne. Neden mi? Sol bacağı dizine kadar olmayan çocukla; aynı engelden müzdarip yavru bir köpek yan yana. Ve biliyor musunuz o yavru köpek, sahibinin olmayan bacağının altından birkaç kez geçerken; sanki yeni sahibine hayattaki daha önemli şeyleri hatırlatmak ister gibi.’’

Öykümüz bu kadar.

Hayatın güzelliklerini fark ettiren her detay öyle anlamlı ki. Yeter ki önümüze çıkan o renkleri görmesini bilelim. Armağanların farkında olalım. Hemen tepki gösterip yok saymayalım. Ve son olarak; ENGELLERİN sıcacık SEVGİ dolu bir KALP ile önemini yitirdiğini hiç unutmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.03.2016




10 Nisan 2016 Pazar

İKİNCİ BEYNİMİZ SEN ÇOK YAŞA (2/2)

Bir döneme kadar bedenimizin tek hakimi birinci beynimizdi. Ta ki duyarlı, hassas bir terazi gibi çalışan ikinci beynimizin farkına varana değin.

Şimdi biliyoruz ki; muhteşem bir yönetim ve müthiş bir organizasyon ağı var tam merkezimizde.

Besinlerin emilimi sırasında verilen sinyaller pek çok. Bunların bir kısmı  durdurmaya, bir kısmı ise hareket ettirmeye yönelik.

Öyle becerikli ki ikinci beynimizin merkez ünitesi. Gelen sinyalleri değerlendiriyor. İşleme koyuyor.  Reaksiyonları kontrol ediyor. Komşu organlara emir veriyor.  Enfeksiyon olunca da savunmayı koordine ediyor.

Hiç biri aksamadan, tıkır tıkır işliyor. Sadece bir tanesi dahi aksadığında; ishal, kabızlık ya da başka bağırsak problemlerinin oluşması an meselesi.

Ağzımız ve hatta yemek borumuz emirlerini birinci beynimizden emir alıyor. Mide çıkışından sonra ise tüm hakimiyet ikinci beynimizde. Ta ki anüse kadar. Orada yine birinci beynimiz devrede.

Buradaki bellek çok kuvvetli. Özellikle çocuklukta yaşanan aşırı ve uzun süreli korkular hiç unutulmuyor. Sindirim sisteminde izler bırakıyor. Yarattığı duygusal profil ise bizi yaşam boyu takip ediyor. İşte buradan hareketle araştırma yapan doktorlar; gelecekte pek çok hastalığı iyileştirmek için oldukça umutlu.

Yoga ve felsefeyle haşır neşir olanlar çok iyi bilirler. Uzakdoğuda ‘Çi’ olarak adlandırılıyor ikinci beynimiz. Bedenimizin ve ruhumuzun ayakta kalmasını sağladığına inanılıyor. Gerçekten de bu önemli bölgemizde; mutluluk hormonu olarak tanına seretoninin %95’ lik kısmı salgılanıyor. Dolayısıyla gülümseyen midemiz ve neşeyle dans eden bağırsaklarımızın olması; yaşamımızda bizim için çok önemli.

Bir takım bedensel hastalıklarla, bazı psikolojik rahatsızlıkların asıl nedeninin de, ikinci beyin bölgesindeki aksamalar olduğuna dikkat çekiyor uzmanlar. Hatta tanısı konamayan bazı hastalıklarda da cevabın buralarda saklı olduğu belirtiliyor.

Peki ya rüyalarımız? Hani sabahları hatırlamakta zorluk çektiğimiz o sisli gözlemler?

Derin uyku sırasında bağırsaklarımız sakin ve normalken; rüya görmeye başladığımız evrede birden dansını hızlandırıyor ve hatta titriyormuş. Bir kısım çevrelerce rüyalar ruhsal dünyamızın bir yansıması kabul edilir. Bu çerçeveden bakınca rüya anında bağırsaklarımızda olanlar normal gibi.

Anne karnında hepimiz yaşamsal enerjimizi göbek bölgemizden aldık. Öyle değil mi? Dolayısıyla doğduktan sonra da buradan enerji girişi yapmak, güçlü ve canlı tutmak tüm bedenimiz üzerinde etki edecek diye düşünüyorum.

Karın bölgemizdeki Çi enerjisi ne kadar güçlüyse, biz o kadar enerjik ve canlı oluyoruz. Adeta ışık saçıyoruz. Buradaki enerjimiz zayıfladığında ise moralsiz, cansız, öfkeli ve olumsuz oluyoruz.

Çi uzmanları; bu bölümde yer alan ve hiç kullanılmayan sinirleri kullanmaya başladığımızda;  bedenimizin daha güvenli ve etkili hareket edeceğini de üstüne basa basa belirtiyor.

Enerji akışının düzene girmesinden, yerçekimi ile barışık yaşamaya, çakraların dengesine kadar birçok alanda bizi rahatlattığını savunuyorlar. Böylece yaşam kalitemiz artırıyor. Buna ek olarak doğru nefes alıp verme ile var olan blokajlar ortadan kalkıyor.

Kısacası hayatın keyfini daha çok alabilmek; eğlenceli yanlarını görebilmek için ikinci beynimize yani bağırsaklarımıza iyi bakalım. 

Yüzümüz gülümserken bundan böyle midemizin de tebessüm ettiğini, bu neşeye bağırsaklarımızın da ortak olduğunu unutmayalım olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.02.2016





İKİNCİ BEYNİMİZ SEN ÇOK YAŞA (1/2)

Bedenimizin olağanüstü yapısı gün geçmiyor ki bizleri şaşırtmasın. Her yeni bilgiyle beraber şükran duygularım katlanarak artıyor benim de.

Beynimizin o muhteşem yapısına hayranken; şimdi bir de ikinci beyin çıktı ortaya. 

Diğeri gibi düşünüyor. Hatırlıyor. En çok da hissediyor. Birinci beynimizden bağımsız pek çok şey gerçekleştiriyor.

Hassas bir idare merkezine sahip.  Aynı zamanda bedenimizin en büyük organı. Üstelik savunma hücrelerimizin % 70’i burada bulunuyor.

Peki, nerede dersiniz ikinci beynimiz?

Bedenimizin tam ortasında.
Karın bölgemizdeki bağırsaklarımızda.

Kıvrımlı anatomik yapısı ile de beynimizin kıvrımlarına benzediğini söylüyor yıllarını bu konuya harcayan uzmanlar. Buradaki sinir hücrelerinin sayısı, tipi ve alıcı yapısı neredeyse birinci beynimizin neredeyse bir kopyası.

Üzüntü, keder, stres gibi olumsuz duygu dalgalanmalarında; sindirim sistemimizde ağrı, şişkinlik veya tarif edemediğimiz bir rahatsızlık hissetmemizin ana nedeni bu işte.

Daha pozitif olmak adına; duygularımıza ve düşüncelerimize özen göstermemiz yeterli bunun için. Yani gülümseyerek çalkalanan midemizin ve neşeyle dans eden bağırsaklarımızın olması elimizde aslında.

Çünkü hem çok akıllı, hem de çok çalışkan buradaki beynimiz. Düşünsenize ne kadar çok şey yiyor, içiyor ve tüketiyoruz. Hatta yeri geliyor; o doymak bilmez aç gözlüğümüz nedeniyle yüklendikçe yükleniyoruz. Dinlenmesi hatta nefes alması için zaman bile tanımıyoruz.

Yıllar içinde; ortalama 75 yıllık bir ömürdeki bu olağanüstü koşturmayı düşünelim mi?

Yaklaşık 30 ton gıda ve 50.000 litre sıvı bağırsaklarımızdan geçiş yapıyor. Belki de daha fazlası. Dile kolay. Bağırsaklarımız ve midemiz çalışmasın da ne yapsın?

Üstelik gıdalarla beraber, farkında olmadan aldığımız sayısız zararlı bakteri ve tehlikeli madde de var buradan geçen. Bir de bağırsaklarımızda yaşayan minik organizmaları düşünürsek; işi hiç de kolay değil. 

Ancak daha önce de belirttiğim gibi; işinin üstesinden gelecek kadar zeki. Tıpkı birinci beynimiz gibi.

Bedenimiz için zehirli ve tehlikeli maddeleri ayırıyor. Kendi organizmamız içine sızmalarını önlüyor. Uyarıcı hormonların ve koruyucu salgıların dengesini özenle kontrol ediyor. Tek tek inceliyor, hassaslıkla kontrolden geçiriyor.

Bu hassas ve kıymetli organımızın içindekilere gelin beraberce göz atalım.

Son derece tehlikeli bakteri ve mantarlar ilk sırada.

Sayıları mı?

Azımsanmayacak kadar çok. Neredeyse 500 tür ölümcül canlı içimizde barınıyor.

Rakamlar bu işin ne kadar ciddi olduğunun göstergesi. Dolayısı ile biz onları dışarıya atana kadar muhteşem bir mücadele veriyor, bağırsaklarımızın her bir hücresi.

Bir kısmı ayırıyor, bir kısmı öğütüyor, bir kısmı iyi ve kötüleri ayırarak, gerektiğinde hatırlanmak üzere hafızaya kaydediyor. Ve pek çok işlevini birinci beynimizden yardım almadan kendi başına yapıyor. Tehlikeyi ilk hisseden hep ikinci beynimiz oluyor. Ancak gerektiği durumlarda birinci beynimize sinyal  gönderip, bedenimizi daha kapsamlı koruma altına alıyor.

En şaşırtıcı özelliği ise kendi başına yeni hücreler üretebilmesi. Bu şahane, öyle değil mi?

Bağırsaklarımız, ağızdan tahliye bölümüne doğru bir harekete sahip. Dalgalanırken adeta dans ediyor. Bilimsel ismi ‘Peristaltik refleks’. Besinleri bu şekilde özümsüyor 
ve atık haline gelenleri dışarıya atıyor.

Zor bir işi var. Biraz da sevimsiz belki ama, öyle önemli ki. Bu nedenle bağırsaklarımızla da da tıpkı diğer organlarımız gibi konuşabiliriz. Her gün teşekkür edebiliriz. Hissedecektir bizi. Duyacaktır ben buna inanıyorum. Tıpkı diğer organlarımız ellerimiz, ayaklarımız, kalbimiz gibi.

Konuşmaya başladım mı? Evet. Beni duyduğuna da eminim. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.02.2016

4 Nisan 2016 Pazartesi

İpana Luxe Perfection Beyazlatıcı Diş Macunu yorumlarım

Doğru makyaj, dolgun kirpikler, bakımlı bir cilt, hacimli saçlar… En önemlisi de beyaz dişlerle sağlıklı, güzel bir gülümseme! Bu yüzden diş bakımına ve beyaz olmasına oldukça özen gösteriyorum. Sürekli yeni ürünleri deneyimlemeyi de seviyorum. Burada raflarda gözüme çarpan ve Amerika’nın en büyük diş macunu markası olan Crest aslında Procter and Gamble’ın Türkiye’de sunduğu İpana markasıyla tamamen aynı içeriklere sahipmiş. Dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten bir marka olduğu için 3 boyutlu Beyazlık ailesi oldukça ilgimi çekti. Son zamanlarda market alışverişine gittiğim her mağazada ve televizyonlarda sıklıkla İpana’nın yeni ürünü olan Perfection’a denk gelince ve özellikle 3 günde %100’e kadar lekesiz iddasını duyunca denemek istedim ve hemen aldım.

İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu ünvanına sahip bu diş macunu ile deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Diş hekimimin de daha beyaz bir diş için önerdiği İpana 3D White Perfection ile güvenle, bembeyaz gülebiliyorum.

Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içeriyor. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekeleri %100’e kadar etkin biçimde çıkarıp ve bembeyaz bir gülümsemeye sahip olmamızı sağlıyor.

Performansına gerçekten çok şaşırdım. Etkisi inanılmaz! İlk kullanımdan itibaren bile diş yüzeyindeki lekeleri çıkarma etkisini farkediyorsunuz. Keskin nane tadıyla ferahlığı sağlıyor, böylece uzun süre ferah bir nefese de sahip oluyorsunuz. Beyazlatma etkisi bu kadar iyiyken diş mineme hiç bir zarar vermediğini bilmek de çok güzel.



Procter and Gamble’ın tüm dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana ile Türkiye’de de raflarda yerini aldı. Denediğinizde bana hak vereceksiniz:) Kullanmadan kesinlikle inanmazdım, deneyince etkisini gördüm ve mükemmel sonuç aldım.

Tam bir bakım sağlamak için aynı ailenin Oral-B 3D White Luxe ağız bakım suyunu da kullanıyorum. O da diş macunu ve fırçasının ulaşamadığı alanlardaki lekeleri bile çıkararak uzun süre, keskin bir ferahlık sağlıyor.

Unutmadan küçük bir not ekleyeyim; P&G ve İpana ürün performansına o kadar güveniyor ki, memnun kalmazsanız paranızın 2 katını iade ediyor. Bu nedenle beyazlatıcı etkisini kendiniz de görün diye bence gerçekten denemeniz gereken bir ürün.

Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!



P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/

#ipanaperfection  #gülüşünügöster

İçerik Kaynak: http://kokoshgirl.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=B7MDJzarokU


Bir boomads advertorial içeriğidir.

3 Nisan 2016 Pazar

RUHUMUZ TÜY KADAR HAFİF ARTIK (2/2)

İşte bu nedenle ilk adım sadeleşmekte inanın bana. Zaten yeteri kadar dolu heybemiz. O nedenle sadeleştikçe o heybe de hafifleyecek. Elimizden çıkardıklarımızla bir de bakacağız ki endişelerden birisi yok olmuş. Üstelik bir ihtiyaç sahibi inanılmaz mutlu hissediyor kendini bizim jestimizle.

Çok varlıklı olup sade yaşayabilenler; bence hayatın felsefesini çoktan çözümlemişler. Her şeyden yeteri kadar olması da; aza kanat etmenin naif çizgisinde gezinmeye işaret ediyor. İşte ileride zarafet bize el sallıyor.

Gelin bu alışkanlığı edinelim hep beraber. Az şeyle yetinmeyi öğretelim çocuklarımıza. Yaptıklarımızla bizler örnek olalım.

Az olsun.
Öz olsun.
Kıymetli olsun.
Keyfine varalım.
Fazla olanları da verip paylaşalım.
Zihnimizdeki o açgözlüğe dur diyelim.

Sahip olduklarımızın fazla olmasının onları kullanMAdığımız ölçüde hiçbir önemi yok.
Az, az, az. O kadar çok, çok, çok. Çünkü kullanıyoruz. Çünkü işimize yarıyor. Çünkü hep bizimle. Elimizin altında.

Ama zihnimiz bizi bir türlü rahat bırakmıyor ki. Sürekli kulağımıza fısıldıyor ve bizi dürtüyor. ‘’O da olsun. Yok yok bu rengi de dursun. Gün gelir kullanırım. Atmaya, vermeye kıyamam. Hatıra. Geçen sene lazım olmuş giymiştim ne güzel.’’

Kendimizi kandıracak cümlelerimiz o kadar çok ki. Hepsinin altında ezildiğimizi fark
edemiyoruz.

Örneğin mevsimsel değişimlerde işimiz başımızdan aşkın. Neden mi? GiyMEdiklerimizi kaldırıp, giyeMEyeceklerimizi çıkarmak için.

Misafir takımlarımız dolapta tozlana dursun bizler hep aynı tabakları, bardakları kullanıyoruz. Sonra birden hatırlıyoruz ve bakıyoruz ki tozlanmış. Çıkarıp tek tek yıkıyoruz. Sonra belki bir ya da iki defa kullanıp tekrar eski yerine koyuyoruz. Kırılmasın, takım bozulmasın diye. Peki kime saklıyoruz tüm bu eşyalarımızı?

İşte benzer düşüncelerden hareketle; Amerika’da yeni bir akım başlatılmış. Sadeleşmek adına.  Kural da sadece 100 eşya ile yaşamak. Alışveriş yapmamak. Kullanılmayan tüm eşyaları elden çıkarmak. Hafiflemek.

Yapabilir miyiz dersiniz? Zorlanırız ilk başlarda elbette ama, insan her şeye alışmıyor mu? Buna da alışırız diye düşünüyorum.

Önemli olan yaşamdan tat almak. Ruhumuz ne kadar hafifse alacağımız tat, duyacağımız çoşku da o denli çok olacak. Anlardaki mutluluklar katlanarak artacak. Sağlıkla kucakladığımız her yeni gün bizim için gerçek birer hediyeye dönüşecek. İşte sadeleşmenin önümüze açtığı rengarenk yollar. O halde durmak yok.

Bugünden itibaren başlayalım mı ruhumuzu tüy gibi hafifleştirmeye?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.01.2016







RUHUMUZ TÜY KADAR HAFİF ARTIK (1/2)

Ne kadar önemli böyle bir cümleyi dile getirebilmek ve gerçekten inanmak. Başlığı okuyunca, içinizden çok zor, hatta imkansız olduğunu düşündünüz biliyorum. Ama inanın ki ruhumuzu hafifletmek mümkün. Ve o tüy misali ruhumuzla; yaşam senfonisine ayak uydurarak dans etmek olağanüstü bir duygu.

Yaşayabilenlere ne mutlu.

Sayıları az belki ama, neden bizler de onlar arasında olmayalım ki? Hepimizin tek bir amacı var. Yaşamdan tat almak. O halde bunun için çabalamak gerekli.

‘’Güzellikleri fark etmek için kişisel yükleri bırakmak gerekir.’’ diyor bir solukta okuduğum ŞİMDİNİN GÜCÜ kitabının yazarı Eckhart Tolle.

Kişisel yükler mi?

Hepimizde o kadar çok var ki. Sırtlanmışız taşıyoruz yıllardır. Üstelik yorulmamıza rağmen üstüne yenilerini eklemekten kaçınmıyoruz.
Haksız mıyım? Kendimize yaptığımız bu eziyeti inanın bir başkası yapmıyor bize.

Günlerimizi bir karabasan çeviren endişelerimizden tutun da; korkularımıza, hırs, yargılama, anlayışsızlık, suçlama ve hatta sabırsızlığımıza kadar. Hepsini var eden, yaşatan bizleriz.

Peki içlerinden herhangi bir tanesinin bize olumlu anlamda bir faydası var mı? HAYIR.

O halde neden kurtulmuyor, hepsini atıp bir an önce hafiflemiyoruz? Zaman alsa da başlamak gerek bir yerlerden. Adım adım. Varsın yavaş olsun ne önemi var? Maksat, verdiğimiz kararın arkasında cesaretle ve azimle durmak değil mi?

Tüm bu yüklerden arınırken eğer gerekiyorsa kendimizi affedelim. Ruhumuzu fazlasıyla zorladığımız için bir de kocaman özür dileyelim. Her gün bir öncekinden daha hafif uyandığımızda içimiz yaşama sevinciyle dolacak. Gelip geçici değil; kalıcı bir huzur ve dinginlik ruhumuzu merhem misali iyileştirecek.

Bu aralar elimde bir roman var. İsmi ‘Sevginin Bağladıkları’. Marie Bostwick imzalı. Tam konumuza uygun aşağıdaki cümle.

‘’Sahip olduğumuz her şey aslında bir şekilde bize sahip oluyor. ‘’

Özgürlüğümüzü nasıl kaybettiğimizi bundan güzel özetlemek mümkün mü? İnsanoğluyuz. Açgözlü ve doyumsuzuz. Ne aldıklarımız yetiyor, ne yediklerimiz, ne giydiklerimiz. Hep daha fazlasının peşindeyiz. Bir olmasın iki olsun. İki yetmez üç olsun istiyoruz. Hep geleceğe yatırımlardayız. Maddi olarak ne kadar çok şeyimiz varsa o kadar zengin hissediyoruz kendimizi. Bir o kadar güçlü.

Ne büyük yanılgı. Ne büyük kandırmaca.  

Maddiyat bugün varsa belki yarın yok. Bugün yoksa belki yarın kat kat fazlasıyla var. 
Zenginlik bu değil ki. Tam tersine ağırlaştırıyor her bir fazlalık bizi. Sahip olduklarımızı kaybetme korkusu, endişesi ekleniyor fazladan heybemize. Huzurumuz kaçıyor geceleri; ya yarın daha fazla kazanamazsak diye. Ya da elimizdekileri kaybedersek diye.

Sağlığımız yerindeyse, karnımızı ve en kıymetlilerimizi bir lokma ekmekle de olsa doyurabiliyorsak; varsın bazı şeyler eksik olsun. Tek bir kazak giyelim. Geçmiş senelerden kalma beremizi takalım. Ucu delik eldivenimizi onarıp anılarımızı yad edip gülümseyelim yeter ki. Şükrederek. İçimizde sevgi, anlayış ve saygı olsun; yaşama ve içindekilere karşı. İşte en büyük zenginliğimiz bu.

Ben çocukluğumdan beri hep az eşyadan hoşlandım. Şimdi evimde de olabildiğince az eşya var. İhtiyacım olan herhangi bir şeyi alacağım zaman bile öyle çok düşünüyorum ki. ‘’Gerçekten ihtiyacım var mı?’’ diye. ‘’İdare edebilir miyim?’’ diye. 
Ve itiraf edeyim ben bu halimi çok seviyorum. Varlığı da gördüm, yokluğu da. Ve en güzel erdemin elimdekilere şükretmek olduğuna tüm kalbimle inandım.

Giyimde, kullanımda, yaşamda sadeliğin zarafete açılan en güzel pencere olduğunu düşünüyorum. İlişkilerde, arkadaş ve dostluklarda ise yapmacıksız, net, sadece SEVGİ ve SAYGI olsun. Yeter de artar bile hayatı cennet kılmaya. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.01.2016


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...