11 Mayıs 2010 Salı

ENGELLERE ÇARPA ÇARPA…


Bu işe gönül koyduğum günlerden bugünlere aradan çok uzun yıllar geçti. Bu zaman dilimi içinde onlara olan sevgim katlanarak arttı, özellikle aralarına karışıp o yaşam mücadelelerini gördükten sonra. Ben en çok onların gözlerini, gözlerindeki o ışıltıyı sevdim; o gözlerden kalbime akan sıcacık insanlığa aşık oldum, onlara ve yaptıklarına saygı duydum, azimlerine hayran oldum, başarılarını ayakta alkışladım, alkışlamaya devam ediyorum.

Ama onları anlamanın, sevmenin dışında pek bir şey yapamadım. Çünkü büyük ümitlerle başladığım projelerimi, o bitmez çoşkumu ve enerjimi kimselere yeterince ifade edemediğimi düşünüyorum. Çaldığım her kapıda bana sorulan ilk soru engelli olmadığım halde neden böylesi girişimlerde bulunmak isteyişimdi. Onlara anlatamadım; evet ben sağlamdım, yakın çevremde de engelli birisi yoktu ama onları sevmek, anlamak ve yeni projelerle hayatlarını kolaylaştırmak adına gayret göstermek için buna gerek de yoktu ki… Çünkü hepimiz birer engelli adayıydık; yarın bizim ya da sevdiklerimizin başına neler geleceğini kim bilebilirdi ki? Bu amaçla Anadolu’yu, Ege ve Akdeniz’i gezdim; gittiğim pek çok yerden kibarca kapı dışarı edildim, pek çok yere adımımı dahi atamadım, engellendim. Benim heyecanıma ortak olanlar da oldu elbette aralarında, onlarla umutlandım; ama biliyor musunuz hepsinin bu konuya bakışı yakınlarının başına gelen felaketlerle değişmişti.

Hiçbir hareket koymadı ana ama anlaşılamamış olmak koydu. İnsanların böylesi hassas bir konuya bu kadar kapalı olmaları, bir takım art niyetlerle yaklaşmak istemeleri içimi acıttı.

Oysa ki bizler önce insanız, bir yaşamı diğer insanlarla beraber paylaşıyoruz. O halde “ben” duygusunu bir yana bırakıp, “biz “ diyebilmeliyiz, öyle değil mi? Şimdi sizlere sormak istiyorum. Hayatı paylaşırken, sokakta yürürken, toplu taşıma araçlarını kullanırken, sinema, tiyatro ya da bir gösteriyi izlerken, büyük marketlerde alış veriş mağazalarında koştururken engelli bireylere neden rastlamıyoruz? Hiç düşündünüz mü? Yurt dışına çıktığınızda henüz havaalanından şehir merkezine giderken bile gözünüze çarpan, sokaklarda özgürce dolaşan, otobüse metroya kimseden yardım almadan binen engelliler; yoksa bizim ülkemizde fark edemeyeceğimiz kadar az sayıda mı?
Hayır hiç de değil! Sayıları tahminlerin üstünde, üstelik resmi rakamlar bir yana, tespit edilemeyen çok daha büyük bir kesim var. Aramızdalar, bizimle birlikteler, onlar da nefes alıyorlar, onlar da yaşıyorlar ama aslında yok gibiler…değil mi?

Çünkü en modern şehirlerimizde bile kent düzenlemesi, yaşam alanları maalesef engelliler düşünülerek yapılmış değil. Bizlerin bile zor çıktığı o yüksek kaldırımlarla, o devasa merdivenlerle, o yüksek bankolarla, o dar kapılarla, o elverişsiz WC’lerle, o standart dışı evlerle hepimiz onları adeta toplum dışına itmiş durumdayız. Nasıl çıksınlar ki sokağa? Nasıl yaşasınlar ki bizim aramızda? Her yerde bir set, her adımda bir engel önlerine duvar misali dikilirken; sen yaşama, sen dur derken…

Aslında çok iyi niyetli, sevgi dolu bir toplumuz, ama o kadar. Birde acıma duygumuz var ki… kimseler yanına yaklaşamaz. Biz engellileri görünce gözlerimizi dikip acıyarak bakmanın, içimizden “vah vah” demenin, bu arada yanımızdakini dürtmenin dışında hiçbir şey yapmıyoruz maalesef. Üstelik bunları yaparken onların kalbini nasıl yaraladığımızı, içlerini nasıl acıttığımızı fark edemiyoruz.

Evet engelliler, evet belki kolları ya da bacakları yok, belki duyamıyor, belki de göremiyorlar ama onlar önce insan, bizim toplumumuzdan, bizimle aynı haklara sahip birer birey. Bizlerin yaptığı her şeyi yapmaya, bizlerin girdiği her ortama girmeye, bizler gibi yaşamaya hakları var ama bunları yaparken kendi özgür iradeleri ile hareket etmek istiyorlar. Kimseye yük olmadan, kimseden yardım rica etmek zorunda kalmadan, kimsenin keyfini beklemeden…Kısacası onlarda en az bizler kadar özgür olmak istiyorlar. Ama maalesef bizler onlara bu özgürlüğü vermiyor, önce düşüncelerimiz sonra da yaptıklarımızla onları toplum dışına itiyor, kafeslere kapatıyoruz. Sadece nefes almalarını yeterli sanıyoruz. Ve onların engelli olmanın ötesinde önce insan olduklarını unutuyoruz.

Arada sırada güzel girişimlerde bulunuyoruz elbette. Onlarla umudumuz artıyor; her seferinde acaba bundan sonrası daha mı kolay olur diye de düşünüyoruz ama hepsi orada kalıyor. Birde bakıyorsunuz ki umutla başlana her şey yarım kalmış, bir kısmı düşünceden öteye gidememiş, bir kısmı ise yapılmış ama türlü nedenlerle uygulamaya konulamamış, işletilememiş ve yerinde çürümeye terk edilmiş. İşte yine derin bir sessizlik ve umudun arada göz kırptığı süresiz bir bekleyiş…

Oysa ki toplum içinde maddi manevi anlamda pozitif enerjiye sahip insanların bunu diğerleri ile paylaşması daha anlamlı, daha güzel değil mi? Bu paylaşımın mutlaka maddi çerçevede olması da gerekmez üstelik. Bazı şeyleri anlamak, kabullenmek, sevgi ile yaklaşmak hayatın o zor kulvarlarını aşmamızda yardımcı olacaktır hem veren hem de alan için. Bizler bunu başardığımızda zorluklar zor olmaktan çıkacaktır. İlişkiler karşılıklıdır zaten hiçbir zaman tek taraflı kalmamalıdır, öyle değil mi? Bir takım şeyleri sadece üç beş kişiden beklemek yerine hepimiz bir bütün olarak hareket etmeli; hayatın akışına engel olmak set çekmek yerine; o akışın içine kendimizi bırakmalıyız ama el ele, gönül gönüle.

Bu konu ile ilgili olarak yapılacak o kadar çok şey var ki aslında… Benim ilk hedefim ise yurt dışında gördüğüm, faydalarına imrenerek şahit olduğum ve neden bizim ülkemizde de olmasın dediğim yenilikleri kendi standartlarımıza uygun şekle getirmek ve engellilerin hizmetine sunmaktı. Onların daha insanca yaşamalarını, bizlerin arasına çekinmeden katılmalarını sağlayacak teknolojilerdi. Evlerinin dört duvarı arasına sıkışmış ruhları nefes alacak, onlarda bizler gibi yaşamın güzelliklerinden özgürce yararlanacaklardı. Geçirdikleri ağır depresyondan daha kısa sürede kurtulmalarına, daha çabuk toparlanıp hayata karışmalarına olanak tanıyacaktı. Onlara saygı duyduğumuzu, onları onlardan çok düşündüğümüzü anlatacaktı. Yurt dışı bağlantılı organizasyonlar yapıldığında elimiz ayağımıza dolaşmadan, geçici çözümlerle olayı bir kereliğine atlatma çabalarına gerek kalmadan; göğsümüzü gere gere engellileri de bu toplantılara dahil edebilecektik.

Her şey bu kadar basitti aslında. Her gün gözümüzün önünde çarçur edilen ve yok yere etrafa saçılan birikimlerin sadece küçük bir kısmını ayırmak bile bu işler için yeterli aslında. Yeter ki elbirliği yapılsın, yeter ki gönülden istensin, yeter ki bir takım insanlar bu anlamlı işlerin üzerinden kendilerine bir pay aramasın.

Bu konu ne zaman aklıma düşse içimde bir burukluk, gönlümde yapmak istediklerim ve engellere çarpa çarpa kırılmış hayallerim devreye giriyor. Ama umudumu hiç kaybetmiyorum, hayallerimin kırık kanatlarını her defasında yeniden sarıyor, yepyeni hayallerle zenginleştirip bekliyorum. Ve diliyorum ki gün doğmadan doğacak olan güzellikleri elimle tek tek dağıtacağım o anlamlı günler çok uzakta olmasın…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
31.01.2007

HAYAT KUMBARAM



Hayatta biriktirdiklerimizle dolar kumbaramız, içinde sevinçler, hüzünler, mutluluklar, gözyaşları, ayrılıklar, başarılar, sevgiler ve dostluklar saklıdır. Yaşanmış her bir günün, emek verilmiş her bir saatin tik takları ile beraber nice güzel anı tıka basa doldurmuştur hayat kumbaramızı. Biriktirdiklerimiz, unutamayıp en derine gömdüklerimiz, unuttuğumuzu zannedip kırk kat bohçalar içinde sakladıklarımız, kalp yaralarımız, gönül kırgınlıklarımız, hayatımızın ilkleri ve daha niceleri.

Hayat kumbaranızda neler saklı hiç düşündünüz mü? Geriye dönüp baktığınızda o ana kadar biriktirdikleriniz içinizi mi acıtıyor yoksa? Geçmişe yaptığınız yolculuğunuzda buruk tebessümler mi şekilleniyor dudak kıvrımlarınızda mahsunca? Hayatınızı kaplayan ve içinizi mutlulukla dolduran tüm bu güzellikler için her şeye, herkese teşekkür etmek isteği mi belli belirsiz içinizi kaplayan yoksa? Yeniden dünyaya gelsem yine aynı hayatı yaşardım diyebiliyor musunuz cesaretle?

Fotoğraflardaki ayrıntılarda neler görüyorsunuz peki? Bıraktığınız yerde kaldığını düşündüğünüz gerçek dostlarınız hala orada mı? Yoksa içiniz terk edilmişliğin o hazin melodisine eşlik mi ediyor? O zaman hayatınızda derin izler bıraktığını sandıklarınız şimdi neredeler?

Peki ya hayat boyu biriktirdiğiniz o bir kumbara dolusu anı arasında öncelikte olanlar neler? Dostluklar, sevgi mi ağır basıyor, yoksa para ve eşyalar mı? Geçmiş günlerde hep beraber oluşturdukları o fotoğraf karelerinde sizin için önemli olan hangisiydi? Şimdi hangisi kaldı elinizde?

Geçmişe döndüğünüzde, o anıları kare kare tekrar sar baştan yaptığınızda güzel bulacağınız şeyler olmalı mutlaka. Eğer yoksa onca zamanı boşa harcamış sayılmaz mısınız? Sizi etkileyen, sadece değip geçmeyen, hayatınızda iz bırakan şeyler arasında güzellikler çoğunluktaysa ne mutlu size.

Çünkü hayat kumbarası sevgilerle, iyiliklerle, dostluk ve arkadaşlıklarla dolu olanlar dünyanın en zengin insanlarından daha zengindirler. Bu zenginliği tatmak için ne yapıp edin, kumbaranızı sevgi ile doldurun. Yolun sonuna gelip kumbaranızı açtığınızda kucaklayacağınız iç huzurun en büyük tebessümünüz olacağını da sakın unutmayın. Yüzünüzdeki çizgiler gönlünüzdeki o hiç kapanmayan yaralara en iyi merhem yine orada, yine onların arasında saklıdır.

Hangimiz yaşamın zorlu yokuşlarındayken durup soluklanmayı, geriye dönüp bakmayı ve kumbaramızda neler biriktirdiğimize göz gezdiriyoruz ki? Eğer aralarda vereceğimiz molalarla bunu yapabilseydik belki de bir sonraki zaman diliminde daha seçici, daha özenli olurduk kendimize ve yaşantımıza karşı. Ne yazık ki aklımız başımıza ancak yolun sonuna yaklaştığımızda geliyor. Ve çoğunlukla o zaman hayat muhakemesi yapmaya başlıyor; kumbaramızı açmayı, önümüze saçılanlarla neleri kaçırdığımızı anlamaya çalışıyoruz. Ama o zaman her şey için çok geç oluyor. Çünkü eksik kalanların tamamlanması, hataların düzeltilmesi için yeterli zamanımız kalmıyor.

Hayatla ilgili tüm yazılar buna dikkat çekebilmek için değil mi aslında? Birimizin kaçırdığını bir diğerimizin yakalaması adına bir artı. Zamanın acımasızlığına karşı yapılacak en güzel harekette bu bence. Sizin için vakit geçmiş olsa bile en azından diğerleri için geç olmasın. Sizin vaktiyle aklınıza dahi getirmediğiniz bir takım kavramları hiç olmazsa diğer insanlar önceden anlasınlar. Anlasınlar ki vakti geldiğinde pişmanlıkları yok denecek kadar az olsun. Bir kayıp binlerce yürekte kayıpsızlığa dönüşsün.

Yazmayı, paylaşmayı bu denli çok seviyor olmam belki de bu yüzden.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
24.05.2007

4 Mayıs 2010 Salı

MELEKLER SELAMINI GETİRDİLER ANNEM...



Dünyadaki en iyi dostum, sevgili anneme dair düşüncelerimin yoğunlaştığı günlerden birindeyim yine. Özlemini kalbimin en derin köşesinde hissettiğim, sevgisini , sesini, kucaklamasını beklediğim... Bazen benden bir ışık yılı kadar uzakta olduğunu düşündüğüm, bazen bir dokunuş kadar yakın hissettiğim. Zarifliğine, hanımefendiliğine ve sevgi dolu dünyasına her zaman hayran olduğum bir tanem. Yoksun şimdi yanımda biliyorum. Ama bil ki özlemin hiç dinmedi yüreğimde. Geçen seneler kimseler görmeden akıttığım göz yaşlarımı azalttı belki ama, bir sızı var ki içimde, taa derinlerde, tarifine uygun kelime bulmakta zorlanıyorum inan bana. Kendimi senin kızın olduğum, seninle mutlu bir hayatı paylaştığım için ne kadar şanslı hissediyorsam; kızım seninle çok şey paylaşamadı diye de üzülüyorum bir yandan. Ama bazen dudaklarının bir kıvrımında, bazen yemek yeme tarzında, bazen de sevgi dolu gönlünde seni görüyor gibiyim . Kimbilir belki de seni kızımda yaşatıyorum. Tıpkı senin beni yetiştirdiğin gibi yetiştirmeye çalışıyorum onu. Ben ne kadar mutlu olduysam kızım daha çok mutlu olsun istiyorum. Ben şanslı bir çocuktum, o benden daha da şanslı olsun diye dualar ediyorum.

Seni anıyoruz her defasında birbirimize itiraflarımızda. Geceleri birbirimize göstermeden akıttığımız göz yaşlarında buluşuyor kalbimiz onunla. O da seni özlüyor biliyorum, tıpkı benim gibi; ama birbirimizi üzmemek için söz etmekten kaçınıyoruz. Ona bir şey olacak diye içim nasıl da titriyor, seneler büyüdüğünü gösterse de gözümde hiç büyümüyor benim minik bebeğim; işte bu anlarda seni, anneliğinin değerini çok daha iyi anlıyorum meleğim.

Gün geliyor rüyalarıma giriyor ve sıcacık bir öpücük konduruyorsun yanağıma. Öylesine sıcak ve sahici ki, uyandığımda seni bulacakmışım gibi hissettiğim o sabahlar... Zor günlerimde bana destek veren sesini kulaklarımda duyduğumdan emin olduğum o kısacık anlar... Arabamla çift takla attığım, burnum bile kanamadan çıktığım kazanın akşamında iyi olduğumdan emin almak için uğramıştın rüyalarıma biliyorum, biliyorum melek annem o an da bile beni sen korumuştun.

Amansız hastalığın seni bizlerden ayırdığı zor günlerinde, tüm acılarını bir kenara bırakıp; kızımı çok özlediğini söylemiştin hani hatırladın mı? Sana gösteremedim onu ya, içimde kaldı yıllarca acısı. Doğumgününde, tam iyileşme haberlerini verdikleri o günün sabahında elimde en sevdiğin nergis çiçekleriyle beni odanda görünce ne çok sevinmiştin. Çiçekleri koklamıştın doyasıya, kızmıştın birde bu kadar sık seni görmek için uzun yollar kat etmeme, işlerimi aksatmama. Uzun uzun sarılıp, öpüp koklamıştık birbirimizi ve ben ayrılmıştım yanından gülerek. İyiydin, iyileşecektin inanmıştık tüm kalbimizle. Akşama gelen o habere kadar. Bir aya yakın bir süre kızımdan sakladığım, yollarda ağladığım ve nasıl anlatacağımı bir türlü bilemediğim ayrılık günün, doğumgününde. Ölümün soğukluğunu hep korkarak anarken, sana son kez sarılmıştım hiç korkmadan sımsıkı hem de. Sabah getirdiğim çiçekler şimdi yatağında seni son yolculuğuna uğurluyordu, ne kadar acıydı. Sabah mis gibi kokan o çiçekler artık kokmuyordu annem.

Ölümü, insan bedeninin aramızdan ayrılışını ben bile anlayamazken kızıma nasıl anlatacaktım. Ne demeliydim, onun minicik kalbini incitmeden nasıl açıklayacaktım ani gidişini...

Araya giren zaman bana nasıl bir dayanma gücü verdi bilmiyorum ama, seni özlüyorum bir tanem. Sevgi kokan yüreğini, sıcacık ellerini, içten kahkahalarını, seni annem özlüyorum seni; bir de kimselerde bulamadığım dostluğunu.

Ne olurdu bir saniye de olsa yanımda olsaydın. Sımsıkı sarılsaydım sana ve yine gitseydin. Razıydım buna. Biliyorum ki yoksun yanımızda. Ama kalbimiz sende, seninle. Sen ne kadar uzak ve ne kadar yakın olsan da...

Mekanın cennet olsun annem.

Belgin ERYAVUZ
06/05/2003

MUHTEŞEM ANNELERE İTHAFEN

Tanımaktan çok mutlu olduğum, varlıkları ile yaşantıma anlam kattıklarına inandığım, dünyamı zenginleştiren kişiler var hayatımda, tıpkı sizlerde olduğu gibi.

Kalpleri de en az yüzleri kadar güzel olan, yaptıkları ile beni her defasında şaşırtan, ben olsam yapamazdım dedirten… Her birinin sorunu ayrı, her biri hayatın bizler için normal olan seyrini daha özveriyle, daha sabırla, daha büyük fedakarlıklarla geçiriyor. Onlar benim can dostlarım, onlar benim en değerli arkadaşlarım, onlar birer engelli annesi, onlar bu dünyanın en muhteşem anneleri.

Yavrularını kucaklarına aldıkları anda tanıştıkları hastalıklarla yıllarca mücadele eden, döktükleri göz yaşlarını sevgi tohumlarına çevirip çocuklarının kalbine eken ve her şeye rağmen gülümseyen anneler.

Evet belki özgürlükleri yok denecek kadar kısıtlı, evet belki böylesi bir hayata alışmaları kolay olmadı ama hepsi istisnasız başardılar. Yavrularına önce sevgi verdiler, sonra da onlarla beraber sil baştan yapıp her şeyi yeniden onların gözlerinde öğrendiler. Çocukları ile beraber yaşamaktan asla utanmadılar, onları toplum içine çıkarmakta bir sakınca görmediler, tüm bunların aksine yavruları ile gurur duydular.

İçlerinde kopan fırtınaları kimselere göstermeden, o büyük mücadeleye hiç düşünmeden atıldılar. Gelecek korkusunu yenmek, yavrularına daha rahat bir yaşam bırakabilmek adına hep çabaladılar. Yaptıklarıyla, tecrübeleriyle kendileri gibi olanlara örnek oldular, kalplerinde onlara da yer açtılar.

Zordu önlerindeki yol hem de çok zor, ama onlar zoru kolaya çevirdiler. Gün geldi tıbbın çaresiz kaldığı noktalarda sevgilerini konuşturdular. Sabırla ördükleri sevgi yeleğini çocuklarının sırtından hiç çıkarmadılar. Geceleri uyku uyumadılar; günleri, ayları, geçip giden yılları, bir anlamda kendi hayatlarını hiçe saydılar. Ama başardılar. Herkesin ümitsiz kaldığı anlarda bile onlar ayaklarının üzerinde dimdik durmasını bildiler.

Yavrularını hayata hazırlarken önlerine öylesi büyük engeller çıktı ki…En basitinden çocuklarını toplum içine çıkardıklarında karşılaştıkları o iç bunaltıcı, bozuk plak misali tekrarlanan sorularla, imali bakışları alt etmesini öğrendiler. Başta içlerine akıttıkları göz yaşlarının yerine gülümsemeyi koyarak, biraz boş vererek, biraz alışmalarını bekleyerek bunu başardılar. Ama içlerinde yine de bitmek bilmeyen bir savaşın yolcusu olduklarının sinyalini hep duydular. Yavrularına daha iyi bir eğitim, daha iyi bir bakım alabilmek adına çalmadık kapı bırakmadılar.

Her şeye rağmen, tüm zorluklara rağmen sahip oldukları çocukları ile kendilerini herkesten daha şanslı gördüler. Bir daha dünyaya gelseler, yine aynı hayatı yaşamaya hazır olduklarını tekrarladılar her defasında, yüreklerinin en derininden kopup gelen çığlıklarla.

Yaşadıkları hayatı zorluklarına rağmen hep sevdiler, yavrularını verdikleri o eşsiz sevgi ile sarıp sarmaladılar.

Hayatın normal seyri içinde önemsemediğimiz, farkına dahi varamadığımız küçücük detaylarla mutlu olmasını bildiler ve asla kaybetmedikleri umutlarını her daim tazelediler.

Sevgilerini umutla çoğaltıp yavrularını arkalarına aldılar ve bizler buradayız diye adeta haykırdılar. Gün geldi umutları azaldı belki ama, mücadele hırsları ve sabırları hiç tükenmedi. Yaşadıkları hayattan, içinde bulundukları durumdan asla pişmanlık duymadılar. Seslerinin çıkamadığı göz yaşlarının devreye girdiği anlarda sevgilerine sığındılar. O sevgi ile hem kendileri hem de yavruları için yaşadıkları mekanı her daim mis kokulu çiçeklerle donattılar.

Bir kısmı yavrularını ilk kucaklarına aldığı anda tanıştı ismini o güne kadar hiç duymadığı, hiç haberdar olmadığı hastalıklarla; bir kısmı ise ileriki dönemlerde mutlu ve mesutken her şey yolundayken birdenbire karşılaştı kaderin kendilerine hazırladığı o tatsız sürprizle.

Sonra… sonrası gerçekten de zordu. Kelimeler yetersiz kalırdı o ilk zorlu süreci atlatırken yaşananları anlatmaya. Yaşamayan bilemezdi derinliklerde kopan o fırtınaları kolay kolay, sadece tahmin edebilirdi o kadar.

Ama fırtınalar, boranlar, en kuvvetli rüzgarlar bile yıldıramadı onları. Mücadele etmeyi bir görev saydılar ve çocukları ile beraber her cephede muzaffer bir komutan edasıyla çarpıştılar.

“Neden ben, neden biz?” sorusunu bir kenara bırakıp “ÖNCE YAVRUM” dediler. Eşlerinin eline sıkı sıkıya sarıldılar, güçlerine güç katmak adına. Sarılamayan, yeterli desteği göremeyenler ise içleri acısa da boş verdi.

Çünkü artık önlerindeki hayat kendi hayatları değil; yavruları ile bütünleştirdikleri, sevgileriyle harmanladıkları o zorlu hayattı. Hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin önemi yoktu yavrularından başka.

Böylesi zorlukların ancak seçilmiş çok müstesna insanlara verildiği bir gerçek. O insanlar ki bizlerden çok daha güçlüler, düşünceleri ile yaptıkları ile zoru kolaya çevirdikleri için. Yılmayıp, pes etmeyip tüm bir ömrü bu zorlu mücadeleye adadıkları için. Kendilerinin dahi farkına varamadıkları pek çok güzel özelliği yapılarında barındırdıkları için. Güçleri ve cesaretleri için. Fedakarlıklarının sınırı olmadığı için.

Engelli annelerinin her biri gökyüzünden gönderilmiş birer melek; her biri yılın, yılların eli öpülesi anneleri. Onlar ayakta alkışlanmayı çoktan hak etmiş gönülleri sevgi dolu son derece özel insanlar.

Onları ve dünya güzeli yavrularını tanıdığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bana sabrı, azmi ve sevgiyi her defasında farklı şekillerde gösterip dünyamı zenginleştirdikleri içinde tüm kalbimle teşekkür ediyorum.

Şu ana kadar tanıdıklarım ve bundan sonra tanıyacak olduğum tüm engelli annelerine, o MUHTEŞEM ANNELER benden selam olsun, yolları hep çiçeklerle dolsun.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
02.02.2007

NOT: Sıcacık pozları ile yazıma destek veren canım arkadaşım Aysel Toros'a ve yakışıklı oğlu Uygur' a sonsuz teşekkürlerimle. Bu yazımı bana ilham olan tanıdığım tüm MUHTEŞEM ANNELERE ithaf ediyorum. Yolları her daim açık olsun.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...