27 Haziran 2010 Pazar

İLK ADIM (İŞ İŞTEN GEÇMEDEN HAYATI YAKALA!)


İnsanların yaşamları boyunca hiçbir şeye yeterli zamanları olmaz. Hayatlarını yoluna koymak ve yürütmekle o kadar meşgul olurlar ki; her şey yoluna girdiğinde biraz değil çok geç kaldıklarını, zamanın acımasızca geçtiğini ancak fark ederler.

Bir de bakarlar ki hayat ellerinin arasından akıp gitmiş bir su misali. Saçlarda beyazlıklar belirginleşmiş, zamanın derin izleri etkisini göstermeye başlamış.

Maalesef genç kalan ruhumuza inat bedenimiz eski günlerimizdeki gibi değildir artık.

Kendimizle ilgili pek çok şeyi kaçırdığımızı düşünürken, doktorumuz sağlığımızla ilgili endişelerinden söz ederek bizi gerçeklerle bir kez daha yüzleştirir.

İşte o zaman durur; bir an için geçmişe, yaptıklarımıza, erteleyip yapamadıklarımıza, hala sıcacık duran hayallerimize bakar ve bir karar vermek zorunda olduğumuzu anlarız.

Ya bir süre için mola verir, saatler yetmeyen, bizsiz bir gün bile idare edilemeyeceğini sandığımız işimizi rölantiye alıp daha sağlıklı düşünmek adına bir yerlere kaçarız. Böylece biraz soluklanırken hayallerimizi, amacımızı ve bundan sonrasında yapmak istediklerimizi yeniden planlarız.

Ya da hiç soluklanmadan kaldığımız yerden aynı hızla ve tempoda devam eder; yapamadıklarımıza zaman zaman hayıflanarak ömrümüzü tüketmeye devam ederiz.

İçimizde bir şeyler kıpırdandığında,kendimizle ilgili ilk sorgulamalar başladığında seçim tamamen bize ait. Hayatımızın daha anlamlı, daha yaşanabilir hale gelmesi için yapılacak şeyler sadece tek bir adımla başlayacak ve gerisi çağlayarak devam edecek. Hayallerimizi bir bir gerçekleştirdikçe nefes aldığımızı hissederek, yaşadığımızı duyumsayacağız.

Hayatın bize şans getirmesini beklemek yerine şansımızı kendimiz yaratı, rutin giden yaşantımızı renklendirebiliriz. Düşüncelerimizde hayallerimizle hazırlıklar yapar, önümüze çıkan fırsatları fark ederek değerlendirmesini bilirsek yaşantımız sihirli bir değnek değmişcesine değişecektir buna inanın. İstememiz, gerçekten inanmamız bunun için yeterli.

İlk adım mı?

Bu satırları okuduğunuzda içinizde bir şeyler kıpırdadıysa o ilk adımı çoktan attınız bile. Gerisi size kalmış. Haydi rast gele.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
25.07.2007

İKİNCİ YA DA ÜVEY, İSMİNİ SİZ KOYUN




Boşanmanın hem biz büyüklere hem de çocuklara getirileri o kadar geniş bir yelpaze ki… Her bir bölümde renkler döndükçe içiçe geçiyor; kimi zaman beyaz, kimi zaman pembe ya da mavi, kimi zamansa siyah bir çizgi halinde hayatımızda yer ediyor.

Yollarını ayıran anne babalar geçmişi, eskiyi, eskiyle ilgili her şeyi unutup, hayatlarında bembeyaz bir sayfa açmaya çalışırken; bir süre her şeyin düzene girmesini, kendilerinin ve çocuklarının bu yeni hayatı benimsemesini bekliyor. Ama gün geliyor, bir mutluluk rüzgarına kapılarak yeni bir tercih yapıyor ve ikinci kez evlenmek istiyor.

İstiyor ama peki ya çocuklar? Çocuklarımız bu yeni ilişkiye, bu yeni insana nasıl yaklaşıyorlar dersiniz?

Ortada bir gerçek ver ki, aslında çocuklar her ne olursa olsun anne babaya olan sevgilerini bir başkasıyla paylaşmak istemiyorlar. Anne babalarının kendilerini artık eskisi kadar sevmeyeceğini, onlara yeterince zaman ayıramayacağını düşünerek korkuyorlar. Çünkü dünyalarının boşanmadan sonra bir kez daha karmaşık hale gelmesini istemiyorlar. Kendilerini hiçbir yere ait olarak göremiyorlar. Bu ruh hali içindeyken bir üçüncü kişinin varlığı onları fazlası ile rahatsız ediyor, kabullenmeleri zaman alıyor.

Peki ya bizim duygularımız, bizim düşüncelerimiz, yeni kişiye olan tepkilerimiz? Bunların hiç mi değeri yok dersiniz? Elbette ki var. Eşinizin hayatına yeni birisinin girmesi, hatta onunla evleneceğini öğrenmeniz size neler hissettirir? Ya da aynı kararı biz aldığımızda, eski eşimizin duyguları ve tepkisi nasıl olurdu acaba? Tüm bunlar; çocuklarımızın yeni hayatını ve yeni kişiyi kabullenmelerini kolaylaştırmak adına o kadar önemli ki…

İnsanın yine zorda kaldığı, yine ikilemler içinde kıvrandığı zamanlardır bunlar. Bir yandan çocuğunu ve tepkilerini düşünür, öte yandan yeniden hatırlamanın, eskiyi tazelemenin acı tatlı kıpırtılarından rahatsızlık duyar. Bir yandan ise merak eder? İkinci eş nasıldır acaba? Kendinden daha güzel bir kadın, daha uzun boylu bir eş, daha zengin bir adam, daha kültürlü ve neşeli bir partner, ya da tam tersi özellikler, yani bu seçimde her şey olabilir.

Olabilir de kolay kabul görür mü? İkinci evlilik kıskanılır mı? İkinci eş kolayca yaşantınıza sokulabilir mi? Herkes ikinci olmayı kolay kolay kabul eder mi? İnsanın ben duygusu her zaman bencilliğe oynayan dürtüleri bunda zorlanır mı? Yoksa “ne tanışırım ne de kabul ederim, yeter ki benden uzak olsun” diye düşünenlerden misiniz? Peki ya kabul edenler? Kabul ettiklerini hatta çok da iyi anlaştıklarını söyleyenler? Onlar yalan mı söylüyor sizce?

Bu sorulara verilecek cevapların hiç de kolay olmadığını biliyorum. Ama hayatta kolay olan ne var ki zaten?

Yine önümüzde dikkatli atılacak adımlar; aceleci davranmadan tüm şartları inceleyerek verilecek kararlar var. Elbette boşanma ile her şey bitmiyor; elbette gerek bizim ve gerekse eski eşimizin birer hayatı olacak. Bizlerde yeniden mutluluğu yakalama şansını değerlendireceğiz. Bu bizim en doğal hakkımız. Ama bizimle yaşasın ya da yaşamasın, öncelikle çocuğumuzu düşünmek ve hayatımıza davet edeceğimiz ikinci kişiyi hem çocuğumuzun hem de eski eşimizin kabul etmesini sağlamak gerekiyor galiba. Ve eğer göstergeler çocuğumuzun henüz hazır olmadığının, o narin dünyasının incineceği sinyalini veriyorsa; uygun ortam oluşuncaya, çocuklarımız ve eşimiz bu ilişkiye onay verinceye kadar beklemeliyiz diye düşünüyorum.

Çünkü biz kendimize yeni bir dünya kurarken, bu dünya da çocuklarımızın mutlu ya da mutsuz olması büyük ölçüde bize ve bizim davranışlarımıza bağlıdır. Unutmayalım ki, çocuklarımız sessiz radarlar gibi bizim her türlü davranışımızı dikkate alıp kendi dünyalarında belirli yerlere koyuyor, tepkilerini gösterirken de onlardan esinleniyor. Bir yerde biz büyüklere birer ayna tutuyor. O halde bize düşen sadece kendimiz düşünmek olmamalı, haksız mıyım?

Üstelik anne baba yeni dünyasında mutluysa çocuğunda onlarla geçirdiği saatlerde mutlu olacağını bilmek; bu kabullenmenin ne denli önemli olduğunu belirtmeye yetiyor, öyle değil mi? Eğer biz bunu başarırsak çocuğumuzun yeni hayatını daha rahat kabul etmesini kolaylaştırır, sevmesini sağlayabiliriz. Çocuğunuzun o kişiyi övmesi, ona hayran olması da güzeldir aslında. Böylesi bir olasılığı da olgunlukla karşılamalı, kıskançlığa yer vermemeliyiz. Hem korkmayın, çocuğunuzun yeni hayatını ve yeni kişiyi sevmesi, beğenmesi bizden bir şey eksiltmez. Tersine çocukların dünyalarını zenginleştirir, onlara yeni kapılar açar.

Hayatınıza bir anda giren söz konusu kişi için tanımlamanız ister “üvey”olsun (ki ben bu tanımı pek soğuk ve sevimsiz buluyorum); ister “ikinci” hiç fark etmez. Önemli olan ilişkilerdeki tabloyu pembe hale getirmek ve onu korumaktır.

Kendisine güvenen, kendi değerlerinin farkında olan, sevginin, saygının kıymetinden haberdar olan, affetmeyi başaran bir kişi olup daha mantıklı yaklaşalım beraberliklere. Unutmayalım ki artılar eskiler herkeste vardır, önemli olan onları uyum içinde tutabilmektedir. Üstelik bir zamanlar hayatını paylaştığı, ortak paydaları çocuk olan insanın mutlu olmayı istemesi en doğal hakkıdır. Geçmişe sünger çekebilmek ve her ne yaşanmış olursa olsun, yine de eşinin mutluluğunu dilemek ise ne kadar güzeldir aslında. Biliyorum o minicik kıskançlık ateşleri içinizde yanmak için bir boşluk arayacaklardır, ama alevlenip her tarafınızı sarmasına izin vermemek sizin elinizde. Varsın arada bir varlığını hissettirsin ama fazlasına gerek yok, çünkü sizin de mutluluğa ihtiyacınız var. Bu ise ancak onu gölgeleyecek her şeye dur demekle mümkün olabilir. Her tarafınız kıskançlık ateşiyle kavrulurken; geçmişteki hatalar, yanlışlıklar hatta size yapılan haksızlıklar bir an bile unutulmazken ve siz kendi hayatınızı, çocuğunuzu bir yana bırakarak eskilerle haşır neşir olurken, mutluluk yanınıza hiç uğramayacaktır bunu unutmayın. Bu tavırlar çocuğunuzun da sizden uzaklaşmasına sebep olabilir aman dikkat edin.

Açtığınız o beyaz sayfayı güzelliklerle doldurun, öfke, kıskançlık ve göz yaşlarıyla değil.

Bunu başardığınız taktirde hem kendinizin hem de çocuğunuzun mutluluğunu sağlamış olacaksınız. Çünkü anne baba vasfına sahip insanların bencil olması düşünülemez, böylesi lüksleri olmamalıdır. İlk öncelik her zaman çocuklara ayrılmalıdır, çünkü doğrusu da budur. Üstelik çocukları mutlu olanlar her zaman daha mutlu olurlar.

Hayat renginizde siyahlar, griler hiç olmasın. Pembenin şeker tadı, mavinin sessiz dinginliği, yeşilin ruhumuzu okşayan yumuşaklığı hep sizlerle olsun.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05.03.2007

İNTİKAM ATEŞİ İÇİNİZİ YAKMASIN



İnsan olayları kendi dünyasındaki değerlerle, kendine has düşüncelerle yorumladığı için; gün gelip bir haksızlığa uğradığında içinde yepyeni bir duygunun filizlenmeye başladığına şahit olabilir. Bu öyle bir histir ki gün be gün şiddetini artırır ve birde bakarız ki intikam hırsıyla yanıp tutuşuyoruz. Sanki yaşadığımız o kötü olayın gerçekleşmesine katkıda bulunan kişi ya da kişilerden intikam alırsak rahatlayacakmışız gibi kendimizi bu tehlikeli duyguya odaklarız. Artık yatarken de aklımızda intikam almak vardır, sabah uyandığımızda da düşündüğümüz ilk şey yine odur.

İntikam alırsak acımızın hafifleyeceğine; bizi üzen her ne varsa tümünün yok olacağına olan inancımız giderek artar. Öyle ki bu işin sonrası yoktur artık bizim için; öcümüzü hemen almak isteriz. Aynı acıyı daha da fazlasıyla karşımızdaki o kişide çeksin isteriz. Belki de bekledikçe intikam hırsımızın azalacağından endişe duyarız. Sakin düşünüp, olayları zamanın akışına bırakarak acılarımızın küllenmesine izin vermeyiz. Sabırla beklediğimizde birgün mutlaka gerçekleşeceğine tanık olacağımız ilahi adalete olan inancımız bile gel gitler içindedir. Çünkü içimizdeki yangın çok büyüktür ve intikam alınca içimize su serpilecek, o yangın sönecektir. Buna inanırız, inanmak isteriz.

Oysa ki intikam duygusu çok tehlikelidir. Ucu kendimize çevrili bir oka benzer adeta; sonunda gelir bizi yaralar. Öyle ki hayatımız boyunca o izleri hatırlar dururuz. Unutacağımızı sandığımız acılarımız hafifleyeceğine daha da depreşir. En çok üzülen yine biz oluruz. Bu süreçte yaşadıklarımız da cabası.

İntikam her şeyden önce insanın ruhsal sağlığını bozar, yaşamdan yaşamdaki tatlardan uzaklaştırır. Üstelik hedeflerine, hayallerine ulaşmasına mani olur, deyim yerindeyse tüm yapmak istediklerimizin önüne görünmez bir set çeker.

Kabul etmek gerekir ki onunla mücadele etmek kolay değildir. Çünkü içimize nüfuz etmiştir bir kere; onu yok saydığımız süreçlerde en zayıf anımızı kollayarak uyanır ve biz fark edene kadar tüm duygularımızın önüne geçiverir. Gözümüzü öylesine boyar ve gerçekleri algılamamıza öylesine mani olur ki içten içe bizi yiyip bitirdiğini fark edemeyiz bile.

İlahi adaletin gün gelip gerçekleşeceğini anlatan bir Çin Atasözü derki “nehrin kıyısında yeterince beklersen düşmanın cesedi önünden mutlaka geçer.” Pek çoğumuzun yaptığı gibi acele etmek ve çektiğimiz acıyı o kişinin yüzünde hemen görmek isteyip sabırsız davranmak yerine bekleyip olacakları görmenin çok daha mantıklı olduğunu anlatmaz mı bu satırlar? Çünkü diğer türlü içimizdeki hırsın en çok kendimize zarar vereceği yine öylesine açık ki.

Düşünsenize size acı çektiren ya da sizin cephenizden öyle olduğunu düşündüğünüz kişi bunlardan habersiz habersiz kendi dünyasında. Sizse tüm yaşamı bir kenara bırakıp, zamanınızı sadece buna harcıyor ve sadece bu hırsa odaklanıyorsunuz. O süreçte kaybeden yine sizsiniz. Kaldı ki intikam aldığınızda gerçekten mutlu olacak mısınız, acılarınız gerçekten yok olacak mı? Tüm yaşananları yok sayabilecek misiniz? Yanıtı kocaman bir HAYIR. O halde gelin bu hırstan kendinizi arındırın. Olayları zorlamak yerine kendi akışına bırakın.

Bir insandan, bir olaydan intikam almanın en iyi yolu olan unutmayı deneyin. Unutunca acılarınız hafifler, sızılarınız diner. Bunun için elbette zamana ihtiyacınız vardır ama olsun. Size karşı her ne yapıldıysa alacağınız en iyi antikam tıpkı Schiller’in dediği gibi “Affetmek ve Unutmak” olsun. Affetmekle hayatınızı karabasanlardan kurtaracak, unutmakla da intikamınızı size yakışır bir şekilde almış olacak ve o kişiye acıların en büyüğünü yaşatacaksınız. Eğer unutamıyorsanız yaşadıklarınızı tecrübe hanenize artı bir çizik olarak ekleyip geleceğiniz için olumlu enerjiye çevirmeye çalışın. Çünkü siz özünüzde iyi ve akıllı bir insansınız. İçinizde intikam gibi kötü ve tehlikeli duygulara yer olmamalı.

İlahi adaletin gün gelip gerçekleşeceğine olan inancınızı kaybetmeyin ve yaşamınıza kaldığınız yerden devam edin. Gün gelip gerçekleştiğine tanık olursanız sadece tatlı bir tebessümle eski günleri hatırlar ve içiniz hiç olmadığınız kadar rahat yolunuza devam edersiniz. Bekleyen, sabırla acılarının hafifleyeceğine inanan insanlar her zaman kazanırlar; denemekten korkmayın.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
31.05.2009

18 Haziran 2010 Cuma

HAYAT ENERJİM BABAM





Seni düşündüğüm zamanlarda seninle ilgili pek çok şey geliyor aklıma; ama içlerinden en çok özlem duygusu ağır basıyor, sana olan sevgimin derecesini her defasında daha çok artıran ve içimi derinden derine titreten.

Yokluğunu o kadar çok hissediyorum ki babam… Yoğun işlerin, hiç bitmeyen seyahatlerin, toplantıların, gece gündüz süregelen koşturmaların içinde, ajandana aldığın onlarca not arasında ben nerelerdeyim hiç bilmiyorum. Zaman geçiyor, ben büyüyorum, bir okuldan diğerine başlıyorum, yakında tamamen mezun olacağım ama senin işlerin hiç bitmiyor.

Biliyorum beni çok seviyorsun, hatta canından bile fazla. Ama o özlemek yok mu? O çok koyuyor canım babam. Bunaldığım, sıkıldığım anlarımda senin hayat enerjine nasıl da ihtiyaç duyuyorum bir bilsen… Neşene, yaptığın şakalara, beni hala küçücük bir kız çocuğu gibi sevmelerine… Ama sen yoksun; işlerin, seyahatlerin seni benden, bizden alıp alıp götürüyor taa uzaklara.

Biliyor musun canım babam, babişkom, sen yanımda yokken ve ben sana deli gibi ihtiyaç duyarken içimden çok kızıyorum sana. O hiç bitmeyen işlerine. Ama seni görünce, sıcaklığını yanımda hissedince her şey bitiyor. Senin kokun hiç gitmesin istiyorum burun deliklerimden, sıcaklığın ise ellerimden.

Hayatımın içinde bir görünüp bir kayboluyorsun adeta. Biliyorum her şeyi benim için, bizim için yapıyorsun; bana daha güzel bir gelecek yaratmak adına. Çok yoruluyor, çok mücadele veriyorsun bana, bize hiçbir şey yansıtmadan. Her seyahat dönüşünde uykusuz gecelerine eklenen yol yorgunluğu ile gözlerin, o güzel deniz yeşili gözlerin kızarıyor, yanıyor biliyorum. Ama sen her şeye rağmen, yaşadığın tüm sıkıntılara, tüm olumsuzluklara rağmen her zaman gülümseyen yüzünle karşıma çıkıyorsun.

Ah… canım babam, babişkom,benim dünya şekerim, hiç bitmeyen hayat enerjim. Seninle her şey öyle güzel ve öyle özel ki… Yaptığımız uzak yakın seyahatler, paylaştığımız yemekler, izlediğimiz konserler, filmler; yaptığımız sıcacık sohbetler, gülmelerimiz, şakalaşmalarımız, İngilizce tartışmalarımız hatta hatta inatlaşmalarımız bile öyle tadına doyulmaz ki…

Senin öyle kocaman bir yüreğin var ki, ben bir isteyince sen her zaman daha çok verdin. Beni herkesten çok şımarttın. Şimdi düşünüyorum da öylesine derin bir sevgiyle kalbimi sardın ama benden öylesine uzakta kaldın ki şımarmaya vakit bile bulamadım. Her zaman sana olan sevgim özleminle taçlandı. Hasretin burun deliklerimi sızlattı.

Bu babalar gününde yine yoksun yanımda. Annem var her zaman elimi turan, bana destek veren, beni hiç yalnız bırakmayan. Ama sen yoksun!.. Ah… canım babam anneler babaların yerini tutmuyor ki.

Hastalandığım, bir adım dahi atacak gücü kendimde bulamadığım anlarımda sesini duymak bana nasıl iyi geliyor bir bilsen. Hele hele bir de aramızdaki kilometrelere inat saat gecenin kaçı olursa olsun atlayıp arabana yanıma geldiğinde gözlerinden gözlerime hayat enerjisi akıyor canım babam. Ben seninle güç buluyor, o zor anlarımda gülümsüyorum ya bunu nasıl unuturum?

Şimdi gelsen yanıma, sarsan beni sıcacık ellerinle, sarılsan sımsıkı bedenime ve sevgini hissetsem en derininden kokun benimle yeniden buluşurken. Daha küçücük bir kızken seni sadece yatağımda uykulu gözlerle görürken seyahat aralarında, pek anlamıyor muşum bu ayrılığı. Ama şimdi büyüdüm, özlemek ne yaman bir duyguymuş anladım. Daha çok yanımda olacağın, daha çok paylaşımlar yapacağımız bu zamanlarda varlığını hissetmem lazım. Babişkom benim senin sevgine, hayat enerjine olan ihtiyacımı anlaman lazım.

Sensiz susuz kalmış bir çiçek gibiyim adeta. Belki çiçekler gibi boynumu bükmüyorum, başım hep dik, ayaklarım her sağlam yere basmaya çalışıyorum ama içim isyanlarda. Hayat enerjimi, babamı deli gibi özlemekten, kokusuna, sıcaklığına, sesine hasret kalmaktan bitap.

Seni seviyorum hayat enerjim babam. Hem de çok seviyorum ve kollarım açık kavuşacağımız bir sonraki günü özlemle bekliyorum.

NOT: işleri hiç bitmeyen, çocuklarının büyümelerine tanık olamayan tüm babalara ithaf edilmiştir.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
25.05.2010

İLİŞKİLER DÜĞÜM OLMUŞ ÇÖZÜLMÜYOR



Hayat standartlarının, beklentilerin değişmesi, insanların karşılıklı ilişkilerinde saygıyı sevgiden önce yitirmeleri ne yazık ki evlilikleri bitiriyor. Her geçen günle beraber boşanmalar artıyor, evliliğin o büyülü havası, o bir ömür boyu birlikte yaşlanma hayalleri yok olup gidiyor.

Büyük umutlarla çıkılan ikili yolculuk, her iki taraf içinde dayanma sınırlarını zorlamaya başladığında, arada çocuk olsa bile boşanma kaçınılmaz oluyor. Çünkü bireyler kırılmış umutlarında, yorgun gönüllerinde bu beraberliğe artık devam edemeyeceklerini anlıyor. Bitmiş bir şeyleri bir arada tutmak, yitirilen değerleri tekrar eski yerine koymak çoğu zaman yeterli olamıyor. Kavganın, tartışmaların, karşılıklı suçlamaların, hatta hatta şiddetin ve tacizin devreye girdiği, saygının ayaklar altına alındığı o son çizgide eşler yollarını ayırıyor.

Boşanmalar ve bitmek bilmeyen kavgalarla sürdürülmeye çalışılan mutsuz evlilikler ise gençlerimizi bizlerin tahmin ettiğinden çok daha fazla etkiliyor. Onların gelecekle ilgili kaygılarını artırıyor, mutlu evlilik ve beraberliklerin de yaşandığı gerçeğine olan inançlarını zayıflatıyor.

Elbette kimse ayrılmak, tartışmalarla dolu mutsuz bir hayatı sürdürmek için evlenmiyor ama; duygularından karşısındaki insandan emin olmadan da böyle bir adım atılmamalı diye düşünüyorum ben. Çünkü sonunda her iki taraf da zorlanıyor bu beraberlikte.

İnsanlar bir ilişkiye başladıklarında karşılarındaki kişide kendilerinden bir şeyler bulduğunu hisseder çoğu zaman. Bir elmanın yarısı, bir yarımın bütünü gibi algılar; ruh eşini, ruh ikizini bulduğuna inanır hatta. Ondan etkilenmesine neden olan pek çok şey güzel gelir ilk başlarda. Ama sonra yavaş yavaş onu kendi görmek istediği hale getirmeye başlar farkına varmadan.

Peki, ne olur da ilk başta cazip ve çekici gelen değerler artık istenmez ve onların yerine kendi isteklerimiz devreye girmeye başlar? Hani o bizim ruh ikizimizdi, bizim diğer yarımızdı, yoksa hepsi yalan, her şey bir aldatmaca mıydı?

Elbette ki hayır. İlk başlarda onu kendi görmek istediğimiz gibi görmüştük belki de, o ilk heyecan ve çoşkuyla tüm özelliklerini kusursuz sanmıştık. Ama heyecan dalgasının ilk vurgunu geçip dingin sulara vardığımızda her şeyi daha net gördüğümüz için yavaş yavaş farklı özellikler dikkatimizi çekmeye başlar. İşte o noktada biz, bize ters gelen bazı özellikleri değiştirmek isteriz. Zaman içinde bu değişim isteği karşı taraftan kabul gördükçe artar, bir süre sonra nedensiz dayatmalar haline gelir. Biz ruh ikizimizi bulduk derken, onu zamanla kendi kafamızda yarattığımız model haline getirmeye çalışırken işler sarpa sarar. Üstelik karşı taraf bu isteklere artık hayır demekte karşı çıkmaktadır. İşte tartışmalar, küskünlükler, kırgınlıklar da bu dönemde başlar. Adeta tanıyamaz oluruz karşımızdaki kişiyi, değişmiştir hem de çok. Peki ama değişmesini biz istemedik mi, hatta bu nedenle zaman zaman zorlamadık mı? Evet değişti belki ama biz aslında böyle olsun istemedik değil mi?

Tam bu noktada duyguları dantel gibi işleyen yazar Ahmet Altan’ın “Gece Yarısı Şarkıları” isimli denemesinden bir alıntı yapmak istiyorum. Kitabın “Bir İnsan Yapmak” bölümünde Ahmet Altan şöyle diyor.

“Kimse tanımaz sevdiğini, sevdiğinden bir küçük kil parçası alıp ona kendi toprağını ekleyerek büyük bir heykel yapar. Yaptığı heykel kendisine benzer. Oynar bir zaman yaptığı heykelle. Onunla konuşur. Heykeli değil, aslında kendi sesini dinler. Kendi duymak istediğini duyar. Sonra heykel başını çevirir, muhakkak her heykel bir gün başını çevirir. Yüzü görünür. Gördüğü yüz, görmek istediği yüz değildir. Ve insanlar hayal kırıklıkları yaşarlar. Ve kendileri bir heykel yaparken, kendilerinin de heykellerinin yapıldığını bilmezler. “

Oysa ki ilişkinin en başında karşımızdaki kişiyi olduğu gibi kabul etmeyi başarsaydık tüm bunlar olmayacaktı emin olun. Eşlerin birbirinden farklı olması onları tamamlar aslında. Benden bir tane var zaten, neden bir ikincisi daha olsun ki…Herkes nevi şahsına münhasırdır, herkesi bir başkasından ayıran öyle güzel özellikler, değerler vardır ki. Önemli olan onu koruyabilmek ve bir bütün olamaya çalışırken farklı özelliklerle bu ilişkiyi renklendirmektir. Hem değişiklik daha güzel değil mi? Yeknesak, her şeyin tıpatıp birbirine benzediği kusursuz bir ilişki, hep aynı istekler, hep aynı şeyleri düşünüyor olmak bir zaman sonra insanı sıkmaz mı?

Karşınızda sizi her an şaşırtan bir insanın olması, hayatınızı süprizlerle donatır, daha çekici hale getirir, öyle değil mi? Aradaki sıcaklığın oluşmasını, karşınızdaki kişiye yakınlaşmanızı sağlayan da bu değişik özelliklerdir aslında.

Elbette beraberliklerde karşılıklı anlayış olmalıdır, elbette önce saygı çerçevesinde yaklaşılmalıdır, sevgi olmazsa olmazdır ilişkilerde ama, tüm bunlar karşımızdaki kişiyi istediğimiz şekle sokmamızı gerektirmez ki.

Örneğin siz sakin, az konuşan birisiyseniz, partnerinizin daha heyecanlı, konuşkan birisi olması daha güzel değil midir? Siz bir türlü planlı, programlı yaşayamazken, karşınızda sizi ve yaşantınızı çekip çeviren düzene sokan bir partnerle yaşamanız daha zevkli olmaz mı? Ya da ne bileyim, siz olaylara hep karamsar yaklaşırken, yarısı boş bir bardağa dolu diye haykıran bir eş nelere bedeldir düşünsenize. Ondan öğreneceğiniz şeyler vardır, zamanla sizde o yarısı boş bardağa dolu demeyi öğrenirsiniz, hiç kuşkunuz olmasın bundan. Böylelikle hem yaşamınız daha renkli olacak, hem ilişkiniz her daim heyecanla sürecektir. Birlikteliğin rengi ve armonisi her şeyi kuvvetlendirecektir.

Tamam kabul ediyorum, bu heyecanın, bu renkliliğin yanında, ayrı görüşler, ayrı bakış açıları hatta ayrı değer yargısı zaman zaman tartışmayı da getirir ama saygı tüm bunların üstesinden gelir. Çünkü ayrı şahsiyet, ayrı fikir ve karakterler birlikteliğe öyle güzel zemin hazırlarlar, ilişkiye öyle özel efektler yansıtırlar ki, ufak tefek anlaşmazlıkların bu kuvvetli ilişkide lafı bile olmaz. Temel sağlamdır asla yıkılmaz.

Birbirini gerçekten seven ve saygı duyan insanların tartışmaları da birbirlerini incitmeyecek ölçüde olur zaten merak etmeyin. Şartlar gereği çok derin ve hassas konularda sarsılmalar olsa bile ilişkideki o asalet, saygının zırhına bürünerek her iki tarafı da korur.

Yeri gelip sessiz kalma hakkınızı kullanarak o sessizliğiniz ve naifliğinizle çok şey anlatabilirsiniz eşinize. Ve merak etmeyin siz asaletinizi koruduğunuz müddetçe anlaşılmanız çok daha kolay olacaktır. Eşiniz sizin o şık mazeretlerinizi gülümseyerek karşılayacaktır.

En kötü şartla sizi yine de anlamadıysa, o naifliğinizi hiçe sayıp size farklı anlamlar yüklemeye çalıştıysa da canı sağ olsun. Gün gelip yollarınızı ayırdığınızda; başka insanlar tanışıp karşılaştırmalar yaptığında ya da yalnız bir başına kalıp olayları daha net yorumladığında sizi o zarafetinizle hatırlayacak ve belki de haksızlık yaptığını düşünecektir, merak etmeyin.

Sözlerimi yine Ahmet Altan’ın bir başka güzel kitabından iki anlamlı cümleyle bitirmek istiyorum. “Ve Kırar Göğsüne Bastırırken” isimli denemesinden bu kez.

“Ve kırıyoruz göğsümüze bastırırken sevdiğimiz her şeyi. Ve kırdığımız sevgilerden duvarlar örüyoruz hayatla aramıza.”

Ne kadar doğru değil mi? Her şeyden çok severken, göğsümüze sımsıkı bastırırken kırmak, incitmek, yersiz yere kıskanmak, değiştirmeye çalışmak, duygularını hiçe saymak ve mutlu giden ilişkileri yok yere mutsuzluğa çevirmek….

Dilerim sevgiler, sevgililer, eşler hiç kırılmasın; gençlerimizin gözünü korkutan evlilik kurumu mutluluğun temel taşı olsun el üstünde tutulsun; ilişkiler bir yün yumağı olup çözülmez hale gelmesin. Hayatınız hep en güzel sevgileri yine sizin kalbinizde yeşertsin.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
16.02.2007

MUTLULUĞUN GİZLİ ANAHTARI (ŞÜKRETMEK)


Aslında herkesin elinde olan ama çoğumuzun kullanmayı bir türlü beceremediği o gizemli anahtar!

İnsanın kendi iç zenginliğini fark etmesine yol açan; farkındalığını çoğaltan, hayatın daha anlamlı, daha yaşanabilir olduğunu kanıtlayan bir insani duygu. Bir anlamda mutluluğun gizli anahtarı, şükretmek…

Oysa ki kullanmayı bilenler hayatın o en güzel anlarını iliklerinde hisseder, şükrettikçe ruhunun zenginliğini daha da çoğaltır. Mutluluğunun farkına varıp hayatına yeni mutluluklar katar. Evet mutluluğunu fark eder. Çünkü hepimiz sahip olduğumuz o kadar çok şey adına mutluyuz ki aslında. Ama farkında değiliz; elimizin tersiyle itip duruyor, kendimizden uzaklaştırıyoruz. Oysaki küçücük bir gayretle farkına varmaya başladığımızda sayıları karşısında şaşıracağımızdan; mutlu olmamıza yetecek kadar çok sayıda değere sahip olduğumuz için hepimizin aslında çok zengin olduğundan kimsenin şüphesi olmasın.

Bunu bir kere değil, beş kere değil tıpkı nefes alır gibi her an hissetmeliyiz. Neden mi? Çünkü farkındalığın gücünü kendi içimizde yaşatmaya başladığımızda ancak, etrafımızda bizi mutlu etmek için bekleyen çok özel detayların olduğunu anlayabiliriz. Elimizdeki her şeyin, sahip olduğumuz tüm sevgilerin kıymetini daha güçlü hissederiz. Dışarıda bizi düşünerek, bizim için çarpan kalpler olduğunu bilmek bile şükretmek için yeterli neden değil mi sizce?

Sevebiliyorsanız, özgürce sevginizi haykırabiliyorsanız, seviliyorsanız, paylaşıp çoğalıyorsanız, sevdikleriniz için çabalıyor, onların gözlerinde tatlı tebessümler yaratabiliyorsanız ne mutlu size. Şükredin tüm bunlara. Elinizdekileri kaybetmeden değerlerinin farkına varın, çünkü inanın bana herkes kendi ölçüsünde çok zengin. Yeter ki o zenginliğin farkına varalım, yeter ki zengin olmamıza sebep olan her bir detay için şükretmesini bilelim.

İnanmak ve beklemek, beklerken elimizdeki azlara, çoklara her şeye şükretmek; aslında tüm yapacağımız bu. Olumsuz duygu ve düşüncelerden olabildiğince uzak durarak iyi şeyleri hatırlamak. Güzelliklerin yine güzellikleri çektiğini, karamsar ve negatif duyguların ise çoşkumuzu bir balon gibi söndürdüğünü unutmadan. Hep olumlu, hep seven, hep mutlu ve sevgi dolu.

Peki sorarım size hangimiz bunu sıklıkla yapıyor ve yeterince şükretmesini biliyor? Maalesef etrafımızdaki örnekler bir elin parmaklarını dahi geçmiyor. Biliyorum bu hayat şartlarında, onca olumsuzluğun içinde bunu başarmak hiç kolay değil ama bunu öğrenebiliriz. Tekrarlarla tıpkı bir dersi çalışır gibi hevesle, canla başla. Her gün bakış açımıza, farkındalığımıza yeni bir tuğla ekleyerek. Her olayda edindiğimiz tecrübelerle attığımız adımları daha da sağlamlaştırarak. Tek tek, özenle, yılmadan ve her defasında denemekten heyecan duyarak, isteyerek.

Çünkü her şeye rağmen hayat çok güzel. Yaşamak, nefes almak, bu serüvenin bir parçası olmak çok önemli. Yaşam koşturmamız içinde her defasında şükretmemiz gereken fark edemediğimiz o kadar çok güzellik var ki… üstelik tümü mutluluğumuza mutluluk katacak kadar önemli detaylar.

Sabahları uyanırken, gözlerimizi ilk açtığımız anda sağlıkla gerinebiliyorsak eğer… işte ilk neden karşımızda duruyor bile. Ne dersiniz? Sağlıklı olmanın parayla bile ölçülemeyecek derecede önemli olduğunu hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? Biliyoruz da hangimizin aklına bunun için şükretmek geliyor ki? Ancak hastalandığımızda, sağlığımızı kaybetmeye başladığımızda değerini anlıyoruz; ama iyileşince her şey tekrar eskiye dönüyor, rutine biniyor ne yazık ki…

Tıpkı bunun gibi bir başka örnek… market arabamızı elimizdeki listeyle doldurup eve geldiğimizde tüm alabildiğimiz nimetler için şükretmemiz gerekmez mi sizce; hele hele istediklerini, özlediklerini, onlardan da önemlisi ihtiyaçlarının çoğunu alamayanları düşününce? Peki bizler ne yapıyoruz; elimizin ağırlığından, yorgunluğumuzdan dem vuruyoruz öyle değil mi?

Bunlara benzer örnekleri çoğaltmamız mümkün elbette ama bunların pek çoğunu fark edebilmemiz için mutlaka bir şeylerin sebep olması, bize bir şekilde hatırlatılması gerekiyor. Oysaki… kendiliğinden fark edebildiğimiz, şükür edebildiğimiz ölçüde mutluluk kıvılcımları daha bir etkili olacak, denizin mavi serinliklerinin ruhumuzu dinlendirmesi gibi daha bir sarıp sarmalayacak dört bir yanımızı.

Kendi mutluluğunu fark edenler çoğaldığında ise sadece kendileri mutlu olmakla kalmayıp; etrafındaki kişilerin, sevdiklerinin kalplerini de bu ışıltıyla ısıtıp sıcacık yapacaklar. Sadece tek bir eylemle ne kadar çok şey başarabiliriz aslında düşünsenize; yapacağımız tek şey bunu unutmamak, o kadar.

Gelin şükreden insanlardan olalım, gelin tercihimizi bu yönde kullanalım ve güne gülerek başlayalım, her yeni günde yaşanacak pek çok güzellik olduğuna yürekten inanalım. O günü daha gelmeden, yaşamadan mutluluk adına tüm frekanslarımızı açık olarak bekleyelim. Ve unutmayalım ki günümüz güzel geçecek; üstelik eğer dün için yaşadıklarımıza şükredersek, bugünümüz dünden daha zengin ve güzel olacak.

Ben buna inanıyorum ve her sabah yatağımdan gülümseyerek kalkmanın keyfini yaşıyorum. Ya siz?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
15.10.2007

10 Haziran 2010 Perşembe

ÖZLEMLE BEKLENEN GÜZELLİKLERİN MEVSİMİ


Sıcacık güneşin deniz üzerindeki yansıması, tenimizi alev alev yakması, tüm evrene yaşama sevinci aşılaması, filizlerin çarçabuk ağaç olması, ağaçların mis kokulu çiçeklerinin ardından meyve vermesi,… Her şey ama her şey yaz mevsiminin güzelliğine güzellik katar, çoşkuyu artırır, insanlardaki yaşama sevinci kalplerine sığamaz olur. Çoğu insanın özlemle beklediği en güzel mevsimlerden bir tanesidir yaz. Doğanın yeniden canlandığı, kış uykusundan uyandığı baharın ardından sabırsızca beklenir o sıcacık günler ve mehtaplı geceler.

İçimizin doyasıya ısındığı, denizle buluşabildiğimiz, engin maviliklerde kulaç atabildiğimiz en keyifli zamanlardır bu aylar. İçimizin çoştuğu, duygularımızın kıpır kıpır olduğu, sevmek ve sevilmek , aşkı doyasıya yaşabilmek için delidivane olduğumuz günlerdir. Uzun ve kalıcı olup olmamasını ilk başlarda hiç de önemsemediğimiz, aşkı derin maviliklerde aradığımız, bulunca kaybetmekten delice korktuğumuz , duygularımızın tarifi zor anlarıdır bu mevsimde yaşadıklarımız.


Sabahın ilk ışınları ile başlayan bu güzellik, akşam serin maviliklerdeki yakamozlarla devam eder. Birbirine göz kırpan eşsiz yıldızlarla ayın o doyumsuz muhabbetine eşlik edersiniz siz de deniz kıyısında. Bu süreç bazen taa sabahın ilk ışınlarına değin sürer gider.

Denizle oynaştığımız, dalgaları ile seviştiğimiz, kumsalında kilometrelerce yürüdüğümüz, dinginliği, huzuru bulduğumuz , hayatın güzelliklerinin farkına vardığımız unutulmaz anlar hep yaz mevsiminde yaşanır ve yaşatılır. Yaz aşkları kolay unutulmaz, unutulsa da yüreğimizde bir yerlerde derin izler bırakır.

Yaz mevsimi insanların kendilerini, ruhlarını yenilediği, soğuk kış günlerine hazırladığı yegane günlerdir. Yaz mevsimini son günlerini yaşarken insan daha o anlardan itibaren yeni güzellikleri özler. Her mevsim hiç kuşkusuz güzeldir, her mevsimin kendine ait özellikleri, sevenleri vardır ama bence yaz başkadır hem de bambaşka. Çünkü yazın o mavilikler en güzel halini alır, özlemler kavuşma ile noktalanır, sevgiler sevdanın basamaklarında bir şarap misali yıllanır.

Her yeni yaz mevsiminde yeni güzelliklere yelken açmanız dileği ile...

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

19/08/2003
Kıbrıs-Salima

KOKULARIN BÜYÜLÜ DÜNYASI

Bize bahşedilen sayısız nimetten bir tanesi. Beş duyumuzun belleğe en yakın olanı. Koku alma yeteneğimiz… Normal hayatımızda pek üzerinde durmadığımız, pek önemsemediğimiz hatta bazen farkına dahi varmadığımız kokuların biz insanların yaşamında özel bir yere sahip olduğunu hiç düşündünüz mü bilemiyorum. Ama ben sizleri kısacık bir an içinde olsa onların büyülü dünyasına davet etmek istiyorum.

Kokular burnumuz sayesinde beynimizin kıvrımları arasına kadar ulaşırken bize geçmişi hatırlatır, eski anılarımızla aramızda bir geçiş yolu bulmamızı sağlar. Aynı zamanda gelecek yaşantımıza bizimle birlikte eşlik eder; unutulması zor hatıralarımızda birer çentik daha yaratmak adına.

Üstelik bize öylesine bağlıdır ki, ölüm anında bizi en son terk eden duyumuzdur. “ Parfümün Dansı” kitabının yazarı Tom Robbins’în deyişiyle “ Koku geçmişle ilgili en güçlü bağımız, geleceğe olan yolculuğumuzda en sadık yol arkadaşımızdır.” Ayrıca koku belleğimizi hızla ve yoğun olarak harekete geçirdiği, zihnimizin zaman içinde serbestçe yol almasını sağladığı içinde en güçlü silahımızdır. Kokular sayesinde hatırladıklarımız zaman zaman içimizi yaksa da kokuların hayatımızdaki yeri her zaman özeldir.

Biz fark etmeden hafızamıza yer eden ve kalıcılığını koruyan kokular yaşantımız boyunca kolay kolay unutulmaz. Bebeklerin ten kokusu muhteşemdir örneğin; biz anneler için yıllar geçse de taptaze kalır burun deliklerimizde. Ve çocuklarımıza her sarıldığımızda, sevgiyle her kokladığımızda o koku gelir burnumuza belli belirsiz. Sevginin masumlukla harmanladığı o eşsiz bebek kokusu.

Peki ya bir fırının önünden geçerken duyduğumuz sıcacık ekmek kokusuna ne demeli? Hangimiz o kokuyla bir an için çocukluk yıllarımıza geri gitmeyiz ki? Eve varıncaya kadar bir ucunu kopararak yediğimiz o mis gibi ekmeğin kokusu kolay unutulur mu? Ya da bir pastanenin önünden geçerken burnumuza çarpan sahlepli taze çörek kokusu? Sizi annenizin sevgi ile şekillendirdiği, siz yerken gözlerinizin içine bakıp gülümsediği yıllara taşımaz mı?

Peki geçmişte kalan yaralı bir sevdayı yine herhangi bir yerde duyduğumuz o özel koku hatırlatmaz mı? Yeniden yüreğimizi acıtıp, içimizi kanatmaz mı? Sizi alıp seneler öncesinin aşk dolu fısıltılarına taşımaz mı? İşte kokular bu nedenle özeldir yaşantımızda.

Bu arada kokuların insan psikolojisi üzerindeki sakinleştirici, ruhu dinlendirici olumlu etkilerini de göz ardı etmemek gerek. Güzel koku gerginliğimizi giderir, stresten arınmamıza yardımcı olur, daha kolay gevşememizi, pozitif düşünmemizi sağlar. Bir kısmı uykumuzu getirirken, bir kısmı daha aktif hareket etmemizi sağlar.

Örneğin geceleri yatmadan önce sürülen bir iki damla parfümle rüyaların en güzeline yelken açmanız, derin bir uykuya dalmanız kaçınılmazdır. Deneyin pişman olmayacaksınız. Kahvenin afrodizyak etkisi ise bir başka güzelliktir. Özellikle içmesini de seviyorsanız, kafelerdeki o yoğun harmanlanmış koku sizi sıcacık sarar. Hele soğuk kış günlerinde dışarıda ayaz kol gezerken duyulan sıcacık kahve kokusunun içimizi ısıtmasından daha güzel ne olabilir ki?

Özlemle beklediğiniz, kavuşmak için gün saydığınız o özel insanın parfümünü yastığına sıkıp geceleri ona sarılarak uyumayı deneyin bir kez. Kocaman bir tebessüm eşliğinde uyuyacağınızdan hiç kuşkunuz olmasın. Geceye en güzel rüyaları çağırmanız ise cabası.

Ben oldum olası deniz kokusunu çok severim; hangi şartta olursam olayım o kokuyu hissettiğim anda içimi bir dinginlik kaplar. Kendimi o maviliğin kucağındaymış gibi hissederim. Tüm olumsuz düşüncelerimden sıyrılıp, hayatıma minicik bir mola verdiğim eşsiz anlardan birisidir o an benim için.

Bu arada yeni biçilmiş taze çimen kokusu, yağmurdan sonra pencereden içeriye dolan ıslak toprak kokusu istisnasız hepimizin çok sevdiği kokular arasındadır.

Baharın müjdesini veren rengarenk çiçeklerin; nergislerin, leylakların o buram buram; hanımeli, iğde, ıhlamur ağaçlarının o birbirinden farklı ve baskın kokuları burnumuza çarptığı anda bizi gülümsetmesi; içimizi çoşturması, heyecanla şükretmemizi sağlaması ne kadar da güzeldir, öyle değil mi?

En sevdiğiniz kokuların, en güzel gülüşlerle hayatınızı zenginleştirmesi, farkındalığınızın artması ve bu sayede yaşama daha güçlü olarak sarılmanız, hayatı çok sevmeniz dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05,05,2007

KADINSAN HEM DE…


Hayat boyu birlikte olmayı düşlediği insanı hiç beklemediği bir anda ebediyen kaybeden yada umutlarla, güzelliklerle başladığı birlikteliğini anlaşamadığı için ayrılarak sonlandıranlar…

Sonuçta yalnız ve bir başına kalanlar…

Çocukları olsa da yanlarında geceleri buz gibi bir yatakta uykuyu hasretle bekleyenler… Göz yaşlarını yastığa akıtırken, bedenlerinin isteklerini çaresizce susturanlar, unutmaya çalışanlar…

Yavaş yavaş tüm kapılar yüzlerine kapandığı için yapayalnız kalmaya mahkum edilen kadınlar… Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak için verdikleri onca çabanın görmezden gelinmesine, toplum tarafından çaresizliğe itilmelerine bir anlam veremeyen yorgun, bitkin, umutsuz kadınlar…

Hayata tutunmak zordur böylesi durumlarda. Sığınacak başka bir liman bir daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak travma daha büyük olur. Ve çoğu kadın kendisini dış dünyaya kapatır adeta, duygularını baskı altına alır ve kilitler.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi; çalıştığı iş yerinde olsun, uzun yıllar yaşadığı eski mahallesinde olsun, farklı bakışlarla, anlamsız imalarla kocaman bir kıskacın içinde yaşamaya mahkum edilir. Dışarıya çıkmalarına, nefes almalarına izin verilmez. Adeta isyana teşvik edilir, başlarına gelen zorluklar yetmezmiş gibi hayatlarını karartmak için uğraşılır, ellerinden tutup destek olunacak, yardım edilecek yerde o kıskacın içinde bir ömre zorlanır.

Nedendir peki bunca tepki?

Kendimize ait dar bir perspektiften baktığımız için elbette. Anlamaya çalışmayız hayatlarını, yapmak istediklerini görmezden geliriz, hareketlerini dikkatlice izler, sonra da nedensiz yere suçlarız onları.

Başlarına gelen her şeyin tek sorumlusu olarak görürüz. Oysaki birde onlardan dinlesek hayat hikayelerini, yaşadıklarını, çektiklerini… daha kolay anlayacağız belki de yaptıklarını ve yapmak istediklerini.

Ama aklımıza bile getirmeyiz nedense. Çünkü suçlamak, bir insanı toplum dışına itmek daha kolayımıza gelir; her zaman yaptığımız gibi çoğunluğun düşüncesine aykırı düşünenleri, kalıplaşmış değer yargılarımıza aykırı hareket edenleri ayıplarız. Farklı görüşlerden nefret ederiz, tartışmayı sevmeyiz ve kendi fikrimizi kabul ettirmek için baskı kurar, bazen şiddete başvururuz.

“Dul kadın” kimliğinde tüm haklarını kaybettiğine inanırız, var olanları da bizler elinden alırız. Ne ailesinin yanında, ne arkadaşlarının, ne de dostlarının… hiçbir yerde rahat nefes almasına izin vermeyiz.

Kaç yaşında olursa olsun bu kimlikle yaşamak gerçekten zordur kadınlar için; evli kadınlar onlardan nefret eder adeta, çünkü eşlerini ellerinden alacaklarını düşünürler; erkekler ise tabirimi maruz görün ama kullanmak, yararlanmak isterler.

Dul kadın her adımında çok temkinli olmak zorundadır. Yaşam şekline, toplum içindeki davranışlarına, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerine, bu ilişkilerin mesafesine, arkadaşlıklarına, dostluklarına, hatta giyim tarzına bile… Kolay kadın olarak algılanmamak içindir tüm bu çabalar.

“Kolay kadın” … ne kadar yakışıksız, ne kadar rencide edici bir tanımlama öyle değil mi? Aslında bu ve benzeri yakıştırmalar ne yazık ki toplumun oluşturduğu yazılı olmadığı, konuşulmadığı halde yıllar içinde uyulması gereken kurallar halinde önümüze sürülmüş değer yargılarıdır. Toplum bilincine öylesine derinden yer etmiştir ki zaman zaman isyan etsek, karşı çıksak da kolay kolay terk edemeyiz bu düşünceleri.

Bizler bu şekilde düşünmeye ve tavır almaya devam ettiğimiz sürece, dul kadın kendisine konulan ismin ağırlığı altında ezilecek, iyice kendi kabuğuna çekilecektir. Hemen toparlanmazsa yaşamı giderek zorlaşacak ve kısa süre sonra karmaşık düşünceler içinde her şeye boş verip, kendini bile önemsememeye başlayacaktır. Günler geçip gittiği halde onun içinden bir şey yapmak gelemeyecektir, çünkü çaresiz ve yapayalnız kalmasının isyanı tüm bedenini kaplayacaktır.

Eskiden ailece görüştüğü ve çok iyi anlaştığı arkadaşları artık onunla yollarını ayırmıştır. Üstelik potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. Oysaki şimdi aradığı kederini, acısını, göz yaşlarını paylaşacağı dostlarıdır. Ama kabahati her ne ise onu soyutlamışlardır kendi yaşantılarından. Kendisini, duygularını, içinde bulunduğu zor şartları anlamamış ve ellerinin tersi ile itmişlerdir karanlığa doğru.

Zor bir yaşam, karanlık bir tünel onu beklemektedir artık. O tünelin ucunda belli belirsiz duran ışığı yakalayıp, yeni hayatında mutlu olabilmesi tamamen kendisine bağlıdır. Bizler sadece vereceğimiz umut ve cesaretle bu ışığın kuvvetlenmesine yardımcı olabiliriz. Zor olsa da o ışığı yakalamayı denemeli, umutla yılmadan hayatına devam etmeli ve eski kimliğini geri kazanmalıdır bir şekilde.

Yok yok içiniz kararmasın hemen çünkü tüm örnekler böylesi karanlık değil elbette, ayrıca olmamalı da. Arkadaşlarının, yakın çevresinin sıcaklığını fazlası ile gören, dışlanmayan, aksine desteklenen dul kadınlar da var aramızda. Ben onların diğerlerine göre daha şanslı olduklarına inanıyorum. Biraz kendi çabaları, biraz çevrelerinin pozitif etkisi ile yaşadıkları travmayı kolayca atlattıkları için; eski kimliklerini yeniden sahiplenip ayaklarının üzerinde durmayı başardıkları için.

Onlar kadar şanslı olamayanlar içinse toplum olarak yapacağımız şeyler var mutlaka. Öncelikle bakış açımızı değiştirmekle başlayabiliriz, ne dersiniz? Çünkü tüm alışkanlıklara karşı yine de önce insan olmayı becerebilmek lazım diye düşünüyorum ben. Elbette onlara daha yaşanabilir bir zemin sunabilmek adına.

Hazır konu açılmışken aylar öncesinden okuduğum bir romandan bahsetmemek olmaz sanırım. Sözünü ettiğim İnci Asena’nın “Aldanış” adlı eseri. Dul bir kadının yalnızlığa yavaş yavaş mahkum edilişini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren güzel bir eserdi.

Eşini kaybetmenin acısı hafızasında henüz dipdiri dururken; kendini mutlu sandığı dönemlerinde o çok sevdiği eşi tarafından yıllarca aldatıldığını da öğrenen ve karşısına çıkan maddi manevi tüm zorluklarla mücadele etmek zorunda kalan genç bir kadının hayatı konu edilmişti.

Etkilemişti beni okurken bir kadın olarak; verdiği hayat mücadelesine hayran kalmıştım. Bu ve benzeri öykülere yabancı değiliz aslında.

Tam bu noktada büyük yazı ustası Çetin Altan’ın kadına ilişkin bir derlemesi olan “Kadın, Işık ve Ateş” adlı eserindeki şu cümlelerin altını çizmek gerekli diye düşünüyorum.

“Dünyanın içinden geçerken karşılaştığımız değişik çerçeveler içindeki kadın portreleri, kadın yaşamları, kadın acıları… bir ömür sadece onları yazsak, yine de pek bir şey anlatabilmiş sayılmazdık.”

O kapalı kapılar ardında kim bilir ne hayat mücadeleleri veriliyor ve biz çoğundan haberdar bile değiliz. Ama esas olan toplum baskısının rüzgarı ile öteye beriye savrulmadan ayakta kalabilmek sanırım. Bunun içinde her ne olursa olsun, insanın önce kendisi yaşamına saygı göstermesi ve yaşamını devam ettirmek zorunda olduğunu anlaması gerekiyor. Aslında şu ya da bu şekilde hiç birimizin yaşama küsme gibi bir lüksü yok, öyle değil mi?

Bu gerçeği benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına yazmak istedim ben de.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
16.01.2007

6 Haziran 2010 Pazar

KONUŞAMIYORUZ VESSELAM



Konuşmak bir sanattır. İçimizdeki, ruhumuzdaki duyguları kendimize has ses tonumuzla ifade etme biçimimizdir. Ve eğer bu sanatı yerinde, zamanında en önemlisi dozunda kullanabiliyorsak ne mutlu bizlere.

Peki ya konuşamayanlar. Vakti olduğu halde konuşamayanlar veya konuşmaya bir türlü vakit bulamayanlar. Şu ya da bu şekilde duygularını hep kendi içlerinde yaşamaya mahkum olanlar, bir türlü paylaşamayanlar. Böylesi örneklerle dolu etrafımız ne yazık ki. Paylaşamamanın, konuşarak deşarj olamamanın kısır döngüsü içine hapsolmuş yaralı pek çok insan. Kadın ya da erkek, genç ya da çocuk, hangi yaşta ve hangi cinsiyette olursa olsun fark etmiyor; sonuçta konuşamamanın o garip sıkıntısı hepimizi bir şekilde etkiliyor.

Bir kısmımız yeterli vakti olduğu halde konuşamıyor, en yakınları ile iletişim kurarken bile zorlanıyor. Bir kısmımız ise hayatın çarklarına kendisini o denli kaptırmış ki, konuşmaya vakit bulamıyor. Her iki durumda da paylaşmanın o insanı sarıp sarmalayan güzelliğinden yoksun kalıyor; sevinçlerimizde çoğalamıyor, üzüntülerimizde azalamıyoruz.

Hangisinin daha zor olduğuna karar vermek zor. Sizi bilmem ama benim düşüncelerim vakti olup da konuşmayı bir türlü beceremeyenlerin çaresizliğinden yana ağır basıyor. Bu tip ailelerde eşler birbirleri ile, anne babalar çocukları ile, hatta kardeşler kendi aralarında iletişim kurmakta zorlanırlar. Çünkü paylaşmanın hayatı güzelleştirmedeki rolünü yeterince bilmez ya da önemsemezler. Bu nedenle o küçük dünyalarında huzursuzluk, tartışma ve küçüklü büyüklü kavgalar hiç eksik olmaz. Hayatın o en güzel dakikalarını konuşarak, paylaşarak geçirmek; varsa sorunları çözmek yerine kapalı birer kutu gibi yaşamayı tercih ederler. Bu halleri ile aynı çatı altında, aynı masada aynı arabada, hatta aynı yatakta iki yabancıdan farksızdırlar. Birbirleriyle doğru dürüst konuşamadıkları, hep içlerinde biriktirdikleri için kendi dünyalarında gel gitler yaşarlar, hislerini frenleyemezler ve çok doldukları bir anda volkan misali patlar, içlerindekini sabırsızca etrafa yayarlar. Elbette böylesi bir dışa vuruş şekli hem kendileri, hem de karşılarındakiler için yıpratıcı olur. Üstelik sözü edilen konular incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar sıradan, önemsizdir belki ama birikimin etkisi ile büyümüş ve kabına sığamaz hale gelmiştir işte.

Oysa ki konuşmanın o ince zerafetine sığınıp konular fazla yıpratıcı olmadan yerinde, zamanında, kısa ve öz şekilde dile getirilse mutluluk gözlerdeki kirpikler kadar yakındır kendilerine. Ve gözlerini her kırpışlarında hissedecekleri kadar gerçek. Ama bunun farkında değildirler ne yazık ki; minicik kırıntıların birikmesine, yuvarlanarak kocaman toplar olmasına ve önce kendi içlerini yiyip bitirmesine seyirci kalırlar. Sonra da aniden patlayan volkan misali lavlarıyla sevdiklerinin canını yakarlar. Sonrası o lavlarla dağlanmış yürekler, dargın ve küskün kalpler, incinen onurlar, kırılan gururlardır. Aynı çatı altındaki o yabancılar birbirine ve kapalı kutularına birer asma kilit daha takarlar açılmamacasına. Saygı ve sevginin o ihtişamlı büyüsü bozulmuş; güzel birliktelikler zedelenmiştir artık.

Madalyonun diğer yüzünde ise vakitsizlikten dolayı konuşamayanlar var. Yoğun iş temposu, ağır sorumluluklar, yapılmak zorunda olan seyahatler, farklı iş saatleri, gece çalıştıkları için gündüz uyumak zorunda olanlar, ekmeklerini yollardan kazananlar, tır şoförleri, kaptanlar, ikinci işte çalışanlarımız ve onlarla bir yaşamı paylaşanlar içinde hayat hiç kolay geçmez aslında. Hayatın zorlu yokuşunda, sırtlarında her zaman taşıyacaklarından daha fazla yük vardır ve hep işlerinin biteceği zamanı beklerler; o gün geldiğinde konuşulmak üzere paylaşmanın güzelliğini erteler dururlar. Hayatın geçtiğini, zamanın kendilerinden çok şey alıp götürdüğünü asla düşünmezler, belki de düşünmek istemezler. Evde geçirdikleri sayılı günlerde, sayılı saatlerde ise partnerlerine büyük bir özveri düşer. Konuşmanın, paylaşmanın özlemi içlerini yaksa da konuşulacaklar aciliyet sırasına göre sıralanmışken hayatın getirdiklerinden, arzulardan, beklentilerden bahsetmek olmaz. O nedenle hep beklenilir, sıranın bir gün o konulara da geleceğinden umut kesilmeden hem de. Bu arada biriktirilir elbette içten içe, ama hiçbir zaman tehlikeli boyutlara varacak ölçüde değil. Bu tehlikeyi hissettikleri anda gerilim yaratmamak adına kendilerini başka şeylerle oyalamasını, kafalarını dağıtmasını iyi bilirler. Yani o öfkeli birikime izin vermezler. Çünkü sevgi, saygı ikilisini özlemle harmanlamış, içlerinde özenle korumuşlardır. Vakti olduğu halde konuşamayanlar gibi çaresiz değildirler, maça bir sıfır yenik başlamamışlardır. Çünkü yeri geldiğinde paylaşmanın o eşsiz tadını yaşayacaklarını bilirler. Yeter ki konuşacak kadar vakitleri olsun.

Öte yandan bir insanın konuşabilmesi, kendisini özgürce ifade edebilmesi için karşısında iyi bir dinleyicinin olması gerekliliğinin de önemini belirmemiz lazım. Çünkü ne kadar özverili, ne kadar içten olursanız olun; karşınızda sizi gerçekten dinlemeyen, sözlerinize değer vermeyen, her cümlenizi eleştiren, kelimelerinizi farklı yerlere çeken, ince ince alay eden birileri varsa işiniz hayli zor demektir. Siz bir iki dener sonunda tavırlanızın agresifleşmesine, ses tonunuzun sertleşmesine mani olamazsınız. Yani konuşmanın o nazik seyrinin dışında bulursunuz kendinizi. Bir süre sonra da konuşmaktan, paylaşmaktan vazgeçer ve kapalı bir kutu haline gelmeye başlarsınız.

Oysa ki hepimiz konuşarak rahatlamaz mıyız? Sevinçlerimizi ya da kederlerimizi ne kadar içimizde saklı tutabiliriz ki? Üstelik mutlulukların paylaşıldığında arttığının, hüzünlerin ise azaldığının farkındaysak. İşte belki de bu yüzden ağrımıza gider sevdiklerimizle konuşamıyor, onlar tarafından yeterince anlaşılamıyor olmak.

Her insan kendine has özellikleri ile, ses tonu ve beden dili ile, tavır ve davranışları ile yine kendine özeldir ve her insan saygıyı hak eder. Bu noktadan hareketle konuşup paylaşmaya ve aynı oranda dinlemeye özen gösterilmelidir diyorum ben.

Kimi insanlar vardır örneğin, öylesine tatlı dillidir ki; konuşurken etrafındaki insanların içini kıpır kıpır yapar; adeta onlara yaşam enerjisi aşılar. Tıpkı onlar gibi konuşma sanatının hakkını verenleri ve karşılarında her kim olursa olsun saygıyla dinleyenleri, en azından çaba gösterenleri kutluyorum. Ve küçücük bir gayretle bizlerin de onlardan birisi olmamamız için hiçbir sebep yok diyorum ben.

Ne dersiniz? Konuşarak paylaşmak, içtenlikle dinlemek en güzeli değil mi?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
30.04.2007

O ÇOCUK HİÇ BÜYÜMESİN



Hemen hepimizin içinde bir yerlerde sakladığı bir çocuk vardır. Kimimiz onu kaç yaşına gelirsek gelelim her daim canlı tutarız; her fırsatta hayata geçirmekten de hiç çekinmeyiz. Kimimiz ise o çocuğu yıllar öncesinde bırakır, tozlu hatıralarımız arasında yaşatır; canlanıp nefes almasına izin vermeyiz. Oysaki içimizdeki çocuk bizimle birlikte yaşar; biz yaşımıza yaş katarken ; o hep masum, hep deli dolu ve hep sevecen haliyle aynı yaşta kalır. Hiç pes etmez ve izin verdiğimizde bize hayatı daha katlanabilir bir hale getirir. Çünkü çoşkuludur, çünkü kötülüklerden habersizdir. En saf haliyle adeta bizim hayat kaynağımızdır.

Tüm bunları bildiğimiz halde onu serbest bıraktığında etraftan alacağı tepkilerden çekinmeyen kaç kişi var aramızda? Oysaki başkalarının ne düşüneceğinden ziyade, bizim ne düşündüğümüz, ne hissettiğimiz çok daha önemli değil mi? Hayatın içindeki güzellikleri fark ederek onlarla bir arada yaşamanın bize olan getirilerini yine bizden başka kim iyi bilebilir ki? Eğer biz içimizdeki çocukla mutlu oluyor, onun hayatımıza kattığı renklerle rahatlıyor, yaşama bambaşka gözlerle bakabiliyorsak; bizlere önyargı ile yaklaşan ve eleştiren insanların düşüncelerinin o kadar da önemi yok diye düşünüyorum ben.

İçindeki çocukla her zaman barışık olan ve hayata hep kıpır kıpır yaklaşan, neşeli insanlara bayılıyorum ben. Zaman zaman çocuksu hareketleri nedeniyle toplum tarafından yadırganıyor olsalar da onların neşeleri, hayata hep içlerindeki çocuğun gözleri ile bakmaları her şeye değer bence. Onlarla hayat her zaman daha kolay çünkü. Onlarla beraberken aslında hayatın içinde kaçırdığınız ne kadar çok muhteşem rengin olduğunu fark etmeniz de cabası. Sizin umursamadığınız; yaşınıza, toplum içindeki statünüze konduramadığınız şeyleri onlar korkusuzca sergilerler. Hayatın minicik kaçamaklarından zevk alarak yaşarlar. Hep bir çılgınlık yapmayı, her an süprizle sevdiklerini şımartmayı öyle iyi bilirler ki. Üstelik böylesi insanlar kolay kolay yaşlanmazlar. Çünkü bedenlerinin aldığı yaşı içlerindeki çocukla törpülemeyi ve içlerindeki çoşkuyu gözlerinde yaşatmayı çok iyi bilirler.

Peki ya sizin içinizdeki çocuktan ne haber? Onu yaşatıyor; sizinle beraber nefes almasına, arada sırada çılgınlıklar yapmasına izin veriyor musunuz? Yoksa asma kilitler ardında, kapalı kapılar arkasında mı bıraktınız? Orada nefessiz kalacağını, sesini size bile duyuramayacağını bile bile.

Saklamayın içinizdeki çocuğu, asma kilitlerini sökün, bırakın nefes alsın. Bırakın sizinle beraber yaşasın ve hayatınıza renk katsın. Arada onun gözleriyle dünyaya bakmak size de iyi gelecektir, lütfen unutmayın. Heyecanınızı destekleyecek, sizi canlı tutacak, gözlerinizi pırıltılarla dolduracaktır. En azından deneyin derim ben; yaşantınıza kattıklarına şahit olduğunuzda siz de vazgeçemeyeceksiniz inanın bana.

İçindeki çocukla hayatın katmanlarını renk renk boyayan gönlü güzel tüm insanlar ve onlar gibi olmak isteyenler; hayat sizlerle daha güzel.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05.05.2007
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...