27 Nisan 2013 Cumartesi

BİRİSİ UBUNTU mu DEDİ?

Bu kelimeyle ilk karşılaştığımda ilgimi çekmişti. Anlamını merak edip araştırdığımda öylesi güzel bir anlam beni karşıladı ki, sizlerle paylaşmadan geçemedim.

Ama önce gelin bu kelimeyle karşılaştığım; hatta geçenlerde ‘huzur’ konulu radyo sohbetimde de paylaştığım, mini öyküyü beraberce hatırlayalım.

‘Günlerden bir gün,  Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan yana sıraya dizer ve açıklar. ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak.’
Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o ANda  bütün çocuklar el ele tutuşur ve beraberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli manidardır; “Biz “UBUNTU” yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.” UBUNTU; bizim dilimizde “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM” demek. ‘

İşte BEN yerine BİZ diyebilmenin ne güzel bir örneğidir bize verilen, hem de çocuklar tarafından. Üzerinde durmaya, biraz kafa yormaya değmez mi sizce de?

Şimdi gelin bu güzel kelimeyi ve ardındaki derin felsefeyi biraz daha yakından satırlara dökelim.

Ubuntu aslında klasik bir Afrika anlayışı olarak karşımıza çıkıyor. Kelime karşılığı ‘insanlık’. Kökeni Güney Afrika’daki Bantu dilinden geliyor. İnsanların ilişkilerine odaklanan hümanist bir felsefe. Başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever olmak gibi insani değerleri esas kabul ediyor.

"Ben, ben olduğum için sen, sensin" sloganı üzerinde şekil alıyor.

Bakın Nobel barış ödüllü Güney Afrikalı Desmont Tutu, bu kelimeyi nasıl özetliyor;

“Ubuntu'ya inanan bir insan diğerlerine açıktır. Diğerlerine olumludur. Diğerleri iyi ve yetenekli olduğunda tehdit altında hissetmez. Onun daha büyük bir bütünün parçası olduğunu bilmekten gelen bir özgüveni vardır. Ve diğerleri aşağılandığında, küçük düştüğünde, zulme uğradığında ya da ezildiğinde kendini de aşağılanmış hisseder."

Bu güzel felsefe; 2004 yılında yönetmen John Boorman'ın çevirdiği ‘’ In My Country’’ filminin de ana konusu. Film Güney Afrika, İngiltere ve İrlanda ortak yapımı olup, ülkemizde  ‘Benim Ülkem’ ismiyle gösterildi. Belki hatırlayanlar vardır aranızda. 1996 yılında Güney Afrika’ da yaşananları, insanların hayatın zorlu mücadelesi karşısında verdikleri sınavı  anlatır.

İsterseniz biraz daha açıklayıcı olması adına gelin Güney Afrika’daki resmi bir evrakta yer alan açıklamayı paylaşalım;

“Her bireyin insanlığı ideal olarak, onun diğerleriyle ilişkisinde ifade bulur. Ubuntu, insan ancak başka insanlar aracılığıyla insan olur, demektir. Aynı zamanda her yurttaşın bireysel ve toplumsal refahın arttırılması için Ubuntu, insanların birbirlerine bağlılıklarına odaklanan insancıl bir felsefedir.’

Aslında bu güzel felsefe dünyanın pek çok yerinde, pek çok gelenekte yer buluyor. 
Bizim güzel ülkemizde de var fazlasıyla. Zaman içinde unuttuğumuzdan dem vuruyoruz biliyorum. Ama ben çocuklarımıza kendi davranışlarımızla örnek olmamızın ve yaşatmamızın önemli olduğunu düşünüyorum.

Gerçekte yapmamız gerekenler öylesine basit ki. Yeter ki gönül gözüyle ve sevgiyle bakmasını bilelim hayata, etrafımıza. Sadece kendimizi değil, çevremizdekilerin de iyilik ve mutluluğunu gözetme halini yaşatalım bir anlamda. Hani benim sıklıkla dile getirdiğim; karşımızdaki insana KIYMETLİ olduğunu hissettirme durumu. Ama öncesinde empati yaparak onu, düşüncesini anlamaya çalışmamız gerekli elbette. Karşımızdaki üzgünken, sıkıntı içindeyken biz nasıl mutlu olabiliriz ki?

Düşünsenize paylaşmak, o tadı almak nasıl güzel bir mutluluktur. Kalbimizde o naif sıcaklığı hissederiz, yüzümüze kocaman tebessümler yer ederken. İşte bu bakış açısı ile hayatın getirdiklerini paylaşalım. Var olan tüm güzelliklerin tadına BERABERCE varalım, olmaz mı? Şimdi bir daha sormak isterim bunu başarmak çok mu zor dersiniz? Bence değil, asıl olan doğayı, insanları, tüm canlıları sevmek; saygıyla yaklaşmak ve empati yapabilmek. Kısacası ubuntu yapmayı unutmamak, o kadar.

Gelin son sözlerimizi empatiye ve Amerikalı psikolog ve danışman Daniel Goleman’ a verelim. Kendisi aynı zamanda duygusal zekayla ilgili yazdığı kitapları ve sayısız makalesi ile ün kazanmış bir yazar. Şöyle der satırlarında;

''Günümüz psikolojisinde, "empati" sözcüğü üç ayrı anlamda kullanılmaktadır: Öteki kişinin hislerini bilmek; o kişinin hissettiği şeyi hissetmek; ve ötekinin sıkıntısına şefkatle karşılık vermek. Bu üç empati çeşidi 1-2-3 şeklinde bir ardışıklık betimler: Seni fark ediyorum, duygunu paylaşıyorum ve bu yüzden sana yardım etmek için harekete geçiyorum.'' 

O kadar güzel ve hassas ki satırlar, bana söz düşmez daha…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.04.2013


20 Nisan 2013 Cumartesi

PARADİGMA… Bir GİZEMLİ Kelime ( 2/2 )

Aslında daha açıklayıcı olması açısından; paradigmayı örneklerle açıklamakta fayda var bence.

Örneğin, bir gece yarısı bitişik komşunuzdan sürekli ağlayan bir çocuk sesi duyar ve kaçan uykunuzun sersemliğiyle sabahı sabah edersiniz adeta. İçinizden belki de komşunuzun çocuğuna hiç terbiye veremediğini, sözünü dinletemediğini düşünür, içten içe kızarsınız. Hatta ertesi gün belki de kapısına dayanır, çocuğunu şikayet  edersiniz. Ancak işin aslı düşündüğünüzden çok farklıdır belki de. Çocuk o geceyi ateşler içinde yarı baygın geçirmiş, ilaç içmek istememiş ve ateşin etkisiyle sürekli sayıklamış olabilir.

Bir başka örnek; bir trende gidiyorsunuz, sürekli ağlayan çocuk seslerinden bunaldığınızda başınızı kaldırıp çocukların babasına bakıyor ve içinizden çocuklarına hiç de terbiye vermediğini düşünüyorsunuz. Ancak gerçek durum ve o ailenin yaşadıkları çok daha farklı olabilir. Belki de onlar hastaneden geliyorlardır. Belki kısa süre önce annelerini kaybetmişlerdir, annesiz bir eve dönmenin hüznü içinde ağlamaktadırlar. Babaları da bu yüzden ses çıkarmıyordur. Hayat bu, kim nerede ne üzüntü yaşıyor; bilmemiz mümkün değil ki.

Ya da aynı apartmanda yaşadığınız bir komşunuz o gün sizin selamınızı görmedi ve siz içinizden ona kızıp durdunuz; hatta bir daha selam dahi vermemeyi düşündünüz o anki alınganlığınızla. Oysa ki belki de komşunuz, ödemesi gerekli borçları yüzünden sorunlarla mücadele etmekten o gece hiç uyumamıştır ve zihni fazlasıyla dalgın olduğu için sizin yanınızdan geçip gittiğinizi, seslendiğinizi fark bile edememiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette. Diyelim ki, her yeni gün size sevgiyle sarılan eşiniz o akşam eve geldiğinde durgundu, size aynı sıcaklıkla sarılmadı. Aklınıza hemen bambaşka şeyler gelir. Halbuki iş yerinde tartışmış, belki de umutla beklediği bir işten ret cevabı almıştır. Ön yargıyla yaklaşmak sadece bize ve ilişkimize zarar verir, bunu unutmamak gerek.

Çok bilindik olmasına karşın sevdiğim bir başka örnek ise şöyle;
‘’Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçer. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalar. Bir ara bakar ki, yanındaki koltuğa oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakar. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atar. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane kurabiye daha atar ağzına ve bir yarışma başlar; adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalır, adam onu hızlıca kaparak ortadan böler ve gülerek kadına ikram eder. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulur ve işlemler için kadın bankoya gider. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu? Bunca zamandır adamın kurabiyesini yediğini o anda fark eder, çok utanır ama yapılacak bir şey yoktur. İş işten çoktan geçmiştir.’’

İşte başkalarının düşünce ve davranışları hakkında karar vermeden önce biraz daha düşünmenin; madalyona bir de diğer tarafından bakmanın önemi çok büyük. Çünkü bazen başkaları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler yeterli olmayabiliyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz. Önemli olan karşılaştığımız olaylar değil, onları ALGILAMA ŞEKLİMİZ.

Karşılaştığımız sorunların içinde kaybolmadan, farklı bakış açısı yaratarak o soruna yaklaşmak bizi daha doğru sonuçlara taşıyacak hiç kuşkusuz ki. Uzmanlar ‘’ÇÖZÜMSÜZ gibi gördüğünüz sorunlar konusunda PARADİGMA değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.’’  diyor.

Pekiyi paradigma değişimini nasıl yapacağız? Görsellik katmak, akılda kalacak örneklere yer vermek, ağırlığı yerel örneklerden yana kullanmak, anlaşılabilir sade sözcükler seçmek bu anlamda önemli kriterler.

Gelin insan zihninde yaratabileceğimiz paradigmaya güzel bir örneği Doğan Cüceloğlu’ndan verelim. Örnekte bir evin önünde, gelen geçene miyavlayan bir yavru kedi olduğunu düşünelim. Eve yaklaşan bir grup çocuğa kedinin sahipsiz, zavallı ve sevgiye muhtaç olduğu söylenirken; diğer gruptaki çocuklara ise kuduz hastalığına yakalandığı ve yaklaşanları tırmalayacağı söylenir. Yani tek bir görüntüde iki farklı bakış açısı yaratılmış, iki farklı mesaj verilmiş olur. Birinci gruptaki çocuklarda ‘şefkat paradigması’ gözlüğü takılırken; ikinci gruptaki çocuklarda ‘korku paradigması’ aşılanır.

Sonuçta, aile içinde olsun, okulda olsun aldığımız eğitimlerde; sosyal yaşam içinde karşılaştığımız yazılı ve görsel medyada; kültür ve geleneklerimizde dahi bize belirli paradigmaların öğretilmeye çalışıldığı bir gerçek.

Bakış açımız olabildiğince açık olmalı her türlü soruna karşı. Ne kadar geniş çerçeveden bakabilirsek olaylara, ne kadar bilgi birikimine sahip olursak ve her geçen günle beraber bilgi hazinemizi ne kadar zenginleştirirsek bizim için o kadar verimli olur hayatımız. Bu anlamda kendimizi geliştirmemizin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.

Merak etmek, yeniliklere açık olmak, araştırmak, var olan bilgileri doğru sentezlerle değerlendirmek ve hepsinden önemlisi paylaşmak… Bunun için de hangi yaşta olursak olalım, asla durmak yok. Çünkü insan kendisini geliştirdiği sürece gençtir ve hayata bağlıdır, çevreye daha uyumlu ve duyarlıdır. Ve böylesi insanlar kendi özleriyle devamlı iletişim içindedir. Bu iletişim onları canlı, neşeli, sevgi dolu yapar. Etraflarına hep pozitif enerji saçarlar, hayattan kolay kolay şikayet etmezler, yaptıkları en küçük şeylerden bile zevk alırlar. Karamsarlığa yer yoktur hayatlarında, her yeni sabahı tebessümlerle karşılar ve sımsıkı sarılırlar. Zorluklar karşısında pes etmezler, tam tersine güçlenerek çıkarlar. Dolayısıyla paradigmalarımız bizim diğer insanlarla olan ilişkilerimizin en verimli kaynağıdır.

İşte hayatın güzellikleri ve anlamı da bunlar değil mi zaten? Ve hepsi bize KALİTELİ YAŞAMIN gizemli yollarını aralayan rengarenk mihenk taşları.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.03.2013

PARADİGMA… Bir GİZEMLİ Kelime ( 1/2 )

Yepyeni ve gizemli bir kavramla tanışmaya, ‘paradigma’ yani ‘zihin haritası’na kısa bir yolculuk yapmaya ne dersiniz? 

Her yeni kelime, her yeni kavram bize farklı bakış açılarının yollarını aralar. İşte bunu önemseyen, yeniliklere meraklı birisi olarak ele almak istedim bu kavramı da; dilimin döndüğünce elbette.

Aslında 20. yy başlarında ortaya çıkmış bir kavram PARADİGMA. Yunanca’dan dilimize gelip yerleşmiş. Oldukça karmaşık ve zor bir tanımı da var üstelik. Bu konuda uzmanların yaptıkları tanımlardan bir kaçını paylaşmak isterim.

Belli bir düşünce biçimi.

Davranışları belirleyen bir dünya görüşü.

Bir perspektif, bir tür model.

Ortak değerler ve anlayışlar dizisi.

Bir insanın yaşamı algılama biçimi.

Algı düzeneği.

Psikolog Prof.Dr. Doğan Cüceloğlu’nun açıklamasıyla ise;  ‘’dünyaya nasıl bir gözlükle baktığımızdır’’ paradigma.  Basit ve yalın bir açıklama. Gerçekten de dünya taktığımız gözlükle değişiyor; bunun farkında olmak, gözlüğümüzün camlarını hep temiz tutmak ve araba pembe renklerle harelenmesine de izin vermek gerek bence.

Elbette hepimizin en büyük gayesi yaşadığımız sürece mutlu olmak. Ama bunu herkesin başaramadığı da bir gerçek. İşte hayatta mutluluğu yakalayanlar, yaşadıkları şeylere olumlu bakmasını bilen kişiler. Onların gözlük camları hep tertemiz ve arada pembe hareli. Hep mutsuz olduklarını savunan diğer kesim ise her şeye olumsuz bir çerçeveden bakarak yaklaşıyor, haliyle gözlük camları kirli, çizik, net göremiyorlar ve etrafındaki pek çok detayı haliyle kaçırıyorlar. İşte bu anlamda paradigmaya; bizleri belirli şekilde düşünmeye, görmeye, algılamaya, yorumlamaya yönelten duygusal sistemler olarak bakarsak; hayat felsefemizi şekillendiren bir yapı taşıdır da diyebiliriz. 
Öyle değil mi? Ve hepimiz kendimize seçtiğimiz paradigmalarla hayatı ve yaşadıklarımızı yorumlar, açıklamalarımızı bu yönde yaparız.

O halde paradigmamızı oluşturan ve etkileyen pek çok faktör olmalı, işte onlardan bir kaçı;

*kalıtımsal faktörler,

*eğitim düzeyi,

*çevre,

*kültürümüz,

*ekonomik ortam,

*ruhsal boyut,

*örf ve adetler,

*inançsal düşünceler,…

Buradan hareketle paradigma için; kalıtım yoluyla bize geçene ilave olarak çevreden alınan duygu ve düşünceler ışığında; doğru ve yanlış yargılaması yapılmadan, karşılaştığımız olayların otomatik olarak yorumlanması, hüküm verilmesidir diyebiliriz.

Aslında her paradigma; belli sorunlar demetine cevap olarak ortaya atılıyor ve zaman içinde gelişiyor. Söz konusu sorun bittiğinde ise paradigma da bitiyor ve yerine yeni sorunlarla beraber yeni paradigmalara bırakıyor.

Bu kavramı yaygınlaştıran kişi Amerikalı ünlü felsefeci Thomas Samuel Kuhn.   “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı güzel bir eseri var. Kitabında paradigmayı, düşüncenin ve bilimsel kavramların temel bir bileşeni olarak tanımlıyor. Kuhn’a göre paradigma;  kabul görme ihtimali bulunan bir düşünce yapısının, belirli bir dönem boyunca doğru kabul edilmesi.

Ancak çözemediğimiz sorunlarla karşılaştığımızda, paradigmayı değiştirmek gerekiyor. Çünkü Einstein’in dediği gibi ‘’Karşılaştığınız sorunları o sorunları yarattınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.’’

O halde sorunların içinde kaybolmak yerine: paradigmayı değiştirmeyi başarmak, sorunlara farklı biçimde yaklaşmak ve o sorunu aşmak gerekiyor. Farklı bakış açıları bize farklı davranış kapılarını aralama şansı yaratıyor çünkü.

Örneğin hiç bilmediğimiz bir yere gittiğimizde genellikle, hemen elimize o bölgenin haritasını alarak kendimize bir yön tayin ederiz. Başka yere ait bir harita ile bulunduğumuz yerde yön bulmamız ya da varmak istediğimiz yerlere ulaşmamız mümkün olmaz. İşte paradigma da böyle aslında; her soruna uygun haritayı edinmek, yani o olaya uygun bakış açısını yaratmak gerekiyor. Bu da ancak sistemli düşünme yöntemleri ile başarılabiliyor. Bu nedenle özgür ve yaratıcı düşünmek, olaylara geniş bir açıdan bakabilmek, bilgi birikimine sahip olabilmek çok önemli.

Bakın liderlik konusunda uzman olan ünlü Amerikalı yazar Stephan Covey ne der; ‘’Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır.’’  Bu sözden hareketle, sahip olacağımız geniş bakış açısı ve düşünce sistemi; bize geniş bir alanda yepyeni paradigmalar yaratmamızı sağlar. Böylece sorunları çözecek cevaplara daha kolay ulaşmamız mümkün olur. (devamı 2/2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.03.2013

14 Nisan 2013 Pazar

KENDİNİ KEŞFETMENİN TADI...


Kendimize, etrafımıza, sevdiklerimize, arkadaşlarımıza, dünyaya, kısacası insanlığa faydalı olmanın yolu önce kendimizi KEŞFETMEKLE başlıyor. Kendini keşfetmeyen, ne istediğini bilmeyen bir insan, etrafına geniş açıyla bakamadığı için üretken olamaz. Adeta kurulmuş bir robot misali hareket eder; yaşamı rutin, tekdüzedir.

Yaratıcı olmadığı için taklit etmeye eğilimlidir. Zorluklardan kaçarken, hazıra ve kolaya yönelir. Öğrenmek, bilmek, araştırmak istemez, kendince gerek de yoktur zaten.  
Bekler ki birileri bir şeyler yapsın, o da bunlara uysun ve yaşasın. Bilmez ki böyle yaptığında özgürlüğünü tamamen kaybeder. Hayalleri yok olur, giderek yaşama azmi söner.

Kendimizi keşfetmemiz;

*öncelikle kendimizi sevebilmemiz,

*kendi değerlerimizi fark edip,  geliştirmemiz;

*gerekirse yeni bir karakter inşa etmemiz,

*sosyal anlamda sağlam ilişkiler kurabilmemiz için gereklidir.  

Hepimizin belki de çocukluk yıllarımızdan gelen kalıplarımız var, farkında olmadığımız. 
İşe onları fark etmekle başlamalıyız. Ardından irade gücümüzü kullanmamız, hatta onu hayallerimizle renklendirmemiz gerekiyor. Artık düşüncelerimizin de farkındayız. 
Biliyoruz ki düşüncelerimizi bize enerji verecek şekilde tasarlarsak, yaşamımızda istediğimiz değişimi kolaylıkla yaratabiliriz. Düşüncelerimizi doğru yönlendirerek, hep olumlu tutmaya çalışarak; keşfettiğimiz o dar kalıplardan kurtulmamız mümkün. Bu arada kendimize sorduğumuz soruların farkında olmamız da önemli. Güzel cevapların bizi güzel sonuçlara götürdüğünü, ama bunun için kendimize güzel sorular sorabilmeyi alışkanlık haline getirmemiz gerektiğini hiç unutmamak lazım.

Tüm bunları yapabildiğimizde  o ANa değin farkında olmadığımız renkli, ahenkli ve anlamlı dünyanın kapıları bize ardına kadar açılacak; inanın bana.

Elbette biliyorum ki; bu çok kolay değil, zahmetli ve zorlu bir süreç. Kendi kalıplarımızın, dar sınırlarımızın farkına varabilmek bile kocaman bir adımı gerektiriyor. Peşinden de o kalıpları yıkmak, o sınırları genişletmek cesaret istiyor. Ancak kendimizi yenilemek, her alanda geliştirmek, hayallerimizi kucaklamak, hayatımıza bir renk, bir anlam katmak adına bu cesareti mutlaka göstermeliyiz. Hep dediğimiz gibi hayata bir defa geliyoruz. Hakkını vererek, tadını alarak yaşamak hepimizin hakkı. Bunun içinse çalışmak, çabalamak, zorluklarla mücadele etmek bu işin olmazsa olmaz kuralı.

Dikkat etmemiz gerekli nokta ise bu gelişimi bedensel, zihinsel, sosyal ve manevi tüm boyutlarda yapmamız adına. Çünkü hepsi birbirini tamamlayan etkenler. Bu şekilde kendimizi geliştirdiğimizde ise artık kimse bizi tutamaz. Bilgi ve becerilerimiz  arttıkça, kendimize olan öz güvenimiz artar. Böylece daha zengin ve çok boyutlu bir algılama ve karar verme yeteneği kazanırız. Sınırlarımız, sinerjimizin etkisiyle daha da genişler. Zamanı etkili kullanır, hep dile getirdiğimiz ve yakalamak istediğimiz kaliteyi yaşamımızın her anına sokarız.

Pekiyi sinerji nedir? ‘Bütünün, parçaların toplamından daha büyük olduğunun ifadesidir.’  şeklinde tanımlanıyor uzmanlar tarafından. Yani  bütünü oluşturan parçalar arasındaki ilişkiler, parçalardan bağımsız olarak bir anlam taşırlar ve bütüne anlam katarlar.

Sinerji, yaratıcılık içerdiği için aynı zamanda risk faktörü taşır. İşte bu nedenle de pek çok kişi bu riski almak istemez. Risk alabilmek için o kişinin iç dünyasının sağlam temeller üzerine kurulmuş olması gerekir. Ancak o zaman kendini farklılıklara çekinmeden açabilir. Bu da kendisini geliştirmesinin adeta mihenk taşı olur.

Kendi kişiliği içinde bütünleşen, sinerjisini kuran kişi sağ ve sol beyin faaliyetlerini kolayca birleştirir. Böylece hem analitik, hem de yaratıcı düşünceye ulaşır. Yaşamın sadece mantıksal ya da duygusal değil, her ikisinin bir bütünü olduğunun farkındadır. Böylelikle kendi sorunlarını kendi başına zorlanmadan çözebilir.

Sonuçta; kendi sınırlarını ve kalıplarını keşfeden, onları yıkarak yeni bir karakter inşa eden bir kişi hayattan  ne istediğini bilir. Yaşamın her ANına  sımsıkı sarılır. Yapmak istediklerini hayata geçirmek için canla başlar çalışır. İstekleri, hayalleri onu her yeni günle beraber hayata daha çok bağlar. İçsel başarıyı yakaladığında dışardan gelecek tüm başarılar onun emin adımlarla yürüdüğü yoldaki basamaklara sağlam bir zemin oluşturur. Hem VERİMLİ hem de ETKİLİ bir insan olur.

Gelin aslında birbirinden farklı olan bu iki kavrama kısaca bakalım. Verimli insan üretkendir. Ancak her verimli insan etkili olamayabilir. Çünkü etkili olabilmek, yaşamımıza yön veren temel değerleri davranışlarımızda yaşatmak demektir. Yani dün, bugün ve gelecek arasında ahenk kurabilmek, iç ve dış başarıları ustalıkla dengelemek demektir.

Kendini keşfetmenin yaşla da ilgisi yoktur. Hangi yaşta olursak olalım, gençken, emekliyken ya da daha sonra. Önemli olan; FARK ettiğimiz noktada ki o nokta her neresi ise… kendi iç sesimizi dinlemek ve kendimizi keşfetmek olsun.

Çünkü içinde kendisini keşfetme ve değiştirme gücü bulan bir insan dünyayı değiştirecek kadar güçlüdür aslında. Kendimizi keşfederek, geliştirerek, farkında olarak KALİTEli yaşamı kucaklarken aslında sınırlarımız olmadığını, istersek bu sınırları alabildiğine genişletebileceğimizi de anlarız. Bu ise hem kendimize hem de çevremize pozitif enerji ve itici güç olarak yansır.

Bir mezar taşında şöyle yazar… bilenleriniz varsa da beraberce hatırlamak adına paylaşmak isterim;

‘’Genç ve özgürken, düşlerim sonsuzken, dünyayı  değiştirmek istedim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece ülkemi değiştirmeye karar verdim; ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda artık son bir gayretle, sadece ailemi ve kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ve ölüm döşeğinde yatarken, birden fark ettim ki önce kendimi değiştirseydim, ailemi ve yakınlarımı da değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, ülkemi daha ileri götürebilirdim. Kim bilir belki dünyayı bile değiştirebilirdim."

Son derece anlamlı sözler öyle değil mi? Dünyaya isimlerini altın harflerle yazdırmış pek çok insan;  işe önce kendi keşifleriyle başlamadılar mı zaten? Ünlü mucitleri düşünün. Hepsi kendi içlerindeki o sese kulak verdi. Etraflarındaki karşı çıkışlara, engellere gözlerini kulaklarını kapadı ve hayallerinin gerçekleşmesi için çalıştı. Yaratıcılıklarını sonuna kadar kullandı. Öyle değil mi? Onlar da sadece bizler gibi insan. Aramızdaki tek fark ise keşifle başlıyor. Önce kendimizin keşfiyle…

İçinde yaşadığımız toplumda birbirinden farklı sınırları ve kalıpları olan, düşünceleri bambaşka pek çok insanla bir arada yaşıyoruz. Hepimiz zihinsel, duygusal ve davranışsal olarak birbirimizden farklıyız. Mühim olan bu farkları önemseyip anlayarak, onları gözden kaçırmadan iletişim kurmaya çalışmak, o uyumu yakalamak olmalı. Hepimizin ruhsal sağlığı ve huzuru adına.

Artık kendi düşünce ve algılamalarımızın sınırlarını öğrendiğimiz için başkalarının farklı düşüncelerini daha iyi anlayabiliriz. Elbette biraz alçak gönüllü olarak, biraz gönül gözüyle bakmayı bilerek. Diğer kişilerin düşünce ve algılarına saygıyla bakabilmek ise hepimizin mutluluğu için kocaman bir adım olur inanın bana. Yeter ki herkes kendi payına düşen azmi, cesareti, çabayı göstersin.

Tıpkı doğanın kendini bahara hazırlanmak adına uyanması gibi ŞİMDİ uyanma vaktidir. Gelin bizler de kendimizi bahara, yeniliklere ve coşkuya hazırlamak adına  uyanalım. Fark ettiğimiz bu ANIN kıymetini bilerek, kendimizi yeniden keşfetmenin keyfiyle yaşama sımsıkı sarılalım. Daha fazla geç olmadan, kendimize bu ödülü verelim. Ne dersiniz, HAYAT bu denli ANLAMLIYKEN bu kadarcık zahmete değmez mi?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.04.2013

NOT: Tüm yazılarına hayran olduğum Sn. Doğan Cüceloğlu’nun ‘’ İyi Düşün Doğru Karar Ver ‘’ isimli kitabı rehber olarak alınmıştır.

6 Nisan 2013 Cumartesi

SOL yarıdan SAĞ yarıya BEYNİN SIRLARI ( 2 / 2 )


Beynimizi daha iyi çalıştırmanın yollarını daha detaylı olarak incelemekte fayda olduğunu düşünüyorum. Önerilenler  o kadar da zor değil aslında, hatta bir kısmı gün içinde farkında olmadan yaptıklarımızdan ibaret…

*beynimiz açık havada ve ayaktayken %10 daha fazla çalışıyor; o halde açık havada yürümek ve yürürken kolları sallamak beyin için en ideal olanı. (özellikle önemli kararlar almadan önce tavsiye ediliyor)

*yabancı dil öğrenmenin beyni güçlendirdiği saptanmış; sözlük okumak, birkaç yabancı sözcük ya da yerli ama yeni kelime öğrenmek bu anlamda faydalı.

*Bulmaca çözmek, satranç gibi akıl oyunları oynamak beyni dinamik tutuyor.

*Rutinden, tekrar ettiğimiz davranışlardan vazgeçmemiz gerekli. Sürekli kullandığımız sağ sol el tutuşlarında değişiklikler yapmalı. Dişimizi bazen sol elle fırçalamak, çantayı bazen sağ elle taşımak gibi, eve farklı yoldan ulaşmak gibi…

*beyni sürekli kaliteli cümlelerle beslemek ( özdeyiş, şiir gibi)

*her gün güzel bir resme bakmak ( estetik algıyı geliştiriyor)

*sevdiğimiz bir müziği bir süre gözlerimiz kapalı dinlemek. ( özellikle klasik müziğin zekaya 7 puan ekleyebildiği iddia ediliyor beyin otoriteleri tarafından)

*günde aklımızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçiyor. Ve bu düşünceler ne hakkındaysa, hayatımız da ona göre şekilleniyor.

*bir konu hakkında düşünürken, nasıl düşündüğümüzü de gözlemlemek. Çünkü düşüncelerin farkındalığını yakalamak adına düşünmek, beyin ve düşünce kapasitesini arttırıyor.

*düzenli ve kaliteli uyumak beyin için çok önemli (Einstein'in günlük 10 saatten fazla uyuduğu biliniyor) 24 saati geçen uykusuzluk beyinde sarhoşluğa benzer bir etki yapıyor.

*bol ve temiz oksijen beyin için çok önemli. Beynimiz ağırlık olarak vücudumuzun yüzde 2'sini oluşturduğu halde, vücuda gelen oksijenin yüzde 25'ini tüketiyor. Oksijensiz kaldığımızda ölümü gerçekleşen ilk organımız beyin.

*farklı düşünme tarzları beyni geliştiriyor. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirmek, bizden farklı düşünen insanlarla konuşmak bu anlamda çok faydalı.

*sürekli televizyon seyretmek beynimizi köreltiyor maalesef.

*beynin en tehlikeli yanı ters çaba kuralına göre çalıştığı anlar. Başımıza gelmesinden en çok korktuğumuzu başınıza getiriyor! Buna ‘ters çaba kuralı’ deniyor. Beyin odaklanılan hedef olumsuz olsa bile, bunu gerçekleştirmek için çalışıyor.

*beyni esas yoran şey monotonluk. O halde hayatımızı ne kadar renklendirirsek, beynimizi o kadar neşelendirebiliriz diye düşünüyorum.

*beyin kısa süreli hafızada beş ile yedi arasındaki bilgiyi işleyebiliyor. Yeni bir bilgi gelince, bu bilgilerden birini atıyor. Buna 'sihirli sayı' kuralı deniyor. Bu kural aşılıp aşırı bilgi yüklenmesi durumunda beynimiz 'servis dışı' oluyor. Hayatımızın en büyük kararlarını alırken 'kafadan' değil, tıpkı beş haneli iki rakam grubunu çarparken yaptığımız gibi, bir kağıt üzerine yazarak ne yapacağınızı hesaplamanın doğru karar almamız adına güzel bir adım olduğu kabul ediliyor.

Beyni aldatmanın yolları da var aslında; bu kadar hızlı ve girift olmasına karşın beynimiz gerçekle  hayali birbirinden ayıramıyor. İsteklerimize sahip olmuş gibi davrandığımızda beynimizde yeni nöron ağları kuruluyor. Yeterli sayıda nöron ağı kurulduğunda ise isteklerimize artık gerçekten sahipmişiz gibi hissediyoruz.  

Bu anlamda yapılan bir deneyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Belirli sayıda deneğin karşısına bir nesne konarak ona bakmaları söyleniyor. Onlar bu nesneye bakarken beynin yapısı inceleniyor. Çeşitli araçlar ile ( tomografi gibi ) bunu kaydediyorlar. Sonradan nesneyi kaldırıp, deneklere az önce gördükleri nesneyi hayal etmeleri söyleniyor. Denekler o nesnenin kendisine direkt bakmadan sadece hayalini kurduklarında bile; beyin yapılarında aynı değişikliklerin olduğu tespit ediliyor. Bunun nedeni gördüğümüz bir nesneye bakarken nöron ağlarının ateşlenmesi.

İşte buradan hareketle hayal etmek, hayal ettiğimiz şeyi olmuş gibi kabul etmek bizi isteklerimize daha çabuk ulaştırıyor. Güzel bir düşünce ya da hayal bizi mutlu ediyor. Aksine gerçek olmasa bile kötü bir şey hakkında ‘ya olursa’ diye düşünmek ise; bizi mutsuz edip, korkutuyor. Film sektörü de bu noktadan hareketle çalışıyor. İzlerken hiçbirimiz ‘bu gerçek değil’ diye düşünmüyoruz. Heyecanlanıyoruz, üzülüyoruz, gerçekmiş gibi etkileniyoruz. Üstelik bir film boyunca veya reklamlarda ya da haberlerde bolca tekrar edilen sözler, sahneler, hareketler, tavırlar… Hep beynimizi etkileyip istenilen şeyin yerleşmesini sağlıyor.

Masal ve hikayelerin insanları etkilemesi de beynin gerçek ve hayali ayırt edememesinden kaynaklanıyor. Gerçek olmadığını biliyoruz ama; dinlerken veya okurken gerçekmiş gibi algıladığımız için etkileniyoruz. Bu yüzden çocuklar masallardan çok etkileniyor. Aynı masal ne kadar çok tekrar edilirse masalın içindeki mesajın kalıcılığı ve etki gücü de o ölçüde artıyor.

Beynimizin hafıza bölümü aslında unutmaya programlı. Bir gün içerisinde bile bir çok şey konuşuyoruz, dinliyoruz, izliyoruz. Duyduğumuz ya da okuduğumuz bir şeyi önem derecesine göre; üç saniyeden başlayarak bir kaç gün, bir kaç hafta içinde unutuyoruz. Ancak tekrarlanan bilgileri beyin kaydediyor.

İlginç olan bir başka özellik ise; beynimizin SAĞ tarafının YENİ giren bilgilerle, SOL tarafının ise  ESKİDEN kalan bilgilerle çalışıyor olması. Gelen bilgiyi sağ taraf alıyor, bilgi tekrar edilmiyorsa bir süre sonra siliniyor. Bilgi tekrar ediliyorsa sol taraf kayda geçiyor. O artık bize ait bir bilgi oluyor. Eğer o bilgi davranışa sebep olacak bir bilgiyse; bilgi davranışa dönüşüyor, otomatik sisteme geçiyor ve artık düşünmeden davranıyoruz.

Beynimizin en gelişmiş bölgesi olan ve korteks denilen üst kabuğunu geliştirmek adına kitap okumanın faydaları ise saymakla bitmiyor. Duygusal zekamızı artırmakla kalmıyor aynı zamanda entelektüel zekamızı da destekliyor. Umutlarımıza daha sıkı sarılmamız, sıkıntılardan uzak durma becerisini kazanmamız da cabası. Kitap okumayı çok seven birisi olarak bu konuya dikkat çekmeden geçemedim.

Unutmadan, insanların yaklaşık yüzde 12’sinin gördüğü rüyaların siyah beyaz olduğunu biliyor muydunuz?

Beyinle ilgili araştırılacak pek çok şey var, her okuduğumuz ve öğrendiğimiz bilgi ise bizlere yepyeni kapılar açıyor elbette. Tüm bunları takip edebilmek, hayatımızı kaliteli yaşamak ve hayatın her ANından keyif alabilmek ise ancak sağlıklı bir beyinle, beden kadar ruh sağlığımızla da ilgili. Bunu unutmamak gerek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.01.2013

SOL yarıdan SAĞ yarıya BEYNİN SIRLARI (1 / 2 )


Beyin...

İnsan bedeninin en mucizevi organlarından bir tanesi.  Tamamen kapalı bir kutu.  Sırlarla dopdolu. Her yeni gün, her yeni bilimsel araştırma ile pek çok yeni buluşa imza atılıyor. Ancak hala beynin o MUCİZEVİ  öyküsü tam olarak aydınlatılmış değil.

Aşık olmamızdan hissetmemize, görmemizden  işitmemize, beden ısımızın dengelenmesinden tüm beden kontrolümüzü sağlamamıza  kadar pek çok işlevi yapan beynimiz; yaklaşık 1400 gram ağırlığında. Kadın beyni erkeklerinkinden 200 gram daha hafif. (Ünlü bilim adamı Einstein’ın beyin ağırlığı ise 1230 gram)

Anatomik yapı olarak ise hayli ilginç ve girift bir yapısı var. Vücudumuzdaki oksijenin ve kanın yüzde yirmisini kullanan; en yağlı organımız. Yüz bin mil uzunluğunda damar, yüz milyar sinir hücresiyle donatılan beynimiz bizim hatırlama merkezimiz. Tek kelimeyle MUHTEŞEM bir yapı…

Hızı ise inanılmaz boyutlarda. Dünyadaki en hızlı bilgisayar saniyede 1 MİLYAR işlem yaparken; BEYNİMİZ  saniyede  1 KATRİLYON hızla işlem yapabiliyor…

Aslında hepimiz doğduğumuzda eşit sayıda beyin hücresine ve sinirine sahibiz. Altı yaşına geldiğimizde beyin hücrelerimizin sayısı maksimum seviyeye ulaşıyor. Henüz doğmuş bir bebeğin beyni, doğduktan altı ay sonra tam üç kat büyüyor. İlk oluşan duyu dokunma duyusu ve ilk kez anne karnında oluşuyor.

Beynimizde yeni sinir hücrelerinin oluşmasını ve gelişmesini istiyorsak sürekli çalıştırmamız gerekiyor. Günümüzün en büyük sorunlarından bir tanesi bu aslında. Giderek artan bunama, Alzheimer tarzı hastalıklar günümüz insanının korkulu rüyası olmaya başladı çünkü.

Tüm bu olumsuzlukları yenmenin sırrı ise; bizzat hayatın içinde yer almak; bedensel ve zihinsel aktivitelerle dinç kalmanın yollarını aralamak; doğru besinlerle sağlıklı beslenmek; okumak, bulmaca çözmek, müzik dinlemek, zihni açık tutmak; yeteri kadar uyumak şeklinde özetleniyor uzmanlar tarafından. Ayrıca yoğun zihinsel faaliyetler beyni doğrudan olumlu şekilde etkiliyor. Başkalarının hayatlarını iyileştirmek için çabalamak da beyni zinde tutuyormuş. Bu anlamda ABD’de 80-100 yaş arası rahibeler üzerinde bir araştırma yapılmış. Hayatları boyunca sağlıklı yaşayan, alkol ve sigara kullanmayan, beslenmelerine özen gösteren rahibelerin beyinleri öldükten sonra incelendiğinde; ileri yaşlarda bile Alzheimer hastalığıyla hiç karşılaşmadıklarını görmüşler.

Biyolojik yapısına baktığımızda beynimiz; bir köprü ile birbirine bağlı iki benzer küreden oluşuyor.

*SOL yarı-küre MANTIK evi  olarak kabul ediliyor. Karar verme, harfler, dil, sayı, hesaplar, düşünceler ve vücudun SAĞ bölümünün fiziksel kontrolü gibi işlevleri yönetiyor.

*SAĞ yarı-küre ise DUYGULARIN evi olarak kabul ediliyor. Görsel şekillerin (grafikler, haritalar ve çizgiler), sezginin kullanılması, yeniliklerle, belirsizliklerle ilgilenme ve vücudun SOL bölgesini kontrol etme işlemleri yapılıyor.

Kısacası, sol beynin anahtarı KELİMELER; sağ beynin anahtarı ise GÖRÜNTÜLER.

Erkekle kadın beyinleri birbirinden farklı işliyor. İçsel duygular, cinsellik, hırs erkek beyninde daha baskın. Kadınların ise matematik ve mantık zekası daha iyi.

Eskiden beynimizin yüzde 10′unu hatta yalnızca yüzde ikisini kullandığımız söyleniyordu. Günümüzde  ise tüm sinirlerin çeşitli eylemler esnasında çalışmakta olduğunu biliyoruz. Yani beynimizde kullanmadığımız herhangi bir sinir ağı bulunmuyor. Herhangi bir darbe veya yaşlanma neticesinde kaybedilen sinirler sonucu beyin kapasitesinin olumsuz etkilenmesi de bu yüzden.

Vücuttaki yansıması kalpte olduğu halde AŞK; beyinde başlıyor, beyinde gelişiyor ve beyinde bitiyor aslında, uzmanlar böyle söylüyorlar. Yapılan bilimsel araştırmalar aşkın, beynin kimyasını değiştirdiğini de ortaya çıkarmış. Aşk adeta uyuşturucu etkisi yapıyor insanda.

Bu doğrultuda bir grup kadınlı erkekli denek teste tabi tutulmuş. Önce sevdikleri kişilerin  ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, kan akışları izlenmiş. Araştırma sonucunda aşkın, kişilerdeki muhakeme yeteneğini yitirmesine sebep olduğu ortaya çıkmış. Hani zaman zaman söylediğimiz ‘‘Aşkın gözü kördür’’ sözü de buradan geliyor sanırım.

Beynin sırlarındaki keşifler öyle güzel ki… Son yapılan araştırmalara göre; beynin eski hatıraları çağırırken, bilginin hafızaya kaydedilmesinden bir hafta önce oluşan yeni sinir hücrelerine başvurduğu ortaya çıktı.

Pekiyi beynimizin hangi tarafı daha çok çalışıyor diye hiç düşündünüz mü? Uzmanlar beynin sol ve sağ yanının eşit çalışmasının  doğru olduğunu savunuyor. Ancak, okullarda verilen eğitim sol beyin ağırlıklı olduğu için, sağ beynin görevini de sol beyin üstleniyor. Bu da, kişilerde performansın düşmesine neden oluyor. Bu nedenle başarıyı ve mutluluğu yakalamak adına uygun meslekler seçmek ve beynimizin az çalışan yarısını geliştirmek için egzersiz yapmayı unutmamak gerekiyor.

Şimdi gelin beynin her iki lopunu da aynı anda çalıştıran mini bir egzersiz yapalım beraberce. Parmaklarla yapılan bu egzersizin ismi Hakini Mudra (Alın Çakrasını açma adına ellerin mistik tutuşu) Kısaca şöyle;

Öncelikle bu egzersiz herhangi bir zaman diliminde uygulanabilir. Sağ ve sol elin tüm parmak uçları birbiri üzerine getirilerek birleştirilir. Bir şeyi hatırlamak istediğimizde, kaybettiğimiz düşünceyi veya ismi bulmak için parmaklarımızı birleştirip, gözlerimizle yukarı bakıyoruz. Bir yandan nefes alırken dilimizi dişlerimizin dibine yapıştırıyor ve nefes verirken dilin tekrar aşağı inmesine izin veriyoruz. Sonra da derin bir nefes alıyoruz. Tüm yapacaklarımız bu kadar aslında. Bir şey üzerine uzun süreliğine yoğunlaşmak istediğimiz zaman, okuduğumuz bir şeyi hatırlamak için veya aklımıza güzel fikirler gelmesi için bu hareketi kullanabiliriz. Bu parmak duruşu, bilimsel açıdan incelendiğinde beynin sağ ve sol yarım küresi arasında koordinasyonu arttırdığı kanıtlanmış. Bu nedenle de bugün özellikle hafıza eğitim programında kullanılmakta. Çünkü bu hareket hafızanın saklandığı sağ beyin yarım küresine giden kanalları açıyor; aynı zamanda solunumu geliştirip derinleştiriyor ve beyin de bundan faydalanıyor. Uzmanların görüşleri böyle, bence denemekte fayda var. Ancak beynin sırları bunlarla kalmıyor. (devamı 2/2 ‘de )

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.01.2013
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...