30 Eylül 2020 Çarşamba

YAŞAYAN FOSİL


Gezegenimiz üzerinde, yaşamın ilk ne zaman başladığı hep merak konusu olmuş. 

Araştırmacılar, katman ve fosil incelemeleri ile her zaman ilklere ulaşmaya çalışmış.

Hepimizin aşina olduğu dinazorlar bunlar arasında elbette. Ama onlardan çok daha önce yaşayan bir canlı türü daha var.

Dünyanın en yaşlı türü olarak biliniyor.

Bilimsel ismi ‘Limulus Polyphemus Blue Blood’.

‘At Nalı Yengeci’ olarak isim verilmiş. Şekli itibarı ile at nalına benzediği için.

Ancak bildiğimiz yengeç türü gibi değil.

Bir tür deniz eklem bacaklısı.


Sığ sularda yaşayan bu türün ilk fosil kayıtları 445 milyon yıl öncesini gösteriyor. 

Üstelik bulunan o fosilin yapısı ile günümüzde karşılaştığımız at nalı yengecinin yapısı birebir aynı.

İşte bu nedenle 'Yaşayan Fosil' lakabını haklı olarak elde etmiş.

Gövdesi yeşilimsi gri ile koyu kahve tonlarında.

Onu koruyan sert kabuğunun pürüzsüz bir yüzeyi var.

Uzunluğu yaklaşık 51 cm.

Sığ sularda genellikle diplerde hareket ediyor.

Vücudunda dağınık halde toplamda dokuz gözü var.

En önemli özelliği gök mavisi tonundaki değerli kanı.

Her türlü iklim şartında yaşayabiliyor.

Görüldüğü bölgeler Meksika Körfezi ve Amerika’nın kuzeydoğu kıyılarındaki sığ okyanus zeminleri.

Üstelik bir yıl aç kalabilmesi en büyük yaşamsal avantajı.

Litresi neredeyse on beş bin dolar eden mavi kanı nedeniyle ilaç sektörünün gözdesi durumunda.

Peki kanı neden mavi?

Bildiğimiz gibi; omurgalılarda oksijeni beyaz kan hücreleri taşıyor.

At nalı yengeci gibi omurgasızlarda ise amebosit hücreleri devrede.

Bu hücreler, kandaki oksijeni taşımak için hemosiyanin denen bir pigmenti kullanıyor.

Hemosiyanin, demir yerine bakır ihtiva eden; eklembacaklılarda ve birçok yumuşakçada bulunan; mavi renkli kan pigmenti. Kanlarındaki oksijeni taşıyan  amebositler; zararlı ve zehirli olan herhangi bir tür virüs ya da bakteriyle temas ettiğinde; kanın pıhtılaşmasına neden olan bir kimyasal yayıyor. Böylece tehlikeyi kuşatarak izole ediyor.

İşte bu özel durum; yaşam ortamları olan sığ kirli sulardaki sayısız zehirli bakteri ve virüs arasında; at nalı yengeçlerinin rahatça nasıl hayatta kaldığını açıklıyor.

Bilim insanları, at nalı yengecinin kan hücresindeki pıhtılaşma aktivitesini fark ettikleri andan itibaren, bunu ilaç sektöründe nasıl kullanacaklarını araştırmış. Sonunda ismine LAL (Limulus amebosit lizat) denen testi bulmuş.

Bu duyarlı test sayesinde, ilaç ve ekipmanların hijyen testi hızlı ve güvenli bir şekilde gerçekleşmeye başlamış. O gün bugündür bu özel madde ilaç sanayinin aranan maddesi olmuş.

İlaç üreticileri önemli sahalarda; herhangi bir şeye mikrop bulaşıp bulaşmadığını anlamak için; araştırılacak malzemenin bir kısmını bu kanla buluşturuyor. Eğer pıhtı oluyorsa malzeme mikroplu, pıhtı oluşmuyorsa temiz ve steril olduğu anlaşılıyor.

Günümüzde ilaç sektörünün bu ihtiyacı nedeniyle çok sayıda canlı at nalı yengecine ihtiyaç duyuluyor.

Bu amaçla, Amerika’nın doğu kıyısı açıklarında yüz binlerce at nalı yengeci toplanıyor. Özel bir yöntemle değerli mavi kanları süzülüyor. Kanı alınan yengeçler yeniden yaşam ortamlarına geri bırakılıyor.

Bunlar arasında hayatta kalanlar çoğunlukta olmakla beraber, yüzde otuz kadarı hayatını kaybediyor. Neslinin yok olmaması adına, bilim insanlarının bu aralar LAL testi için başka alternatifler üzerinde de çalıştıklarını da bir not olarak bilmemizde fayda var.

Bilime, insanlığa bu denli faydası olan yaşayan fosilin, bu özel lakabı daha uzun yıllar boyunca yaşatabilmesi dileğimle.  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.06.2020





22 Eylül 2020 Salı

ADALETİN SİMGESİ DEĞİRMEN


Almanya’nın başkenti Berlin’e 45 dakika uzaklıkta bulunan ve saraylar şehri olarak anılan bir başkent Potsdam.

Brandenburg Eyaleti’nin başkenti.

Çoğu seyahat yazarı, burayı Almanya’nın karakter sahibi bir aristokrat sayfiyesi olarak kabul ediyor.

İşte burada eski tarihi bir değirmen var. Yolumuz oraya düştü bugün.

Tıpkı Alman Prusya kralı Büyük Friedrich (Friedrich II) gibi.

Yıl 1750.

Postdam’ı çok beğenen kral, bu büyüleyici yere görkemli bir saray yapılmasını emreder. Emri alan adamları hemen ertesi gün sarayın yapılacağı alanda incelemelere başlar.

Gelin görün ki kralın beğendiği o arazide eski bir değirmen vardır. Değirmen sahibi Sans Souci simli yaşlı bir değirmencidir.

Adamlar kralın isteğini iletir ve değirmenciden arazisini değirmeni ile birlikte satmasını ister. Ancak inatçı değirmenci bu isteğe karşı çıkar. Değirmenini satmayacağını söyler. Bu itiraz karşısında şaşıran adamlar ne yaparlarsa yapsınlar değirmenciyi bir türlü ikna edemezler.

Geri dönüp krala her şeyi anlatırlar.  Bunun üzerine kral değirmenciyi huzuruna çağırır. İsteğini bu defa kendisi dile getirir. Ne kadar para isterse de vereceğini eklemeyi ihmal etmez.

Değirmenci ise kararından vazgeçmemeye kararlıdır. Sözleri ise bir o kadar katı. 
Babasından miras kalan değirmenini asla satmayacağını, tıpkı babası gibi onu kendi oğluna ve torunlarına miras bırakacağını söyler. Değirmencinin yanıtına sinirlenen kral değirmenciye kendisinin kral olduğunu bir kez daha hatırlatır.

Yaşlı değirmenci ise aynı kararlılıkla; Berlin’de adaletin ve hakimlerin olduğunu; hiçbir gücün adaletten daha üstün olamayacağını söyler.

Sonuçta ne mi olur?

Kazanan yaşlı değirmenci ve adalettir.

Kralın emrettiği saray, değirmenin hemen yanındaki alana yapılır. Aralarında geçen tatsızlıkları unutan kral ile değirmenci bir süre sonra çok iyi komşu olurlar.

Her sabah bahçeye gezintiye çıkan krala seslenen değirmenci ona yaptığı sıcak ekmekten yollar. Ve kral ne der biliyor musunuz?

‘’Adalet her sabah bana, sıcak bir ekmek kokusuyla geliyor.’’

İşte Postam’daki saray ile hemen yanı başındaki tarihi değirmenin biraz da efsaneleşmiş öyküsü böyle.

Ama henüz bitmedi. Şimdi sıkı durun ve benimle 31Aralık 1917 yılına gelin.

Bu kez Berlin‘de bir oteldeki yılbaşı kutlamasındayız.

Şu işe bakın ki, diplomatik ilişkilerini geliştirmek isteyen Osmanlı heyeti de orada. 
Aralarında ise dikkat çekici genç bir subay var.

Değirmenin öyküsünü anlatan subay, heyete beraberce Postam’a gidip öyküdeki değirmeni görmeye davet eder.

Ne ilginçtir ki havanın soğuk olmasından yakınan heyetten kimse bu davete katılmaz.

Peki genç subay ne yapar dersiniz?

Tek başına Postdam’ın yolunu tutar. Sarayı ve adaletin adeta simgesi olan değirmeni gezerken bir yandan da düşünür.

Son bir soru sormama izin verin lütfen.

O subay kim olabilir dersiniz?

Bizlere dünyanın en özel ülkesini armağan ederken, adalet duygusunu kalbimize nakış gibi işleyen Mustafa Kemal Atatürk.

Ne mutlu bizlere ki, onun sevgisini yüreğimizde her daim taşıyan evlatlarıyız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.04.2020

Kaynaklar: https://blog.prontotour.com; Sn. Sunay Akın'ın değerli anlatıları; https://yaziatolyesi.com; https://pinphotography.wordpress.com.















7 Eylül 2020 Pazartesi

İÇİMDEKİ ÇOCUK SORDU


Hani hep diyoruz ya içimizdeki çocuğa kulak verelim. Ara ara şımartalım, yüzünü gülümsetelim diye. İşte geçen günlerde içimdeki çocuk merakla sordu.
‘KUŞLARIN DİŞİ var mı?’

Evet, bildiğimiz kadarıyla kuşların dişi yok. Ama doğada neyle karşılaşacağımızı ancak okuyup araştırınca öğreniyoruz.

O zaman gelin kuşların o özgür dünyasını beraberce aralayalım.

Şu ana kadar yapılan araştırmalar; evrimleşme süresince kuşların dişlerinin köreldiğini ve yok olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla dişi sert beyaz yapan ve ‘enamel’ olarak adlandırılan kısım hiçbir kuş cinsinde yok.

Ama bir kuş var ki hem gagasında hem de dilinde dişe benzer oldukça sert bir tür kıkırdak yapı var.

İsmi ‘tomiyum’.

Bu yapı öyle sert ki kuş bununla ısırıyor, parçalıyor. Görüntüsü de dişe çok benziyor.

Peki bu diş benzeri yapı hangi kuşta var dersiniz?

Uzaklara bakmayın. Çünkü bu kuş cinsine hepimiz aşinayız.
Anadolumuzun doğu bölgesinde yetişen sevimli KAZlarından bahsediyorum.

Evet kazların hem gagalarında hem de dillerinde diş benzeri bir yapı olan tomiyum var.

Bu sayede otlanırken çimleri, böcekleri, küçük kemirgenleri rahatça yakalıyorlar.

Parçalıyorlar.

Dillerindeki sayesinde de besinlerin kaçmasını engelliyorlar.

Karada yaşayan, suda yüzen ve su altında uzun süre kalabilen kazlar; ördekgiller ailesine ait.

Çiftlik hayatının bu vazgeçilmez büyük su kuşları az yiyor. Kendi kendilerine kolayca yetişiyor. Büyüdüklerinde çiftliğe bekçilik yapabiliyor, çünkü uykuları oldukça hafif.

Beyaz, gri tüyleri var.

Boyları kısa.

Yetişkin bir kazın ağırlığı türüne ve cinsiyetine bağlı olarak 4-9 kg arasında değişiyor.

Ayakları geniş perdeli.

Dişli gagaları geniş ve yassı.

Eti, yumurtası severek tüketilirken; ciğeri, yağı ve tüyü de fazlaca talep görüyor. Uzun ömürlü ve hastalıklara dirençli olmaları da cabası. Son derece zeki olan kazların ortalama ömürleri yirmi beş yıl kadar.

Çiftlik sahibi olanların ve köylerin gündelik yaşantılarının olmazsa olmaz kazlar bu nedenle severek yetiştiriliyor.

Ancak kaz yetiştiricileri, kazları sinirlendirmekten sakınmamız gerektiğinde hemfikir.
Neden dersiniz; sinirlenince kendini savunma hamlesi yapıp, gagasıyla ısırması ve canımızı ciddi anlamda yakması mümkünmüş.

Dünya genelinde kırkın üzerinde türü bulunan kazlar; gece ve gündüz uçabiliyor. Göç sırasındaki uçuşları V şeklinde.

Grubun en tecrübeli erkek kazı en öndeki yerini alıyor. Ve yönlerini yıldızlara göre tayin ediyorlar. Göç eden türler arasında kuzey ikliminde ve kutup bölgelerinde yaşayanları da var.

Yaşamları boyunca tek eşliler. Çünkü eşler birbirine çok bağlı.

Tüyleri oldukça çok kıymetli. Yumuşak ve sıcak tuttuğu için tercih edilse de 1 kg kaz tüyü elde etmek için; tam 10 adet kazın gözden çıkarılması gerçeğini unutmamak gerekiyor.

Ben derim ki bırakalım kazlar dilediklerince yaşasınlar; çiftliklerde salınmaya ya da yıldızları rehber alıp özgürce göç etmeye devam etsinler.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.06.2020


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...