31 Mart 2015 Salı

BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ

‘’Beden asla yalan söylemez. Beden oluşu sergiler. O hep çocuksu bir neşe ve zevkle, uyum halinde titreşmelidir. Unutmayalım ki beden asla yalan söylemez. Algıladığın her şey organlarının yansıttığı görüntüden başka bir şey değildir. Organların sadece senin dünyaya en yakın kısımların değil, onlar dünyanın gerçek kurucusu yaratıcıları ve yapıcısıdır. Beden gerçek düşleyendir. Beden kişisel dünyanın gerçek yapıcısıdır.’’

Bu sözler İtalyan sosyolog ve yazar Stefanno D’Anna’ya ait; Tanrılar Okulu kitabından.

Bedenimiz ve onun sessiz anlatımı.
Bizim dışardan görülen tarafımız. Bizi temsil ediyor bir anlamda.
Ruhumuzu, duygu ve düşüncelerimizi ifade ettiğimiz en nadide yanımız bence de.
Dış dünyayla iletişim köprümüz.

Yalanı dolanı yok. Farkında olmadan yaptığımız bazı hareket ve mimikler bizi kolayca ele verebiliyor.

Bu nedenle öncelikle bedenimize saygı duymalıyız. Sonra da duruşuna, edasına, tercih ettiğimiz hareketlere ve mimiklere kadar her şeyimize özen göstermeliyiz diye düşünüyorum.  

Yeri geliyor öyle bir duruş sergiliyoruz ki, sözsüz dilimiz karşımızdakine çok şey anlatıyor. Bakış açısını bir anda olumluya taşıyor. Yeri geliyor tek bir kelime dudaklarımızdan dökülürken, mimiklerimiz o kelimenin anlamına anlam katıyor. Beden dilimiz sayesinde; kendimizi daha kolay ifade ediyor; karşımızdakini yargısız anlayabiliyoruz.

Amerika Los Angeles UCLA üniversitesinden, psikoloji profesörü Albert Mehrabian’ın elde ettiği değerler bunu öyle güzel açıklıyor ki. 

Karşımızdaki kişiler hakkında düşünürken; %55 beden dillerinden; %38 ses tonlarından; %7 konuşurken kullandıkları kelimelerden etkileniyoruz. Veriler de gösteriyor ki; beden dili hafife almaya gelmeyecek kadar önemli.

Ses tonumuz, sözlerimiz ne kadar kalpten geliyorsa; beden dilimiz de bu uyuma o denli katılmalı diyorum ben. Düşüncelerimizin olumlu sinyalleri bedenimizi parlatıyor. Sağlık aşılıyor. Umut tohumlarımızı susuz bırakmıyor.

Kalitemizin ışıltısı buna bağlı bir yerde. Neden mi?

Böylece daha olumlu ve etkili bir iletişim kuruyor, sosyal ortamlara daha kolay uyum sağlıyoruz. Duygu ve düşüncelerimiz bu sessiz dil sayesinde destek kazanıyor, somut hale geliyor. Elimiz, yüzümüz, mimiklerimiz, ayakta duruşumuz ve hatta oturuş şeklimiz hepsiyle ruhsal durumumuzu sergilediğimizi unutmamak gerek.  

Şimdi tam tersini düşünme zamanı. Yani bedenimize, duruşumuza olan hakimiyetimizin; düşüncelerimize olan inanılmaz etkisini inceleme zamanı.

Hem de sadece iki dakikalık tekrarlarla.

Nasıl mı?  

Gelin satır aralarında buluşalım. Buluşalım ki başkalarını yargılarken ya da bizler başkaları tarafından yargılanırken; beden dilinde neleri yaptığımızın farkında olalım. Ancak en önemlisi; sessiz dilimizden etkilenen ilk kişinin KENDİMİZ olduğunu unutmayalım.

Fizyolojik gücümüz ne kadar iyi olursa;  olumsuz duygu ve düşüncelerden sıyrılmamız o kadar kolaylaşıyor. Şimdi sorarım sizlere. Hangimiz istemiyor ki bunu?

İşte sosyal bilimciler güçlü ve güçsüz insanları; o andaki beden duruşlarıyla ele almış. Tam o anda salgıladıkları hormonlarla birlikte incelemiş. Beden dilinin yargı mekanizmasındaki etkileri böylece mercek altına alınmış.

Salgılanan hormonlar önemli. Bir tanesi testosteron, diğeri ise kortizol.

Kortizol, böbrek üstü bezinin kabuk bölgesinde üretilen bir hormon. Bedenimizin strese gösterdiği tepkiyle ilişkili. Değeri ne kadar düşükse o kadar iyi. Çünkü fazlası kan basıncımızı ve şekerimizi artırıyor, kısırlığa neden oluyor ve bağışıklık sistemini baskılıyor.

Testosteron ise üstünlük hormonu olarak biliniyor. Erkeklerdeki seviye, biz kadınlarındakinden daha yüksek. Enerjimizi, sağlığımızı, bağışıklık sistemimizi ona borçluyuz.

Güçlü ve başarılı insanlar; çok daha iyimser, iddialı, özgüven sahibi, şanslı olduğuna inanan, risk almaktan çekinmeyen insanlar. Öyle değil mi? Testosteron hormonları yüksek, ancak kortizol değerleri düşük. En ideal durumdalar yani.

Peki o andaki sessiz dilleri yani bedensel duruşları nasıl dersiniz?

Dışarıya doğru açık duruyorlar. Sırt dimdik, göğüs ilerde, çene hafifçe kalkık. Çoşkulu. Hani sanki herkese ‘Ben buradayım.’ Dercesine. Tevazulu bir meydan okuma hali belki de.

Tam tersi güçsüzlük söz konusu olduğunda; kendimizi kapatıyoruz, küçülüyoruz adeta. Sırtımız çöküyor. Kamburumuz çıkıyor farkında olmadan. Sanki etraftan izole olmayı ister gibiyiz. Ve bizler bu beden dilindeyken hormonlarımıza göz atalım mı? Testosteron hormonu düşük, tam tersi kortizol hormonu yükseklerde.

Şimdi kendimizi yeniden güçlü hissetme ve bedenimizle bunu destekleme zamanı.  İşte testosteron hormonu artmaya, dolayısıyla enerjimiz çoğalmaya başladı bile. Sağlığımız güç kazanıyor. Bizi baskılayan kortizol hormonu düştüğü için bağışıklık sistemimiz eskisinden daha kuvvetli.
Beden dilimizin sağlığımıza olumlu etkisi bu denli önemli.

Beden dilimiz, başkalarının hakkımızda neler düşündüğünü, neler hissettiğini yönetiyor. Ancak bunu yaparken, bize de hissettirdikleri var. Asıl olan bunu anlamak ve hiç unutmamak.

Hepimiz biliyoruz ki; kendimizi güçlü hissettiğimiz anlarda, stresle rahatça baş edebiliyoruz. 

Kızgınlığımızı, öfkemizi kontrol altında tutabiliyoruz. Yani duruşumuz aklımıza, duygu ve düşüncelerimize pozitif anlamda etki ediyor. Tam da aradığımız şeyler değil mi bunlar? Olumlu, stressiz, güçlü bir insan; kalitesini yaşamının her alanında konuşturur bana göre.

Peki bunu nasıl başaracağız?

Uzmanlar sadece iki dakikamızı ayırarak bunu yapabileceğimizi deneylerle görmüşler. Güçlü ve güçsüz duruşlardaki tükürük örneklerinden, hormonların seviyesini tespit ederek. Kısacası inanmasak bile, sadece iki dakikamızı bu pozisyonlara harcadığımızda; bedenimizin kendimizle alakalı nasıl düşündüğünü, hissettiğini ve yönettiğini görebiliyoruz.  

Özellikle sosyal endişe yaratan durumlar başta olmak üzere; hayatımızın her anında kendimiz için kullanabileceğimiz harika bir bilgi bence. Bir anlamda gerçek benliğimiz ortaya çıkıyor. Özgüven, çoşku, çekicilik, zeka pırıltısı, tutku tüm bunlar herkesin kendisinde olmasını istediği değerler. İşte beden dilimizle içimizdeki gerçekliği ortaya çıkarıyoruz. Kendi cevherimizin farkına varıyoruz.

Başkaları için değil, KENDİMİZ için yapıyoruz. Küçük ayarlamaların, büyük değişikliklere yol açtığını görene değin; iki dakika, iki dakika çalışalım mı?

Bir süre sonra özümseyeceğiz nasılsa. Kendimizle baş başa kaldığımız ve sadece iki dakikamızı ayırdığımız her özel AN, bize güzel bir değişikliğin kapısını açsın dileğimle. 

Şimdi kalpten inanma ve hatırladıkça uygulama zamanı. Beden dilimiz ışıl ışıl olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.01.2015

Kaynaklar: https://www.youtube.com/watch?v=5w5hIomTsyk (Amerikalı sosyal psikolog Amy Joy C. Cuddy); http://www.kisiselbasari.com; Tanrılar Okulu-Stefanno D’Anna.



25 Mart 2015 Çarşamba

FRAKTAL ve FARKINDALIĞIMIZ

İnsanın içinde araştırma merakı varsa, her bir araştırma, her bir yeni konu bir diğerine pencere açıyor. Kelebekleri yazarken, kaos teorisine oradan da fraktal’a kadar geldim işte.

Fraktal.

İlginç bir kelime. Pek bilindik değil. Ancak içinde yaşadığımız evrende o kadar çok örneği var ki. Paylaştığımda sizler de şaşıracaksınız eminim ki. Şu ana değin bakıp da detaylarını bilmediğimiz pek çok örnek aslında bir fraktalmış. Büyük şeklin içinde, büyük şeklin aynısından; ama boyut olarak daha küçük pek çok şekil saklıymış. 

Kelimenin kökeni Latince’ye ait. Parçalanmış, kırılmış anlamındaki ‘fractus’ tan türetilmiş. Bir şeklin orantılı olarak küçültülmüş ya da büyütülmüş modellerinin bütününe verilen isim. Yine bir matematikçi tarafından bulunup, geliştirilmiş. Fraktal; matematikte, kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin ortak ismi.

Kaos teorisinden söz ederken karmaşadan ve düzensiz yapılardan söz etmiştim. İşte şimdi bu düzensiz ayrıntıları, desenleri düşünelim beraberce. Hepsi incelendiğinde detayda giderek küçülen ölçülerde tekrar ettiğini fark ediyor insan. Ve bence bunu fark edebilmek muhteşem bir zenginlik.

Bütünün her bir küçük parçası büyütüldüğünde, yine cismin bütününe benzemesi ana koşul. Dolayısıyla kendimiz elimizle ya da bilgisayar yardımıyla pek çok fraktal örneği yaratabiliriz. Geometrik pek çok desen. Küçük bir modelden büyüğüne doğru, hep aynı çizgilerle. Halı ve kilimlerde de bunu gözlemlemek mümkün elbette.

Fraktal yapılar, başlangıçta düzensiz ve farklı gibi algılanıyor belki ama, parçalar mercek altına alındığında; her bir minik parçanın bütünle benzer olduğu gözlemleniyor. Rastgele, düzensiz ama tıpatıp benzer.

Şimdi gelin beraberce doğadaki fraktal örneklerine bakalım. Hepsi öyle güzel ki. Detaylarına baktığımızda saygı duymamak, şaşırmamak mümkün değil.

Önce kendi bedenimizden bir örnek olsun mu?

Akciğerlerimiz fraktale çok iyi bir örnek. Soluk borumuzun ikiye ayrılmasıyla başlıyor bölünme. En küçük bronş ve bronşçukların oluşumuna kadar da aynı şekli  koruyarak devam ediyor.

Kan damarlarımız, sinir ağlarımız, nöronlar da bedenimizdeki diğer örnekler.

Peki ya sürekli elimizin altında olan sebzelere ne demeli? Mor lahana buna harika bir görsel örnek. Tam ortasından kesip ikiye ayırdığımızda içindeki o dizilim öyle güzel ki. Sevmemek elde mi? Pek kullanmıyor olsak da piramit karnıbaharı bir diğer sebze örneği.

Deniz kestanesi, sedef deniz kabuğu, mercan polipleri masmavi okyanustan örnekler.

Kar taneleri, buz tutmuş cam, bizmut kristalleri, bakır kristalleri.

Ağaçlar, gövde, dal ve yaprakları, hatta ağaç kabuğu, aloe bitkisi, eğreltiotu yaprakları, maymuncuk ağacı çiçeği, kozalak, ejderha ağacı.

Mısır’ın uzaydan görünümü, çöldeki nehir yatağı, Damlataş mağarası, sıradağlar, şelaleler, akarsular, bulutlar, yıldırım.

Salyangoz kabuğu, yusufçuk kanatları, tavus kuşunun tüyleri en muhteşem örneklerden.

Bu eşsiz örnekler bize; doğada, etrafımızdaki nice manzarada saklı pek çok fraktal olduğunu gösteriyor. Bu çok önemli bizim açımızdan. Neden mi? Onları fark ettiğimiz ölçüde bizleri şükürlerle buluşturacak çünkü.

Yaşadığımız dünya, evren, canlılar, elimizin erdikleri ve hatta eremedikleri… Olağanüstü bir güzelliğe sahipler.

Ve bizler de bu muhteşemliğin bir parçasıyız. Belki bir tuz tanesi kadar küçüğüz ama olsun. Bu muhteşemliğin içinde bilerek, fark ederek nefes alabilmek bile ayrıcalık değil mi?

Bir AN.

Sadece bir an FARK etmeye gayret edelim mi? Gerisi kendiliğinden gelecek eminim.

‘’Şükretmek, enerjinizi yönlendirerek isteklerinizi daha çok hayata geçirmenizi sağlayan etkili bir süreçtir. Sahip olduklarınız için şükrettikçe daha çok iyilik ve güzelliği kendinize çekeceksiniz.’’ diyor; bizlerin ‘The Secret-SIR’ adlı kitabıyla tanıdığımız Avustralya'lı yazar Rhonda Bryne.

O zaman fraktal deyip geçmeyelim. Her detayda bizi şükürlerle buluşturacak güzelliklere kalbimizi ve sevgimizi açalım. Açalım ki zenginliğimiz katlanarak artsın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.01.2015







17 Mart 2015 Salı

KELEBEK ve KAOS ETKİSİ

Yazıma bir soru ile başlamak istiyorum. Bakalım cevabınız ne olacak?

Dünyanın herhangi bir yerinde zarif tek bir kelebeğin kanat çırpması,  dünyanın yarısını dolaşacak kadar büyük bir kasırgaya neden olabilir mi sizce?

İmkansız gibi geliyor insana değil mi? Bir yanda minicik kanatlar, diğer yanda felaket habercisi kasırga. ‘’Mümkün değil.’’ diyorsunuz biliyorum.

Elbette bu bir metafor. Ancak böyle bir etkileşim var. Yani minicik, incir çekirdeğini dahi doldurmayan şeyler; yeri geliyor tozu dumana katabiliyor.

İsmi KELEBEK ya da KAOS ETKİSİ. Geçmiş yıllarda filmi de yapılmıştı. Belki aranızda hatırlayanlar vardır. 

Bu teori bir meteorolojist olan Edward N. Lorenz’e ait. Hava durumuyla ilgili olarak verdiği bu örnekle ün kazanmış kendisi. Bir sistemde başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin; yeri gelip devasa sonuçlara sebep olabileceğini anlatıyor Kaos teorisinde. Aynı zamanda bir savaş pilotu olan Lorenz; sadece 3 değişkenle kaos ortamı doğabileceğini keşfetmiş ve bu sayede pek çok yeni araştırma alanı açılmış. Fraktal geometri de bunlardan bir tanesi.

Kaos teorisi, benim de çok sevdiğim matematik biliminin içinde doğmuş. Dinamik olan sistemlerin koşullara olan bağlılığını inceliyor. Teorinin sahibi Lorenz’den çok daha önceki yıllarda ortaya atılmış aslında. Bu önemli teoriye ait ilk bulgular 18. yüzyıla kadar gidiyor. Özellikle Yunan ve Çin mitolojilerinde geniş yer bulmuş. Zaman içinde pek çok matematikçi tarafından ele alınıp temel kavramları oluşturulmuş. Ancak bir bilgisayar programını geliştirmek üzere verilerle oynayan Lorenz sayesinde günümüze ulaşmış. Sebebi ise yanlışlıkla yaptığı minicik bir rakam hatası olmuş.

Kaos teorisinin temelinde göz ardı edilebilir gibi görünen etkiler var. Ve bunlar zamanla birikiyor. Sonunda yapılagelen her ne ise; başlangıçta beklenenden tamamen farklı bir şekilde gelişiyor. Dolayısıyla bundan hepimiz bir şekilde etkileniyoruz.

Her şeyi biliyor olsak da, yeri geliyor rastlantılar son taşı koyuyor yerine. Bizleri hayrete düşüren olaylara sadece seyirci kalıyoruz. Neden mi? Hepsinde geçmiş süreçte göz ardı edilen etkenler söz konusu çünkü.

Önemsiz gibi duran parçacıkların bütüne olan büyük etkisi.

Kaosu.

Şöyle bir düşünecek olursak; yaşadığımız dünyada ve hatta evrende o kadar çok parametre, o kadar çok etken var ki. Her şey iç içe geçmiş adeta. Hem ayrı gibi duruyor, hem birbirini etkiliyor, hem de değişiyor. Ama yine de o muhteşem denge korunuyor. İşin bu tarafından bakınca; insan düşünmekte zorlanıyor değil mi? Bu nedenle de ismine ‘kaos’ denmiş.

Tüm canlılar, doğa, iklim ve hatta bizler. Değişmeyen ne var ki?
Hiçbirimiz olduğumuz yerde ve aynı şekilde kalmıyoruz. Her daim sabit kaldığını düşündüğümüz şeyler de buna dahil.

Kabul etmek gerekiyor ki; teorinin ismi bizi olumsuzluğa yöneltiyor bir parça. Ancak kaos varsa düzende onunla beraber geliyor. Çünkü hep bir aradalar. Birbirlerinden ayrılmıyorlar. O büyük karmaşa arasında bile, alabildiğine hassas bir denge ve düzen var. Ve bence bunu gözlemlemek muhteşem bir duygu. Biraz farkındalıkla ve dikkatle, bizler de düzensiz gibi görünen yapıların işleyişindeki ahengi, düzensiz gibi görünen şekillerin içindeki simetriyi yakalayabiliriz diye düşünüyorum. Ne dersiniz?

Düşünürler kaos teorisini; tümevarımla tümdengelimin; yani batı ile doğunun sentezi olarak ele almayı tercih ediyor.

Tümevarım olarak bildiğimiz teori; parçalardan bütüne yönelme şekli. Bir anlamda özelden genele. Burada sistem parçalara ayrılarak incelendiği için, o sırada ara ilişkilerin bozulduğu ve temel kuramdan uzaklaşmanın söz konusu olduğu belirtiliyor. Tümdengelimde ise bütüne bakarak parçalar hakkında fikir üretiliyor. Diğerinin tersine genelden özele bir bakış var.

Yine de bu sentezi yapmak bile, bazen olayların tam olarak açıklanmasına yetmiyor. Neden mi? Uzun vadede her an her şey değişim gösterirken, göz ardı ettiğimiz kelebek etkileri devrede kalıyor çünkü.  

Evet, evrenin varoluş ve işleyiş yasası devrede. 

İstisnasız hepimiz en küçük parçacıktan en büyüğüne kadar; kocaman bir zincirin halkalarında yer alıyoruz. Birbirimize bağlıyız.

Birimizin gelişimi ya da değişimi bir diğerini etkiliyor. Ve bu etki yayılarak büyüyor.

O halde bize düşen bu değişimin hep olumlu gelişimlere zemin hazırlaması olmalı. Öyle değil mi? Yani bencillik aklımıza dahi gelmemeli. Çünkü o zincirden ayrılmamız mümkün değil. Sonuçta bencillikle hareket ettiğimizde zararları bizi de etkileyecek çarklar arasında. Bunu sık sık hatırlamak da fayda var bence.

Kaos içinde düzeni ararken gözlerimiz; duygu, düşünce ve sevgimizle kelebek kanatlarına zarafeti konduralım dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.01.2015





9 Mart 2015 Pazartesi

DÜŞÜNDÜM-YAPTIM

Her an bir şeyler düşünüyoruz. Çoğunun farkında bile değiliz.

Peki düşündüklerimizin ne kadarını hayata geçiyoruz dersiniz?

Belirli bir yüzdeye vursaydınız, kendinize ne kadar şans tanırdınız? %30, %50 mi? Yoksa çok daha az mı?

Ne yazık ki yapılan araştırmalar; düşündüklerini yapan insan sayısının hayli az olduğunu ortaya koyuyor. Yani bolca düşünüyoruz. Ama iş yapmaya gelince, hemen bilinçaltımızın o gür sesine kanıyor ve yelkenleri indiriyoruz.

‘’Bunlar çocuk oyuncağı, bir ara yaparım.’’ diyoruz. ‘’Şu anda zamanım yok ki, olsaydı mutlaka!’’ diyoruz.  Farkında mısınız, sadece kendimizi kandırıyoruz. O ilk adımı bile atamıyoruz.

Bir şeyi düşünmek başka, bilmek başka. Yapmak ise bambaşka. İtici bir güç lazım belki de arkasında. Bu konu üzerinde araştırma yapan sosyal bilimciler; çelişkilerimizin olmaması için 3 etkenin aynı anda devrede olması gerektiğini savunuyor. Onlar neler mi?

*Kalpten istemek (kendimizi motive etmek);
*Fiziksel, zihinsel ve ekonomik imkanlara sahip olmak;
*İlk adımı atmamızı sağlayacak tetikleyici, hatırlatıcı etkenlerin farkına varmak.

Üçünün de yeteri derecede ve aynı anda olması bizim için; yürürken arkamızdan esen hızlı bir rüzgar gibi adeta. Böylece yepyeni bir davranış sergilememiz, hayatımızı istediğimiz gibi şekillendirmemiz mümkün.

Eğer üçü doğru bir şekilde bir araya gelmezse, hayallerimizi kucaklamamız zorlaşıyor. Uzmanlar böyle söylüyor.

Gerçekten de öyle değil midir?

Elimizde sınırsız imkan vardır ama; içimizden bir şey yapmak gelmez. Ya da kalpten isteriz ama; fiziksel anlamda buna müsait yapıda değilizdir. Belki de her ikisi vardır ama; bizi arkamızdan itecek minicik tetikleyicilerden haberimiz yoktur. Sonuçta hepsi bir arada olunca evet, önümüzde imkansız hiçbir şey kalmıyor.

Hayatımız bunun örnekleriyle dopdolu.

Motivasyonlar yani arkamızdaki itici güçler o kadar çeşitli ki. Piyasadaki tüm sektörler de bunların üzerine odaklanarak bizlere ulaşmayı hedefliyor. Hepimiz için en önemli olanlardan birkaç tanesini paylaşmak istiyorum izninizle.

Örneğin eğlence sektörü haz duygumuzu artırma üzerine, kozmetik sektörü ise umutlarımız üzerine çalışıyor. Peki ya sağlık sektörü? O da korkularımızdan faydalanma peşinde. Moda sektörü toplum tarafından kabul görme, beğenilme duygumuz üzerine yönelmiş.

İşte bu anlamda  tetikleyiciler çok önemli. Zekice ve iyi tasarlanmış, etkili tetikleyiciler hepimizi adım atmaya zorluyor. Üstelik bunu tatlılıkla, fark ettirmeden yapıyor. İzlediğimiz dizilerden, tercih ettiğimiz markalara kadar her şey de etkilenen duygularımızın sesi var.

Bu durumu piyasalardan kendimize indirgediğimizde, birkaç noktaya dikkat ederek motivasyonumuzu hep zirvede tutmamız mümkün. Nasıl mı? İşte örnekleri;

Hayallerimizi yazabiliriz örneğin. Sonra da o muhteşem anları gözümüzde canlandırabiliriz. Benim gibi hayal kurmakta zorlanıyorsanız işiniz biraz zor olsa da; denemeye değer. Cesur olarak, arada bir geçmişe dönüp hangi noktada kaldığımızı gözlemlemek ise; kendimize bakışımızı netleştirecek diye düşünüyorum. 

Bilgiye aç olmak, her an öğrenilecek yeni bir şeyler bulmak da çok güzel. Zenginleşiyoruz fark etmeden ve bu her halimize yansıyor. Yabana atmamak gerek.

Yaşantımızdaki kaosu yenecek kadar planlı ve programlı olmaya çalışmak, zamanın yetersizliği konusundaki sorunlarımıza en güzel merhem.

Asıl olan kendimizi her yeni günle beraber iyi hissetmemiz. Bunun için küçük notlardan, hatırlatmalardan ve hatta dualardan yardım alabiliriz. Tercih bize kalmış.

İç huzurumuzu artırmak mı istiyoruz? Gönülden yardım edebiliriz. Bunun için paraya gerek yok. 
Kocaman tebessümlerimiz bile yeter bence. Sevgi dolu bir mesaj, sıcacık bir kucaklaşma, minicik bir hediye. Hepsi kalplere dokunan tılsımlı çubuklar gibi değil mi sizce de?

Güzel ve yararlı aktivitelere zaman ayırabilir, kendimizi ödüllendirebiliriz eğer istersek. Bu bizi her dem olumlu olmaya doğru öyle güzel itecek ki.

Kafa dengi arkadaşlarımızla beyin fırtınası yapmanın tadına doyum olur mu hiç? Bu sayede bakış açımız daha da genişlerken, yepyeni fikirlerle beynimizi buluşturmuş olmaz mıyız dersiniz?

Bu örnekleri artırmak mümkün. Böylece düşündüklerimizi hayata geçirmemiz an meselesi. Hayallerimizin o rengarenk tonlarıyla kucaklaşmamız da.

Hadi gelin, bu yazıdan sonra hepimiz bir düşüncemizi gerçekleştirelim. Varsın minicik olsun. Önemli olan ‘’Düşündüm ve yaptım.’’ diyebilmemiz. Ve tam bu hareketimiz de bize bir başka tetikleyici olacak zaten. İkinci gün ise kimseler tutamaz bizi. Tutmasın da zaten. Düşünelim ve yapalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.01.2015

Not: Bu yazıyı yazmam için vesile olan Sn. Cahit Büyükkanber’e teşekkürlerimle.




2 Mart 2015 Pazartesi

UMUT ETTİM ama BEKLEMEDİM

En dibe vurduğumuz anlarda hep sımsıkı sarıldığımız UMUTlarımız. Pandora’nın kutusunda diplerde kalan o tek duygu. İyi ki de kalmış. Onsuz olmuyor, olmasın da. Hayata yine ve yeniden gülümseme sebebimiz çünkü. Ve bence her yeni gün; umut etmemiz için en güzel vesile.  

Yunan mitolojisindeki öyküsünü bilirsiniz. Hayli manidardır. Zeus, güzeller güzeli eşi Pandora'ya evlilik hediyesi olarak çok özel bir çömlek hediye eder. Tek şartı kapağının hiç açılmamasıdır. Merakına yenik düşen Pandora fazla dayanamaz ve kapağı açar. Hatasını anladığında kapağı yeniden kapatır ama olan olmuş; kibir, öfke, kıskançlık gibi tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlamıştır. Ancak rivayete göre dipte bir duygu kalmıştır ve o da UMUT’ tur. Yunan mitolojisindeki ismiyle Elpis. Genç bir kadın olarak resmedilen bu tanrıça sayesinde; insanların sonsuza değin sürecek umutsuzluktan kurtulduğuna inanılır.

Gerçekten de öyle değil midir?

Gün geliyor karanlık bir tünelin ucundaki ışık hüzmesine benziyor umutlarımız; karanlığa alışmış gözlerimizin dikkatle üzerine odaklandığı.

Gün oluyor çatlamış topraklarda, her şeye rağmen filizlenen bir tutam yeşillik gibi içimizi kıpır kıpır yapıyor.

An oluyor; kar yığınları arasından, narin boynunu gökyüzüne uzatan kardelen misali içimizi ısıtıyor.

Umutlarımız.

Her dem tazeler. Her dem inatla ‘’Ben buradayım ve güçlüyüm.’’ diyerek fısıldıyor adeta kulaklarımıza.

“Hayat olan yerde umut da vardır.” demiş çok eski yıllarda; Romalı yazar Marcus Tullius Cicero.

O halde bize düşen, umutlarımıza sahip çıkmak, koruyup, büyütmek olmalı.

Peki ya beklentilerimiz. Hangimizin yok ki? Ama beklentiler tehlikeli. Hele bir de dozunu ayarlayamıyorsak vay halimize. Düşünsenize özellikle de başkalarından ne çok şey bekliyoruz. Hatta bazen işi inada bile bindiriyoruz. Umuttan o kadar farklı ki.

Umut, bir şeyin olmasını isterken ya da tahmin ederken içimizde oluşan güven duygusu. İçinde sabır tohumlarını taşıyan ve tersine kanıtlar olduğu halde, olabilirliğe olan inancımız.

Öyle naif bir duygu ki aslında. Kırılgan, hassas ama görünmez bir güce sahip. Ben umutlarımızın sevgimizle beslendiğini düşünenlerdenim. O nedenle narin olduğu kadar dirayetli. Erdemin ışıltısını taşıyor sanki.

Beklenti ise arzuladığımız sonuca, hedefe ulaşmayı istemek. Elbette önce kararlılıkla ve cesaretle yolumuzu belirlemek. O yolda emek harcayarak tüm şartları hazırlamaya çalışmak. Kendimizi buna hazır hissettikten sonra da, kalben isteyip akışa teslim olmak.

Ama dikkat; akışa engel olacak şekilde ısrarla, inatla sürekli düşüncelerde tutmak değil. ‘’Mutlaka olsun.’’ diye diretmenin bize bir şey kazandırmadığı gibi, içimizi fazlasıyla yıprattığı bir gerçek.

Kısacası beklentimize olduğundan fazla anlam yüklememeye, yani sınırını iyi belirlemeye dikkat etmemiz gerekiyor. Beklentimiz olmadığında yaşanacak hayal kırıklıklarını minimize etmek adına.

Hepimiz hayatın rutin döngüsündeki çalkantıları minimumda tutmak, sıkıntıları tolere etmek ve yaşama değer katma çabasındayız. İşimiz, çevremiz, arkadaşlarımız, ilerideki hayatımızla ilgili beklentilerimiz var. Kendimize belirlediğimiz süre içinde elimizde olmasını arzu ettiğimiz güzellikler bunlar. Aklımız ve kalbimizden gelen desteklerle o süreci yaşıyoruz. Bazen uzun sürüyor, bazen kısa. Bazen hiç olmayacakmış gibi karamsarlığa itiyor bizi. Bazen de unuttuğumuz herhangi bir anda karşımıza çıkıyor ki, en çok da o anlarda mutluluğun zirvelerinde hissediyoruz kendimizi.

Kendiliğinden, gönülden isteyerek vermek çok özel bir duygu bana göre. İnsana kendisini çok da iyi hissettiriyor aynı zamanda. Ama unutmayalım ki karşılığı almak. Hal böyle olunca; istemesek da kendimizi beklenti girdabında buluyoruz galiba. Özellikle ikili ilişkilerde, duyguların yoğun olduğu anlarda çokça kapımızı çalıyor bu duygu.

Şöyle bir düşünelim mi? Biz pek çok şeyi; evet hiçbir karşılık beklemeden yapıyoruz gerçekten de. Ama bir an geliyor ki, üzülüyoruz. Peki neden dersiniz? Çünkü iç sesimiz ‘’Olmamalıydı, bunu hak etmedin.’’ diye bağırıp duruyor.

İşte o zaman anlıyoruz gizliden gizliye beklenti içinde olduğumuzu. Dürüstçe itiraf edelim ki, hepimiz yaşıyoruz böylesi duyguları. Yaşamaya da devam edeceğiz.

İşte bu yüzden, mutluluğu direkt olarak beklentilere, hele hele başka birilerine bağlamak bence yanlış bir seçim. Hep söylediğimiz gibi mutluluk anlarda, şimdinin ışıltıları arasında. Kısacık. Yaşanılası. Sadece bizim avucumuzun içinde, dünyaya bakan gözbebeklerimizde. Hepsi bu.

Elbette hayat içinde; çok zorlandığımız yaşam karelerimiz ve unutamadığımız anlarımız var hepimizin. Görünmez bir elin yakamızdan tutup karanlıklara çekmesi gibi; bizi güzelliklerden ayırmaya çalışıyor adeta. İşte o anlarda sevgimizle beslenen umudumuz hep kalbimizi ısıtsın ne olur.

‘’Ruhumuzu geceye çeviren her şey, ardında mutlaka birkaç da yıldız bırakacaktır.’’ der  ünlü Fransız yazar Victor Hugo.

Hepimiz biliyoruz ki yıldızlara kolay sahip olunmuyor. Sabırla ve olan her şeye şükürle durabilirsek eğer; ardından güneş doğarken; biz daha da güçleneceğiz yaşam karşısında. Ve belki de yıldızları saçlarımıza iliştireceğiz. Başkalarının yaşamlarına da pırıltı katmak adına. Ben buna tüm kalbimle inanıyorum.

Bana göre hayatın her süreci yaşam içindeki mutluluk nedenlerimize vesile. Farkında olabildiğimiz ölçüde tadına varmak gerek. Umutsuz kalmadan, akışa uyarak, sevginin pırıl pırıl ışığında. Azla yetinerek. Elimizdekilere şükürler ederek. Her dem taze UMUTlarımızla.

Umutlarımızı sevgiyle koruyup büyütelim ki; mucizelerin o muhteşem ışıltısı hayatımızı rengarenk yapsın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.01.2015






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...