28 Ocak 2015 Çarşamba

BİREY OLMANIN MÜTHİŞ GÜCÜ

‘’İnsanoğlu bir gün, virgülü kaybetti. Söyledikleri birbirine karıştı. Noktayı kaybetti ardından. Düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları. Ünlem işaretini kaybetti bir günde. Sevincini, öfkesini, bütün duygularını kaybetti. Soru işaretini kaybetti bir başka gün. Soru sormayı unuttu. Her şeyi olduğu gibi kabul eder oldu. İki noktayı kaybetti bir başka gün. Hiçbir açıklama yapamadı. Hayatının sonuna geldiğinde; elinde sadece tırnak işareti kalmıştı. İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.’’

Çağımızın ünlü yazar ve ressamlarından Rus kökenli Alex Kanevsky‘e ait bu satırlar.

Özgürlüğünü kaybetmiş, korkular içinde yaşayan, KENDİ KALP sesinden ziyade; çevresindekileri dinleyenlerin durumunu ne güzel özetliyor.

Önceliğin kendimizde olduğunu, duygu ve düşüncelerimizle değerli birer varlık olduğumuzu hatırlamadığımız sürece; tüm noktalama işaretlerini kaybedeceğiz. Dolayısıyla duygu ve düşüncelerimizi de.

Oysa birey olmanın gücü MUHTEŞEM.

Ne yapıp edip bu gücün farkına varmamız gerek diye düşünenlerdenim.

Hepimiz kocaman bir zincirin halkalarıyız. Bir şekilde birbirimizle bağlantı halindeyiz. Bu anlamda her birimize düşen görev, donanımlı birer birey olmaya çalışmak. Sıradan bir kişi olmanın çok ötesine geçmek.

Çoğumuz kişi ile bireyi aynı kabul ediyoruz. Gerçek tanımlarını bilmediğimiz için belki de.

Uzmanlar hepimizin doğduğu anda KİŞİ olarak kabul edildiğini; BİREY olabilmek içinse zihinsel, ruhsal, duygusal anlamda olgunlaşmamız gerektiğini belirtiyor.

Birey;
*Sadece aklı ile değil; vicdanı, kalbi ve saygısı ile tam bir bütün.
*Bakış açısı alabildiğine geniş, insanlık yanı ağır basıyor.
*Kendine özgü niteliklerini sevgiyle harmanlayıp herkes için kullanmasını biliyor.
*Kaliteyi yaşam biçimi haline getirirken; zarafetin çizgisinden ayrılmıyor.
*Öz irade ve öz güven sahibi.
*Öz sorumluluk almaktan korkmuyor.
*Gerçekler karşısında ne yapacağını biliyor.
*Korkularına yenik düşmeyi sevmiyor; mücadeleye her dem hazır olması gerektiğinin bilincinde.

Her biri harika özellikler, öyle değil mi? Eksik yanlarımızı tamamlamak, var olanları daha da güzelleştirmek gerek. Üstelik tüm bunları sevginin o tılsımlı gücüyle yapabiliriz.

Siz ne dersiniz? Yeter ki kalpten isteyelim.

Birbirimize sevgi ile kenetlendiğimizi; saygı ile de zincirimizin pasını aldığımızı düşünüyorum. Toplumu oluşturan sıradan kişiler olmaktansa, birey olup kendimize has yaratıcılığımızla fark yaratmamız lazım.

Her birimiz özeliz. Her birimizin kendine has öyle güzel nitelikleri var ki… Ah bir fark edebilsek, ah kıskançlıkları bir yana bırakıp alkışlamayı öğrenebilsek. Başardıklarımız karşısında biz bile hayrete düşeceğiz eminim ki.

Kararlarının arkasında cesurca duran, naif, kaliteli yaşamı kendisine hedef koyan birer birey olmak öyle güzel ki. Tadını bir kez alsak, asla bırakmayacağız zaten.

Gelin gerçeklerle yüzleşme cesaretine sahip olalım. Korkmayalım. Ancak o zaman şartları kabul edip, değiştirme gücüne sahip olabiliyoruz. İnkar ederek kolaya kaçtığımızda ise korkular eşliğinde özgürlüğümüzü de kısıtlıyoruz. Sorumluluğu hep başkaları alsın istiyoruz.

Oysaki birey olmanın en temel göstergesi değil midir öz sorumluluk almak? Bahaneler ardına saklanmadan, başkalarını suçlamadan.

Kendimizi kandırmayalım. Hepimiz alabildiğine güçlü, hızlı, özgür, deneyimli, yetkili; ama bir o kadar da sorunsuz olmak istiyoruz. Yaptıklarımızın sorumluluğunu almayı reddediyoruz. Hal böyle olunca samimiyeti, esnekliği, dürüstlüğü, kendimize ve diğer canlılara saygıyı giderek kaybediyoruz. Buna bir son verip gayret göstermediğimiz sürece de; birey olmanın engebeli yollarında tökezliyoruz. Egomuzun baskın sesini kısalım artık. Bütünün hayrını gözetmeyi öğrenelim beraberce. Hem de bir an önce.

Şimdi yapmamız gereken şey hedefimizi belirlemek yani; odak noktamıza kaliteli birer birey olmayı koymak. Ardından da yürek sesimizle hareket etmek.

İşte o zaman tüm duyularımızla hedefimizi aydınlatacağımızı düşünüyorum. Gerisi artık biz fark etmeden gelen ve hedefimize kilitlenmiş adımlar, düşünceler olacak. Zor değil. Bu uğurda törpülenmemiz, değişmemiz gerekiyorsa da varsın olsun. Ben bu çabaya değeceğine ve hepimiz için değerli bir yol olacağına inanıyorum.

Donanımlı ve kaliteli bireylerin el ele verdiği bir dünya hepimizin olsun dileğimle. Güzelliklerin devamı, umut dolu bir gelecek ve huzur için buna ihtiyacımız var.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.10.2014









21 Ocak 2015 Çarşamba

ALTI ÜSTÜ bir BENLİK-EGO

Daha önce defalarca yazdım, paylaştım. Altı üstü bir benlik ama bize öyle şeyler yaptırıyor ki. Farklı bir bakış açısıyla yine ele alma zamanım gelmiş.

İçimizdeki en tehlikeli yanımız belki de. Latince ego’dan geliyor. Benlik  ya da ego. Her ikisini de sıkça kullanıyoruz aslında.

Zihnimizde üç katman halinde bulunuyor. ID (Alt benlik), Ego (Benlik), Süper ego (Üst benlik).

Alt benliğimiz; temel ve en ilkel benliğimiz. Cinsellik ve saldırganlık dürtülerinden oluşuyor. Zevk ilkesine göre çalışıyor. Bu bölümde dürtü ve bencillik söz konusu. İsteklerimiz hemen olsun ve haz elde edelim diye kapıda bekliyor.

Kişiliğimizin psikolojik yanı olan egomuz ise bir hakem gibi adeta. Uygun olanlara yeşil, olmayanlara kırmızı kartını çıkarıyor. Bu denetlemeyi yaparken; kişisel güvenliğimizi sağlamayı hedef alıyor. Sosyal çevreden gelen uyarıları değerlendirirken bizim uyumumuzu düşünüyor. Algılıyor, seçiyor, denetliyor, gerekirse süzüyor, düzenliyor ve bize sunuyor. Tıpkı bir yönetici gibi. Mantıklı, akılcı, pratik ve gerçekçi.

Süper egomuz ise bizim vicdani yanımız. Her iki katmandan gelen isteklerin, toplumsal değerlere uygun olup olmadığına bakıyor. Uygunsa izin veriyor, değilse bilinçaltımıza atıyor.

Özetle; üçü el ele bir arada çalışıyor.  

Böylece bizim duygu, düşünce ve davranışlarımız belirleniyor. Tıpkı farklı fiziksel özelliklerimiz gibi; birbirinden tamamen farklı duygu ve düşüncelerimizle yaşamın içindeki varlığımızı koruyoruz. Hiç birimiz bir diğerine benzemiyor. Hatta kardeşler bile. İşte bu farklı özelliklerimizle dünyayı ve olayları farklı algılıyor, farklı tepkilerde bulunuyoruz.

Dolayısıyla hepimiz farklı yapılanmış, tamamen kendimize has bir kişilik geliştiriyoruz. Elbette doğuştan kazandığımız genetik özelliklerimize bağlı olan bir yanımız var. Micazımız yani huyumuz. Büyürken çevreden kazandığımız ve eğitimle şekil alan karakterimizi ise unutmamak gerek. İşte kişiliğimiz bunların üzerine inşa ediliyor. Sonuçta birbirimizden tamamen farklı kişiler olarak toplumda yerimizi alıyoruz.

Kimimiz daha duygusalız. Yaşantımızı duygularımızla ifade etmeye meyilliyiz. Kararlarımızda duygu ağır basıyor. Mantıklı düşünmeyi pek tercih etmiyoruz. Kolay inciniyoruz. Daha hassas ve kırılganız. Bir o kadarda şefkatli, hatta bazen çocuk yanımızla çılgın.

Kimimiz için akıllı ve mantıklı olmak daha önemli. Meraklı olduğumuz için analiz yapmayı seviyoruz. Düşünmeden hareket etmek bize göre değil. Duygularımız ikinci planda.

Bir de duygularını davranışlarıyla gösterenler var. Sevgilerini, öfkelerini, sıkıntılarını… Konuşmaktansa eylem içinde olmak daha kolay onlar için.

Uzmanlar bunun bilincinde olup, hangi taraf aşırıysa onu diğerleriyle dengelememiz gerektiğinde hemfikirler. Her şeyde olduğu gibi yine bir denge hali söz konusu. Hepsinden yeteri dozda kullanmayı bilmek. Hiç birinde aşırıya kaçmadan akışa uyum sağlamak. Böylece daha kolay anlamak ve anlaşılmak.

Tüm bu süreçte benliğimizin katmanları devrede elbette. Hangi katman daha baskınsa kişiliğimizde onun tınıları kendini gösteriyor.  Alt benlik baskınsa zevkini ve kendini düşünen bir kişilik söz konusu. Egonun baskın hali; hem kendisini hem de çevresini düşünüp ona göre davranan insan kişiliğini oluşturuyor. Süper egonun baskın olması ise; ortaya utangaç, duygularını içinde yaşayan, toplumsal değerleri fazlasıyla önemseyen bir kişilik portresi koyuyor.

Sonuçta ortaya egoyu aldığımızda, ne alt ne de üstten yana fazla ağır basmamasına dikkat etmek gerek. Peki bu durum bizim elimizde mi?

Evet kalıtımsal değerlerle, çevresel faktörlerin arkasına saklanarak; tüm olumsuz yanlarımızın suçunu onlara atabiliriz. ‘’Elimde değildi.’’ diyebiliriz. Ama hayır. Ben bir noktaya kadar yaşantımızın anlarından kendimizin sorumlu olduğuna inananlardanım. Ortada düzeltilmesi gerekli bir olumsuzluk varsa tamamen bizimle alakalı.

Şöyle bir düşünelim isterseniz. Fark ettiğimiz noktada düzelteceğimiz, törpüleyeceğimiz yanlarımız hiç mi yok? Elbette var.

Elimizdekilere şükürle, yapabileceğimizin en iyisini yapmaya çalışmazsak; bize bizden başka kimsenin gerçekten yardım edemeyeceğini anlamak istemezsek; vay halimize. Kısırdöngüde, giderek daralan çemberler arasında; ne zaman özgürlüğümüzü kazanacağımızı bekleyerek ömür tüketiriz sadece.

Güç bizde.
Düşüncelerimizde.
Duygu ve davranışlarımızda.
Farkındalığımızda.
Kabulümüzde. 
Egomuzu dengede tutmakta.
Nasıl mı?

Düşüncelerimize biraz nükte katabilmek, hayatın o sert köşelerini yumuşatacak diye düşünenlerdenim. Bu nedenle nüktedan kişileri bir başka severim. Zekalarını konuştururken, fark ettirmeden en güzel dersi verirler.

Nasrettin Hoca’nın evlatları değil miyiz hepimiz? Ama ne çok zaman oldu değil mi gülmeyi unutalı? Evet yaşam zorluğu. Evet dünya gerçekleri. Evet bunca acı varken ortalıkta; ‘Kim, nasıl gülsün?’ diyorsunuz; biliyorum.

Oysaki zihnimizi ve düşüncelerimizi olumlu tutabilmek için gülümsemek gerek. Yeri geldiğinde kendimize gülebilmek bile ne kadar güzel. O anda karamsar gri bulutlar, pembe mavilerle yer değiştiriyor çünkü. Sonra da her yere yayılıyor.

Hadi gelin son satırları ünlü Hintli düşünür Osho’ya verelim. Onun satırlarıyla egomuzun ve katmanlarının baskın yönlerini törpülemek kolaylaşacak diye düşünüyorum.

‘’Kendine gülmek; egoyu ortadan kaldırır ve dünyevi hayatında seni daha şeffaf, daha tasasız bir hale getirir. Eğer kendine gülebiliyorsan; başkalarının sana karşı gülüşleri seni rahatsız etmeyecektir. Aslında bu bir işbirliğidir. Sen ne yapıyorsan, onlar da aynısını yapıyordur, neşelenirsin. Başkalarına gülmek egoistçedir. Kişinin kendisine gülmesiyse mütevazice.’’

Çok mu zor? Yapamaz mıyız? Daha şeffaf ve tasasız olmak adına deneyebiliriz bence. Zorlansak da pes etmek yok.

‘’Değişim ancak ve ancak yapmaya alışık olduğumuz her şeyin aksini yaptığımızda gerçekleşir.’’ diyen ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho ile son noktayı koyma zamanıdır şimdi.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.02.2014





14 Ocak 2015 Çarşamba

BİR DÜNYA ANANAS

Yine bir video açılımı. İzlediğimde içimdeki yazma ve paylaşma isteğini durdurmam mümkün değildi.

Kısacık bir öykü. Ama çarpıcı. Tam bir hayat dersi.

Bir anne kızın arasında geçiyor.

Yer Uzak Doğu.

Sıradan bir gün.

Çalışan bir anne karşımızdaki. Okumamış. Ananaslar tüm dünyası olmuş neredeyse. Tek bildiği şeyi yapıyor. Sert kabuğunun altında inanılmaz bir lezzet ve koku saklayan bu harika meyveyi; şekilli olarak soyup satıyor.

Hayatın engebeli yokuşlarında her an mücadele halinde. Çünkü yaşamının en değerli varlığına, kızına bakmak zorunda. Ancak öğrenmeye hevesli kızına herhangi bir şey öğretirken, sorularını yanıtlarken zorlanıyor. Bilgileri, sözcükleri sınırlı. O nedenle tek bildiğini yapıyor ve kızına doğru bir rol model olmayı seçiyor.

Gelin bu güzel yaşam dersine yakından bakalım. Kendisi ananasları maharetle soyarken, kızını da tezgahının başına, tam yanına alıyor. Eline bir bıçak veriyor. Ve adım adım o sert kabuklarla olan mücadelesini gösteriyor.

Ananas artık; hemen hepimizin tanıdığı egzotik bir meyve. Özelliği, içi kadar kabuklarında saklı. Çünkü hem sert hem de oldukça kalın bir yapıya sahip.  Bu nedenle usulüne uygun kesilmesi gerek. Eğer yöntemini bilmiyorsanız; ziyan etmeniz, o müthiş lezzet damlalarını boş yere akıtmanız ve hatta elinizi kesmeniz an meselesi. Bu anlamda anne harikalar yaratıyor.

Anne kız, önlerine koydukları birer bütün ananası adım adım işlemeye başlıyorlar. Anne elindeki bıçakla önce sap kısmını kesiyor. Kızından da aynısını yapmasını bekliyor. Ardından meyvenin kabuklarını yavaşça kesmeye başlıyor. Annesini birebir kopya eden kız başarıyla gülümsüyor annesine. Kabukları soyulan ananasa şekil bile veriyorlar beraberce. Ve hemen dilimleyip, satılacak şekilde tezgaha diziyorlar. Tüm bunları yaparlarken; anne, kızını keyifle ve sessizce izlemeyi ihmal etmiyor.  

Yoksulluk zordur. Özellikle anne baba olarak; yavrularının minicik isteklerini dahi karşılayamıyor olmak; yürekleri yangın yerine çevirir. İşte annenin böylesi bir anı var karemizde. Kızı, elinde çantasıyla okula gitmeye hazırlanırken aniden duruyor. Az ilerde seyyar bir dondurmacıya takılıyor masum gözleri. Çocuklar dondurmacının çevresini sarmış. Neşe içinde aldıkları dondurmaları yiyor her biri. Sevimli kızı ise sadece yutkunuyor. Yavrusunun sessiz çığlığını duyan anne, çaresiz. Tezgahta kızına dondurma alacak kadar bile parası yok ne yazık ki.

Anne yüreği işte. Aynı gece, yavrusu yatağında uyurken; kestiği birkaç ananas dilimini çubuğa takarak buzluğun içine saklıyor. Ertesi gün donmuş ananas dilimleriyle kızına harika bir sürpriz yapıyor.

Kızı keyifle ananasını yerken de; beğenip beğenmediğini soruyor. Kızı tadının çok güzel olduğunu söylediğinde yüzünde güller açıyor adeta. Hatta ananasları bu şekliyle satmaları gerektiğini söylediğinde önce şaşırıyor. Ardından bu harika fikri hemen uygulamaya koymak için kolları sıvıyor. Annesi, kızının satması için üç dilim ananas hazırlayıp, taşıyabileceği bir buzluk kabına yerleştiriyor.

Küçük kız heyecanlı. Hemen yola çıkıyor. Pazara vardığında; yanından gelip geçenlere ananaslı dondurma isteyip istemediklerini soruyor. Akşama kadar deniyor ve maalesef bir tane bile satamadan eve geri dönüyor. Yorgun ve üzgün bir halde.

İşte o anda annesi; pazara yeniden gitmesini ve satıcıları gözlemlemesini istiyor. Onların nasıl satış yaptığını görürse; kolaylıkla satabileceğine inandırıyor minik azimli yüreği. Küçük kız yeniden pazara dönüyor. Tek tek satıcılara bakıyor. Önlerine koydukları yazılara, fiyat ve satış şekillerine dikkat kesiliyor. Ertesi gün yine heyecanla pazara koşuyor. Üstelik çantasının önünde kendi eliyle yaptığı resim ve fiyatlarıyla beraber.

Kendinden emin bir tavırla ve gülümseyerek ananaslı dondurmalarını tanıtıyor gelip geçene. Bir iki derken, ananaslı dondurmalarını rahatça satmaya başlıyor. Derken işini büyütüyor. Ve bir bisiklet ediniyor. Bisikletinin önüne yerleştirdiği çantasıyla daha uzaklara gidip, okul çocuklarına dondurma satmayı hedefliyor. Aradan geçen zaman diliminde; kornasıyla dikkat çekecek kadar da işin de ustalaşıyor.

Kızının her adımını uzaktan izleyen annesi; deneyimlerden öğrenmesi gereken ne varsa öğrendiğini ve kendi çözümlerini üretmekten mutluluk duyduğunu gururla izliyor. Bir gün kendisi olmadığında; kızının kendi ayakları üzerinde duracağından emin, gururlu.

‘’En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.’’ diyor Amerikalı siyasetçi Malcolm X. Bir anne olarak buna yürekten katılıyorum. Biz anne babalar çocuklarımızın aynasıyız. İyi bir rol model olup, çocuklarımızdaki şaşırtıcı gelişmeleri izlemenin keyfi, hepimize nasip olsun dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.11.2014



7 Ocak 2015 Çarşamba

ADANMIŞLIK DUYGUMUZ (2/2)

Yazımın bu son bölümüne adanmışlık durumuna örnek olacak minicik bir öyküyle başlamak istedim.

Çin tarihinde Konfüçyüs’den sonra gelen ve insanların doğuştan iyiliği konusuna odaklanan ünlü filozof 
Menfüçyüs’e ait. Uzun yıllar önce; Çin’deki en iyi satranç ustasıyla ilgili öykümüz. Adanmışlığın hafif tınıları var sadece, ama ders niteliğinde sonu.

Günlerden bir gün bu ünlü usta, iki öğrenciye ders vermeyi kabul eder.  Önemli satranç teknikleri verdiği derslerinde; öğrencilerden bir tanesi son derece ilgili ve dikkatlidir.  Konuya tamamen kendini kaptırmış bir halde ustasını izlemektedir. Diğer öğrenci ise dinliyor görünmesine rağmen; dikkatsiz ve ilgisizdir. Aklı dışardadır. Pencereden dışarıya baktığı bir anda, göldeki bir kuğu ilgisini çeker. Elinde ok ve yay olduğunu, vurup bir güzel pişirdiğini hayal etmeye başlar. Dersten tamamen kopmuştur.

Kendine geldiğinde, hala sınıfta ve ustasının karşısında olduğunu fark eder. Üzgün bir şekilde ustasını 
dinlemeye çalışır. Ta ki pencereden başka bir kuğu görene değin. Yeniden hayallerine geri döner. Sonuçta dersten bir şey anlamadığı gibi, dersin bitiminde aklının hala hayalinde olduğunu fark eder.

Bu durumu gözlemleyen ancak sesini çıkarmayan usta; dersten sonra öğrencilerine satranç maçı önerir. Özenle ustasını dinleyen dikkatli öğrenci tüm teknikleri kullanırken; kuğu hayaliyle dersi hafife alan öğrenci kaybedene kadar hep savunmada kalır. Başarı, kendine ayrılan süreye ve anlatılan bilgilere kendini adayan öğrencinindir.

Maç sonunda ustanın ağzından dökülen sözler ise hayli anlamlıdır. “Eğer bir işe tek yürekle kendinizi adamazsanız, hiçbir beceri öğrenemezsiniz.”

Hayatımızda buna benzer öyle çok detay yaşadık ki hepimiz. Ama şimdi geçmiş sorunlarımıza bir çizik atalım. Her ne yaptıysak yaptık. Üzülmek geçmişi geri getirmiyor. Tek çare var o da silkinmek. Başarma arzusunu hücrelerimizde duyumsamak. Sevgiyle yola koyulmak. Elimize aldığımız her ne ise özenle hamurunu karmak. Üzerine mutluluk ışıltılarından serpmek. En iyiyi hedeflerken, adanmışlık duygumuzu beslemek. Bu keyifle, negatif ne kadar duygu varsa hepsinin birer balon misali sönüşlerini izlemek.

Şimdi sorarım size. Güçlü, dirençli, pozitif bir ruh haliyle; koşulsuz saygıda ve adanmışlık duygusunda kalıyor olmanın tadına doyulur mu? En mükemmel her ne varsa bizimle artık. Mutluluğu aramıyoruz. Çünkü mutluluğun tam içindeyiz. Hazıra konmayı beklemiyoruz. Çünkü özgüvenimiz ve cesaretimizle hayallerimizin peşinden koşma gücüne sahibiz. Üstelik bu hayaller bencillik kokmuyor. Hepimizin ışıltısına katkı sağlıyor. Ruhumuza nazikçe dokunuyor. Besliyor.

Son yıllarda yapılan araştırmalar göstermiş ki; her ne yapılıyorsa içinde adanmışlık duygusu varsa eğer; sonuç muhteşem oluyor. Kendimizi tam olarak vermek; ama o hassas terazi dengesini şaşmadan. Kendimizi yıpratmak da yok; karşımızdakinin özgürlüğünü kısıtlamak da. Sınırlar ve alanlar belli. Sadece sevginin en üst sınırındayız.

Özellikle çocuklarımızı yetiştirirken, buna özen göstermemiz gerek. Çünkü genelde hatayı burada yapıyor gibiyiz. Kendimizi tamamıyla onlara adamak değil; benim anlatmak istediğim. O zaman ne kendimize hayrımız olur; ne de çocuklarımız, ayakları üzerine sağlam basabilen, özgür birer fert olarak toplumda yerini alır. Çocuklarımızın kendini bulmasını istiyorsak, bu hassas çizgiye dikkat etmemiz önemli.

Aynı durum adanmışlık duygumuzun söz konusu olduğu her alan için geçerli elbette. İş hayatından tutunda, sosyal hayata ve beraberliklere kadar her şeyde DENGE gerekiyor.

Hayatımızın kontrolü tamamen bizim elimizde olmalı. Bedenimizle, ruhumuzla, zihnimizle ve kalp sesimizle verdiğimiz her kararın arkasında korkusuzca durabilmeliyiz. Kendimiz akışta, dengede ve uyumda olursak; adanmışlık duygumuz da hassas dengesini hep korur diye düşünüyorum. Kullandıkça  da keskinleşir, gün be gün gelişir. Siz de bana katılır mısınız?

Her zaman rüzgarın estiği yöne doğru olsun hayat akışımız. Ters yönde direnişe geçmektense; akışta olmak; denge ve kabul için en güzel çözüm. Adanmışlık duygumuzu bilemenin de tek yolu.

Yaşam amacımızı besleyen sevgi dolu çevremiz daim olsun. Daim olsun ki bizler de başkalarının yaşam amaçları için benzer ışıltıları yaratma gücüne sahip olalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.11.2014



ADANMIŞLIK DUYGUMUZ (1/2)

Kabul etmemiz gerekiyor ki zor bir kavram. Yanlış biliyoruz belki de çoğumuz. Aşırı fedakarlık şeklinde ele alıyoruz. Kendini adamakla karıştırıyoruz. ‘Saçını süpürge etme.’ deyimiyle bir tutuyoruz. Hatta hatta ‘Fikri sabit’ olarak mimliyoruz.

Oysa adanmışlık duygusu çok daha naif ve hassas. Son derece de derin bir duygu.

Evet bağlılık ve samimiyet duygusu içeriyor.

Evet bolca özverisi var. Ama beklentisi minimum düzeyde. Karşımızdaki nesneye ya da kişiye verdiğimiz önemin, sunduğumuz değerin ismi.

Kendi içinde bulunduğumuz durum önemini kaybediyor, adanmışlık duygusu söz konusu olduğunda. O anki şartların iyi, kötü ya da zorlayıcı olup olmamasına aldırış etmeden; karşımızdaki kişiyi yüceltebiliyorsak; sevginin bir adım ötesindeyiz artık.  Önce ‘ben’ demeden, onun için yüreğimiz çarpıyorsa ve o vefayı kararlı bir şekilde koruyorsak bravo bizlere.

Evet kendimizden veriyoruz. Belki zamanımızdan, belki enerjimizden, belki birikimlerimizden. Ama içinde öyle yoğun bir sevgi var ki, her şeye bedel. Kendimizi yıpratmıyoruz. Üstelik biz kullandıkça eksilmiyor, fazlasıyla dolduruluyor yeri.

En önemlisi verirken karşımızdakine batmıyor, o hassas ruhunu incitmiyor. Kafasında soru işaretleri bırakmıyor. Tam tersi kendisini mutlu ve güvende hissediyor. Bir zarar görmeyeceğini biliyor çünkü. İçi rahat. Yarı yolda kalma endişesinden uzak. Çok sevildiğinden, düşünüldüğünden emin. Yapılan her ne ise sonradan yüzüne vurulmayacağını, bu anlamda üzülmeyeceğini biliyor. Ve alabildiğine özgür.

Ne güzeldir bu duyguyla çevremizdekileri sarıp kucaklamak.

Kendisine olan sevgisinden emin; başkalarını ve iyiliklerini düşünmek.

BENden öte BİZ diyebilmek.

Dileklerimizi yürekten isterken, ‘Sadece ben’ demeden hepimiz için isteyebilmek.

Tüm bunları düşünebiliyorsak; iyi insan olmanın o ışıltısı bol kulvarındayız artık.

Adanmışlık duygumuzla yaşama yerleştiğimiz, BİZ olduğumuz için gökkuşağının renklerini görmek için çaba harcamıyoruz. Hepsini içimizde yaşatıyoruz çünkü. Paylaştıkça zenginleşiyoruz.

Böylesine elit bir toplumda yaşıyor olmanın keyfi ve huzuru nerede var ki? Geleceğe umutla bakarken, çocuklarımızı korkmadan mutlulukla yetiştirmek ne büyük bir gurur düşünsenize. İçimizdeki o güçlü sesi korkusuzca birleştiriyor; bir araya gelen sevgilerin pembe sarmalından ışıltı hareleri yaratabiliyoruz.  Adanmışlık duygusunun güzelliği içimizi sarmış çoktan.

Kelimelerin sihirli gücüyle böyle güzel tablolar yaratabiliyorsak eğer; kalbimiz ve sevgimizle çok daha güzelini ve fazlasını hayata geçirmemiz an meselesi. Yeter ki inanalım. Yeter ki gönül verelim. Yeter ki sözlerde, satırlarda kalmasın.

Birimiz ‘Daha yararlı neler yapabilirim?’ diye düşünürken; bir diğerimiz ‘Nasıl fark yaratabilirim?’ diye beyin hücrelerini zorlasın. Ve en önemlisi adanmışlık duygusunun naif tınıları HEPİMİZİN YÜREĞİNİ alabildiğine doldursun.

Bu bir görevse evet hepimize düşüyor. Çünkü giderek artan eksiklikler, haksızlıklar, can yakmalar bir süre sonra bizleri en iyiyi hedeflemekten, adanmışlıktan alıkoyuyor. İlişkilerin sağlam olmasına, güzelliğe ve kaliteye önem vermeden; günü kurtarmanın peşine düşüyoruz. Gelişigüzel, baştan savma, geçici her işimiz. Olumsuzluklar arttıkça sıradanlığa razı oluyoruz. Enerjimiz düştükçe düşüyor. Sevgisi buram buram tüten özen, tutku, çoşku hiç biri yok artık hayatımızda. Sezgisel gücümüzü, zekamızı parlatacak heyecanımız da. Sadece kendimizi düşünürken, nerede kaldı adanmışlık? Aklımıza dahi gelmiyor haliyle. Koşulsuz saygıdan fersah fersah uzaklardayız.

Böyle bir yaşamı hangimiz hak ediyoruz sorarım size? Hiç birimiz. O halde dur deme zamanı geldi de geçiyor. Hatalarımızdan ders almamız gerek. Tıkanıp kalmış becerilerimizin, durgunlaşmış zihnimizin ve körleşmiş zekamızın pasını atmamız lazım. Nasıl mı? (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.11.2014
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...