28 Mayıs 2011 Cumartesi

GECEYE PARANTEZ AÇMAK


‘’Gece yarısı uyanmak geceye parantez açmak gibidir.’’ Bu cümleyi TV’de bir dizi filmin kareleri içinde yakaladım. Duyduğum anda beni çok etkiledi. Devamı şöyleydi. ‘’Eğer sen keyifliysen, gecenin sessizliğini ve görüntüsünü istediğin renklerle ve seslerle doldururusun. Ama eğer keyifsizsen acıdan kurtul diye uykudan ve geceden kaçarsın.’’ Ne kadar doğru.

Gece olup başımızı yastığımıza koyduğumuzda, tek dileğimiz deliksiz rahat bir uyku uyumak ve ertesi güne sağlıkla uyanmak elbette. Ama o uykular her zaman istediğimiz gibi uyunmuyor ki. Ruhen ve bedenen çok yorgun olsanız bile kafanızda onlarca düşünceyle kendinizi yatağa bırakırsanız, gece yarısı aniden uyanmanız ve daha sonra saatleri tek tek saymanız içten bile değil.

Önünüzde uyumak için ayırdığınız uzunca bir süre vardır, ama o yumuşacık yastığınız, mis gibi yatağınız bir anda iğneli fıçıya dönmüştür adeta. Bir o yana, bir bu yana döner durursunuz istemsizce. Sonuç nafile. Beyninize üşüşen düşünceleri yok saysanız da uykunuz kaçmışsa eğer, geri gelmesi sanki mucize.
İşte siz de gece yarısı uyanıp gecenin en karanlık saatlerine parantez açmışsınızdır çoktan. Güzel ve heyecanlı biten bir günün ardındaysa kaçan uykularınız, yüzünüze gelip yerleşen tebessümlerle adeta çiçek açar geceniz. Ama zor, mücadele dolu ve bir de keder yüklüyse, acılar sarar dört bir yanınızı. Bir anda her yerinizin ağrıdığını hissedersiniz sanki. Asıl ağrıyan ruhunuzdur oysa ki.

Gecenin en derin sessizliğinde kulaklarınızı tırmalayan belki vicdanınızın sesidir, belki de duymayı hiç ummadığınız kişilerin söyledikleri. Hepsi beyninize hücum etmişken, adeta elinizi kolunuzu bağlamışken rahatlamak, renkli rüyalara dalmak sizin neyinize? Sabahı sabah edersiniz, saatler geçse sabahın ilk ışıkları görünse de yataktan kalksam artık diye geçirirsiniz içinizden. Ama kötü geçen günün ardından, uykusuzluk sizi öyle bir hale getirmiştir ki bedeninizi yataktan kaldıracak gücü bulmakta zorlanırsınız.


Oysa ki keyfiniz yerindeyken geceye parantez açtıysanız bir kuş gibi hafif kalkarsınız yatağınızdan. Yeni günün tüm güzelliklerini görür, an’ları fark edersiniz. Pencerenizi açtığınızda içeriye dolan mis gibi temiz havayla beraber içiniz kıpır kıpır olur. O anda sizden mutlusu yoktur. Çünkü gecenin sessizliğini istediğiniz seslerle doldurmuş, görüntüsünü  en sevdiğiniz renklerle boyamış ve rüyalarınızda dinginliği bulmuşsunuzdur çoktan.

Mutlu, huzurlu ve dinlenmiş olarak yataktan kalkmak gibisi var mı? Hem böylece yeni güne gülümseyerek bakmak, iyi şeyler olacağını hissetmek çok daha kolay. Keyifli geçirilen bir günün sonrasında gecenin kopkoyu karanlığında güzel rüyalara dalmak da cabası. Tüm bunlar birbirini sırayla izleyen bir film kareleri ve hepsi rengarenk. Aralarında zaman zaman görüntüsü bozuk ya da yanmış kareler olduğunda ise bu güzel akışı durduruyor. Geceye açılan parantezlerdeki keyifsizlik ve uykusuz çırpınışlar, ertesi güne yansıyor ve o filmin karesinin rengini de yok ediyor.

O nedenle hep pozitif, hep sevgi dolu ve gülümseyerek bakabilmeli hayata. Biten günün ardından geceye aktığımızda tüm olumsuz düşünceleri olumlularla yer değiştirmeye çalışmalı. Kötü olayları yok saymalı, hatta başarabiliyorsak hayal ettiğimiz şekilleriyle zihnimizde tutmalı. Gerekirse bozulmuş tüm film karelerini tek tek boyamalı. Tüm bunları yaşam hanemize renk getirmek adına yapmalı. Peki gerçekleştirmek kolay mı? Biliyorum ki değil ama olsun, denemekten ne çıkar?

Geceye açılan parantezleriniz hep dingin, hep keyifli ve film kareleriniz her zaman istediğiniz renklerle boyalı olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.05.2011 

23 Mayıs 2011 Pazartesi

HAYATIN EN GÜZEL PAYLAŞIMI – DERTLEŞMEK elbette DOSTLARLA




İnsanların yoğun hayat stresi içinde ihtiyaç duyduğu en doğal davranış şekli bence.

Dertleşmek…

Üzüntülerini, kederlerini, korkularını, hatta sırlarını hiç tereddüt etmeden bir solukta anlatabilmek.

Sevgisini, gözlerindeki ışıltıyı, kalbinin hassaslığını, yüzündeki tebessümü 
hissettirebilmek.

Güven duymak.

Varlığına, yanında, yakınında, kalbinde olduğuna her defasında teşekkür etmek.

Sırf bu yüzden çok şanslı olduğunu hissetmek.

Hatta giderek artan sevgisinin nazarlara geleceğinden korkmak.

Peki ama kiminle ya da kimlerle?

İşte buna hiç tereddüt etmeden kolayca cevap verebiliyorsanız ve o anda yüzünüze tatlı bir tebessüm eşlik ediyorsa ne mutlu sizlere!

‘’Dertleşmek; birine derdini anlatmak değil, iki kişinin karşılıklı olarak birbirlerine dertlerini anlatıp bu yolla dertlerini hafifletmeye, ruhlarını sağaltmaya çalışmaları demek değil midir?’’ diye özetliyor Feyza Hepçilingirler ‘’Yıldızların Suya Döküldüğü’’ isimli Türkçe günlükleri kitabında.

Yıldız Moran’ın ‘’Eşanlamlı Sözcükler ve Karşı Anlamları’’ sözlüğünde ise şöyle bir tarif var: Dertleşmek; akıl danışmak, çene çalmak, görüşmek, halleşmek, hasbihal etmek, hoşbeş etmek, laflamak, muhabbet etmek, sohbet etmek, söyleşmek.

Hayatın bu özel ve keyifli paylaşımını çok iyi anlaştığımız, sevdiğimiz dostlarımızla, arkadaşlarımızla, hayatımızdaki o özel insanlarla yaptığımızda; tüm yüklerimizden, tüm sıkıntılarımızdan arınıyor, etrafımızda olup bitene daha bir duyarlı yaklaşıyor, güzelliklerin daha bir farkına varıyor, kısacası hayatı daha çok seviyoruz. Öyle değil mi?

Hemcinslerimiz ya da karşı cinslerimiz olsun hiç fark etmez. Yeter ki karşımızda bizi biz olduğumuz için seven, değişmemizi beklemeyen ve aradaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun kalbindeki sıcaklığı, sevgisinin tınılarını hissettiren  arkadaşlarımız olsun. Sayılarının çok olması da gerekmez. Elini elinizden, yüreğini yüreğinizden eksik etmeyen bir iki tane sıcacık kalp bulunsun yanınızda yörenizde, sırtınız kolay kolay yere gelmez. Bilirsiniz ki en zor anlarınızda onlar hep yanı başınızda olacaklar. En mutlu zamanlarınızda sizinle birlikte sevinip, mutluluğunuzu kat be kat artıracaklar. Kederli anlarınızı ve gözyaşlarınızı ise bir sünger misali içlerine çekerek sizi hafifletecekler.

İşte bu yüzden dertleşme ihtiyacı hissettiğimiz o naif anlarımızda bizi biz olduğumuz için seven gerçek dostlar, sıcacık kalpler aranır. Çünkü dostluk, Emre Kongar’ın ‘’Kızlarıma Mektuplar’’ isimli romanında belirttiği gibi aslında ‘’yaşam boyu en zor yakalanan ilişkidir. Başkalarıyla, onların size hissettikleri dostluk duygusuna aynı biçimde karşılık verildiğinde geliştirilen bir ilişkidir. Karşılıklı sevgiye, saygıya ve güvene dayalı dostluk ilişkisi yılların geçmesi ile insanların birbirlerini tanıması ve tartmasıyla oluşan güven duygusu etrafında meydana gelir.’’ Ne kadar doğru.

Belki de bu yüzden kalıcı dostluklar kolay bulunmuyor ve etrafımızdaki arkadaşlarımızın sayısı çok olsa da gerçek dostum diyebileceklerimizin sayısı bir elin parmaklarına dahi yetişemiyor. Çünkü dostluk emek istiyor, geniş bir kalp ve sonsuz bir sevgi ile anlayış bekliyor.

Yalnızlığınıza merhem gibi gelen, yürek sızılarınızı alan gerçek dostlarınız, buram buram sevgi kokan bakışları ile gönüllerinizde rengarenk çiçekler açtırır. İçinizin pozitif enerji ile dolmasını sağlar, sadece varlıkları bile içinizi çoşturmaya, gününüzün güzel geçmesine sebeptir.

Bir dostla paylaşılan birkaç saatin tadı, lezzeti öyle güzeldir ki bu güzellik tüm gününüze yansır. İçtiğiniz çayın ya da kahvenin tadı damağınızda, yaptığınız sohbetlerin tınıları kulaklarınızdayken; yüzünüze gelip yerleşen çocuksu tebessümle kendinizi bir terapi seansından çıkmış kadar dingin ve huzurlu hissedersiniz.

Aranızda bir kıskançlık, bir çekememezlik, bir haset olmadığı için her şeyinizi paylaşırsınız cesurca. Paylaştıkça çoşar, çağlarsınız karşılıklı. O birliktelik saatleri hiç bitmesin istersiniz. Ayrılık saati yaklaştığında bir sonraki sohbeti çoktan  özlemeye başladığınızı fark edersiniz.

Gelin bu noktada Gretchen Rubin’in ‘’Mutluluk Projesi’’ isimli eserine ve aldığı notlara göz atalım.

*Araştırmalar önemli bir konu üzerinde konuşabileceğiniz beş ya da daha fazla arkadaşınız varsa, kendiniz ‘’çok mutlu’’ olarak tanımlama olasılığınızın yükseldiğini gösterir.

*Dostlarla güzel ilişkiler insanların moralini yükseltir.

*İnsanların samimi ve uzun vadeli ilişkilere ihtiyacı vardır; başkalarına içinizi dökebilmeniz, bir şeylere, bir yerlere ait olmanız gerekir.

*Sosyal bir ağ inşa etmekte olduğunuzu hissetmek size enerji ve rahatlık verir.

*‘’Yirmi dört erdemden yaşam tatminini  en iyi öngörenlerinin kişiler arasında yaşananlar ‘’ olduğunu gösteren çalışmalar pozitif psikolojinin süper starları olarak anılan Ed Diener ile Martin Seligman tarafından ortaya çıkarılmıştır.

*Yine aynı anlamda Epikuros şöyle der; ‘’Bilgeliğin kişiye tüm yaşamını mutluluk içinde sürdürmesi için sağladığı şeylerin arasında en büyüğü şüphesiz ki dostluğa sahip olmaktır.’’

Son sözü  Emre Kalcı’ nın ‘’ Her Mektubu Görülmüştür ‘’ isimli romanından birkaç satırla yapalım mı? ‘’Yeryüzünde bir kalbe yaklaşmanın, gökyüzünde bir yıldıza ulaşmaktan daha sahici olduğunu düşündüm hep, elimdekine hep bu yüzden sıkı sıkı tutundum...’’

Size de sıkı sıkı tutunacağınız ve ömür boyu kaybetmeyeceğiniz dostluklar ve onlarla keyifli sohbetler  diliyorum. Bu keyifli paylaşımlarda yüzünüzdeki tebessüm hiç eksik olmasın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.05.2010

4 Mayıs 2011 Çarşamba

TV’yi GERÇEK YAŞAMA TAŞIMAK


Vurdulu kırdılı filmler, cep telefonunu açmadı diye vurulanlar, berdelin sonunda aşık olunacağına inananlar, mermilerin havada uçuştuğu bol aksiyonlu sahneler, dayak yiyenler, ezilenler, aldatılanlar, aldatanlar, yüksekten düşüp ölmeyenler, onlarca kurşun yiyip sağ kalanlar, …

Hepsi birer dizi film ve hepsi içerikleri ile konularının işleniş biçimiyle, oyuncularının yüksek performansları ile hepimizi az ya da çok etkiliyor. Ancak toplum olarak yeterli eğitim düzeyine sahip olamadığımız için olsa gerek bu filmler toplum içindeki şiddeti, yozlaşmayı artırıyor. Filmi seyredip kendisini o karakterle özdeşleştiren ve ardından silahına, bıçağına sarılıp ortaya çıkan çoluk çocuk, genç, yetişkin o kadar çok ki aramızda. Bir anda sadece filmlerde olur sandıklarımız, gerçeğin yakıcı yüzü ile ortalığa saçılıyor. Pek çok canı yakıyor, pek çok cana kıyıyor, pek çok kişiyi mutsuzluğa sürüklüyor.

Bu anlamda medyaya düşen görevler elbette çok önemli. Aynı zamanda çıkan yasalarda var ama bunların işlerlik kazanması için zaman gerekiyor hepimize.

Yine de konular seçilirken daha seçici davranmanın önemi açık. Geniş bir kitleye hitap ediyorsanız, çok büyük bir kesimi arkanızdan sürükleyecek eserler yaratıyorsanız sadece maddiyatı  değil, manen kazandıracaklarını ya da kaybettireceklerini de iyi düşünmek ve ondan sonra karar verip uygulamaya geçirmek lazım diye düşünüyorum. Toplum için, özellikle çocuklar ve gençler  için zararlı olabilecek nesnelerin kullanım sıklığı, oyun gereği yaratılan rollerdeki kadın ya da erkeğin misyonu, verdiği imaj, sergilediği davranış şekli,… hepsi tek tek düşünülerek, titiz bir çalışma ile oluşturulmalı. Hep ezilen, dayak yiyen, azarlanan kadınlar, silahını belinden, ceketini sırtından eksik etmeyen kabadayılar, ağızlarından küfür eksik olmayan yetişkinler,…  ile nereye kadar gidilebilir ki? Üstelik yapılan araştırmalar böylesi filmler nedeniyle kadına, çocuğa uygulanan şiddetin arttığını, özenti nedeniyle silahına sarılanların çoğaldığını gösteriyor.   

TV’deki filmlerden, oradaki kahramanlardan etkilenen; onların film karesi içinde yaptıkları tüm sanal davranışları kendi gerçek yaşamlarına katmaya çalışan o kadar çok insanımız var ki bizim…  Bu nasıl bir ruh haliyse, adeta o film kahramanı ile özdeşleşiyor; onları, yaptıklarını, tavrını, davranışlarını aynen kendi yaşamlarına katıyorlar.

Bakın bu konuda Dr. Ümit Yazman neler diyor; ‘’Sosyal adalet duygusu, manevi değerler, hakkın doğruluğu ve dürüstlüğün yara almasına sebep olan bu diziler sayesinde toplum olarak denge bozulmaya başlar. Herkes kendini başarıya götürecek yolu mübah sayar ve toplum değerleri erozyona uğrar, toplumsal çöküş hızlanır.’’ Bu satırlar bizi ve yaşadıklarımızı anlatmıyor mu sizce de?

TV’deki saçma sapan bir diziden etkilenerek, kendisini kardeşlerinin gözleri önünde eşarbıyla pencere pervazına asan kız çocuğunu unutmadık henüz değil mi? Yine kurmaca bir dövüş programını örnek alarak arkadaşını öldüresiye döven erkek çocuğunu… Duyunca insanın aklı almıyor ama bu ve buna benzer nice özentilerle örülü etrafımız.

Alt yapısı sağlam olmayan, yeterli eğitimi alamayan insanlarda özenti çok tehlikeli bir duygudur aslında. Öyle ki onu birebir uygulamaya sokar, sonrasını tartamaz, göremez. Çünkü derinlemesine düşünce gücü yeterince gelişmemiştir. Filmde olanları gerçek sanır, onların bir kurgu, bir oyun  olduğundan habersizdir. Geri plandaki kurguları bilemez ve kendi yaşantısını hiç çekinmeden filme taşır, onu adeta devam ettirir. Filmin sonundaki gibi en güçlü olacağını, mutluluğa en kısa yoldan ulaşacağını sanır.

Eğitimin aileden ve küçük yaşlardan başlayarak verilmesinin önemi bir kez daha karşımızda. Film seyrederken onun sadece film olduğunu, gerçek hayatta olmayacağını bilmek gerek. Evet çoğu film hayattan kareler taşıyor, yaşantılardan esinlenerek kurgulanıyor, ama sadece o kadar. Yani yaşantılardan alıntı yaparak film yapmak ne kadar doğruysa, film karelerinden esinlenip gerçek hayata yansıtmak birebir uygulamaya çalışmak da o derece yanlış.

TV dizileri sadece hoş zaman geçireceğimiz, bilgi dağarcığımıza bir şeyler katacağımız, bazen gülümseyip bazen gözyaşı dökeceğimiz esintiler. Büyük emeklerle hazırlandığını elbette unutmamak lazım, ama hepsi bir ekranın önünde oynanan oyunlardan ibaret o kadar. Gerçek hayat ise bizi, çevremizi, hepimizi ilgilendiriyor.   Filmi keyifle izlemek ama bittiğinde gerçek yaşama dönebilmeyi becermek lazım.

Ne diyelim, canlar daha çok yanmadan, mutsuz insan sayısı gün be gün artmadan bu kötü etkileşimler dursun. Hayatımıza daha çok güzellikler ve gerçek canlar yaşamlar taşınsın. Beyaz camın büyüsünden yavaş yavaş sıyrılmanın vakti geldi geçiyor. Üstelik dışarıda mis gibi bir bahar mevsimi varken; kendimize, sevdiklerimize daha çok vakit ayırmak, yaşamdan alınacak lezzetleri tek tek tatma vakti.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

Mayıs 2009 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...