27 Aralık 2020 Pazar

DEĞİŞİME DİRENMEK mi?


Bugün yolumuz Amerika’nın ikinci en büyük ve kalabalık ülkesi olan Honduras’a düşsün ister misiniz?

Satırlarımla beraber dünyada bir benzeri daha olmayanı bulmak isterseniz benimle gelin.

Honduras, Pasifik Okyanusu ile Karayip Denizi'ne kıyısı olan bir Orta Amerika ülkesi.

Kendine has bir yapısı ve kültürü var.

Yılın her dönemi sıcak ve çok nemli. Dolayısıyla yağışı bol.

Özellikle yağmur ormanları, fırtına ve kasırgaları ise pek meşhur.

Ülkenin güneyinde Choluteca bölgesinde akan bir nehir var.

İsmini geçtiği bölgeden almış.

Choluteca Nehri.

1996 yılında bu nehir üzerine bir asma köprü yapılmasına karar verilir. Ancak köprünün bölgedeki zorlu hava şartlarına uzun yıllar dayanacak şekilde tasarlanması ilk şarttır.

484 metre uzunluğundaki köprünün yapımını bir Japon firması üstlenir.

Ülkenin iklime şartları gözetilerek seçilen malzemeler ve teknoloji ile inşa edilen köprü, 2 yıl sonra halkın kullanımına açılır.

Gerek tasarımı gerekse işlevselliği ve sağlam yapısı ile açıldığı günden itibaren kullanan herkesin hayran olduğu köprü; Choluteca bölgesine gurur ve mutluluk taşır.

Gel zaman git zaman bir sonbahar günü, Honduras peşini hiç bırakmayan kasırgalardan birisi ile daha tanışır.

Tam yedi bin kişinin hayatını kaybettiği Mitch Kasırgası.

Dört gün süreyle bitmek bilmeyen yağmurlar ve fırtına ülkeyi adeta yerle bir eder.

Aşırı yağışlar yatağında akan Choluteca nehrini kabartır. Tüm bölge sular altında kalır.

Ülke genelinde pek çok bina ile beraber yollar ve köprüler yıkılır. Tam bir felakettir yaşanan.

Peki Choluteca köprüsüne ne olur dersiniz?

Diğer köprülere nazire yaparcasına ilk yapıldığı gün gibi sapsağlam ayakta kalır. Ancak onunla bağlantılı olan yolların tümü tahrip olmuştur. Daha da ilginç olanı ise artık köprünün altından akan bir nehir de yoktur.

Kasırga sonrası incelemede bulunanlar gördüklerine inanmakta hayli zorlanır. Önceden köprü altından akan nehrin yatağını değiştirdiğini ve yanında açılan yepyeni bir yatağa taşındığını hayretle fark ederler.

Evet ellerinde sağlam bir köprü vardır gelin görün ki köprü hiçbir yere ulaşamaz. Ona varan ve ondan ayrılan yolları da yoktur.

Yaşanan kasırga sonrası doğada meydana gelen değişikliğe direnmiş ama hem nehrini hem de işlevselliğini kaybetmiştir.

Şimdilerde Choluteca köprüsü, dünya üzerinde altından değil yanından nehir akan tek köprü olarak anılıyor.

Eminim ki buradan çıkan ders niteliğindeki noktayı yakaladınız.

Evet haklısınız, yaşanan değişimlere ayak uydurmak ya da inatla direnmek.

Duruma ve oluşan şartlara göre; sağlam ve güçlü olmanın bazen işe yaramadığını; direnmenin ve uyum sağlayamamanın bambaşka şeyleri yok edeceğini fark edebilmek gerek.

Günümüzde özellikle ünlü konuşmacılar ve yaşam koçları, bu köprünün öyküsünden yola çıkarak; değişime uyumun önemini vurgulayan sohbetler düzenliyor.

Gerçekten de etrafımızdaki her şey değişim gösteriyor.

Kimi hızla değişirken kiminin değişimi yıllar içinde oluyor. Ama sonuçta değişim kaçınılmaz.

Aslında hayatın kendisi değişiyor. Bizlerle beraber.

Peki bizler ne yapıyoruz?

İnatla değişime direniyor muyuz yoksa uyum sağlamayı seçip akışına mı bırakıyoruz?

Hangisinde daha çok zorlanıyoruz?

Tüm bunlar kendimize soracağımız sorular elbette. Yanıtları ise kendi özümüzde saklı.

‘’Zekanın ölçüsü değişebilme yeteneğidir.’’ diyen Alman asıllı bilim insanı Albert Einstein’a hak vermemek elde mi?

Bu anlamda değişime ayak uydurmayan, sağlam durmak adına yeniliklerden kaçarak eski düzenine sarılanların işi hayli zor.

Var olan problemleri çözemiyorsak onları değiştirebileceğimizi unutmamak gerek belki de. Bu da bir çıkış yolu sonuçta.

Son satırları milattan önceki yıllarda Efes'de yaşamış olan filozof Herakleitos’a bırakalım mı?

"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

30.09.2020

Kaynaklar:https://www.a3haber.com;https://routes2resilience.org

 

 

 

 

2 Aralık 2020 Çarşamba

SI-KIL-DIK

Gün geçmiyor ki bir kişinin ağzından bu sözcüğü duymayalım. Hatta sadece etrafımızdakilerden değil; kendi içimizden de yineleyip duruyoruz sessiz çığlıklarımıza yükleyerek.

‘’Sıkıldık.’’

Evet doğru.

Dünyaca yaşadığımız olağanüstü şartların getirdiği kısıtlamalar, özgürce yaşam hakkımıza saldırı gibi geliyor.

İstediğimiz gibi dışarıya adım atamıyoruz.

Gezemiyoruz.

Sevdiklerimizle buluşamıyoruz.

Kucaklaşamıyoruz.

Sımsıkı sarılıp kalp sıcaklığımızı hissedemiyoruz.

İstediğimizi alırken dahi her şeyden uzak durmaya çalışıyoruz.

Öncelikle kendimize sonra da başkalarının yaşam hakkına olan saygımızdan, maskeyle nefes almaya çabalıyoruz.

Keyfi olan her şeye ara vermek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Bunu ihlal etmenin başkalarının sağlığını hiçe saymak olduğunun da farkındayız.


Böyle davranmayan, umarsızca, arsızca gününü hoş geçirmeye çalışanlara içten içe kızgınlık da duyuyoruz.

Üstelik insan davranışlarını inceleyen uzmanlar, hissettiğimiz her duygunun bastırılmadan yaşanmasından yana.

Hepsi kabulüm. Ama sıkılmayı anlamakta zorlanıyorum bazen.

Çünkü unutmamamız gereken tek bir gerçek var.

O da sağlıkla nefes alıp uyandığımız her günün, bizlere şükür edilesi kocaman bir hediye olduğu.

Eğer güne sağlıkla başlayabiliyorsak; hiç birimizin sıkılmaya, şikayet etmeye, bencil davranmaya, egoistlik yapmaya hakkı yok.

Çünkü tüm bu zorlu yaşamın, kaosun ve bilinmezliğin içinde; canını hiçe sayarak çalışan, sevgiye ve meslek aşkına sığınan kocaman yürekli sağlık görevlileri var.

Onlar yaşadıkları maddi manevi yoksunlukları arkalarında bırakıp; bizlere güvenli bir dünyanın kapılarını yeniden aralamak için mücadele ediyor. Gecesini gündüzüne katıyor. Yorgunluğunun, yoksunluğunun ve özlemlerinin arkasına sığınmıyor.

Peki bizler ne yapıyoruz?

Keyfimizce yaşayamadığımız için sıkılıyoruz.


İşte benim kabul etmekte zorlandığım nokta burada. Çünkü ben inanıyorum ki her birimizin, kendisi ve başkaları için yapabileceği yararlı şeyler mutlaka var.

İlk adımı söylememe izin verin lütfen.

Sıkılmayı bir kenara bırakalım.

Sonunu göremediğimiz bu devasa zorluğun içinde yaşarken, saygımızı koruyalım.

Gerekmedikçe, sadece canımız istiyor diye, sadece sıkıldık diye, keyfi olarak dışarıya çıkmayalım.

Maskemizi kurallarına uygun takalım. İnanın o kadar kolay ki.  

Mesafemize her yerde dikkat edelim.

Temizliğe gereken ihtimamı gösterelim.

Sonraki adımlar ise; her birimizin gönlünden geçenlere, bu güne değin hayata geçiremediğiniz hayallerimize kalmış.

Üretmenin, paylaşmanın basamaklarında hepimize yer var.

Unutmayalım ki yaşama uyum gösterdiğimiz ve gerekli kurallara saygıyla uyduğumuz sürece daha iyi bir dünya gerçeğine inanabiliriz.

Özgürce nefes alacağımız, sevgi dolu kucaklaşmalar yaşayacağımız ve tüm özlemlerimizi gidereceğimiz anların yakın olması umudumla.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

01.12.2020

 

 

 

 

 

16 Kasım 2020 Pazartesi

AMAÇLARIMIZ NEREYE KOŞUYOR?



Uzmanlar amaçlarımızı iki kategoriye ayırmış.

Bir tanesi hedonistik yani dışsal amaç.

Diğeri eudaimonik yani içsel amaç.

Bizler her iki amaç için de delicesine koşuşturuyoruz. Günleri aylara, ayları senelere bağlıyor ve soluklanmadan kendimize koyduğumuz hedeflere kilitleniyoruz.

Peki tüm bunları yaparken bizim amaçlarımız nereye koşuyor hiç düşündünüz mü?

Hangi amaca daha çok ağırlık veriyor ve besliyoruz?

İçsel mi?

Dışsal mı?

Elbette ikisi de gerekli. Ama önceliklerdeki denge oldukça önemli.

Bu konuda pek çok araştırma var.

Onlardan bir tanesi New York’un özel araştırma merkezlerinden birisi olan Rochester Üniversitesi’nde yapılmış.

Burada son sınıf öğrencilerine gelecekle ilgili hedefleri, amaçları sorulmuş. Verilen yanıtlar içsel ve dışsal amaç başlığı altında sınıflandırılmış.

Zengin olmak, şöhrete kavuşup ün kazanmak, başarı merdivenlerini hızla tırmanmak, herkesin beğendiği kadar güzel olmak gibi kavramların yanında; daha çok bilgi sahibi olmak, başkalarına yardım elini uzatmak, hatalarından ders alıp kendini geliştirmek gibi amaçlar arda arda sıralanmış o genç beyinler tarafından.

Aradan yaklaşık iki yıl gibi bir süre geçtikten sonra anket yeniden ele alınmış. Değerlendirilmiş.

Anketi dolduran ve amaçlarını sıralayan öğrenciler tek tek bulunmuş. Amaçlarına ulaşıp ulaşmadıkları, geçen yıllar içinde beklentilerine kavuşup kavuşmadıkları sorgulanmış.

Nasıl bir sonuç çıkmış dersiniz?

Para, zenginlik, ünlü olmak gibi dışsal amaç peşinden koşanlar arasında gerçekten başarılı olanlar sayıca fazlaymış. Ancak hemen hepsinde ruhsal ve fiziksel anlamda bir takım sorunlar baş göstermiş. Sebepsiz baş ve mide ağrıları, kas tutulmaları, gerginlik, endişe, korku, hayattan zevk alamama gibi pek çok sorun.

Bunun bir nedeni olmalı elbette. Uzmanlar, fazla kazanmanın fazla tüketmeyi tetiklediği ve doyumsuzluğu beraberinde getirdiği görüşünde. Elde edilen hazzın etkisi kısa sürdüğü için; insan doğası gereği yine ve yeniden; bu sefer daha fazlasını istiyor. Bedenlerdeki savunma sistemi tıkanıyor. Üstelik zamanla var olan huzur da kaçıyor. Uykusuz geceler birbirini izliyor.

Tam tersine kendini geliştiren, araştıran, öğrenen, bir anlamda çevresine yararı dokunan, çokça paylaşan ve sevilen; yani içsel amaçlarına kavuşanlarda; mutluluk, huzur, yaşama bağlılık hissinin daha ağır bastığı gözlenmiş. Üstelik fiziksel sorunları da yok denecek kadar az bulgu vermiş.

Çünkü ruhlarını doyurmak için üretmişler, paylaşmışlar. Aşırı olan her şeyden özellikle tüketmekten kaçınmışlar.

Hepsi bu kadar mı dersiniz?

Hayır daha bitmedi.

İkili ilişkilerde de içsel amacı olanlar daha uyumlu ve mutlu beraberlikler yaşarken; dışsal amaca yoğunlaşanlar pek başarılı olamamış.

O halde gelin şimdi yeniden düşünme zamanı yaratalım kendimiz için.  

Hangi amaçlarımızı besliyor, hangilerini görmezden geliyoruz?

Bence içsel amaçlar bizi, kalbimizle beraber hedefimize taşırken; içimize özümüze de taşıyor. Yaşam enerjimizi tazeliyor.

Dışsal amaçlarda ise işin içine giren maddiyat, başkalarının öngörüleri, kurallar, zorunluluklar bizi bizden uzaklaştırıyor. Gerçekten yapmak istediğimiz, kalbimizin haykırdığı şeyler hep bir şekilde beklemeye alınıyor. Sonunda ya ömür geçiyor, ya da biz de o eski heves kalmıyor. Geleceği inşa edelim derken farkında olmadan şimdi’yi kaçırmak yapılan en büyük yanlış.

İnsanın kendisi olması, maske takmaya gerek duymadan kendi öz saygısıyla özgürce davranıp, amaçlarının peşinden gitmesi kadar güzel olan bir şey yok diye düşünüyorum. Öyle değil mi?

Yaşamımızın her anının bir mucize olduğunu fark ettiğimiz an öyle kıymetli ki. Şimdinin gücü bu anda saklı ne olur bunu hiç unutmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.07.2020

Kaynaklar: https://www.safaknakajima.com; Şimdi'nin Gücü - Eckhart Tolle; https://sonsoz.com.tr.



27 Ekim 2020 Salı

Yepyeni Ford Puma: Şehirli Bir SUV!

Ford’un yeni SUV otomobili Yepyeni Ford Puma; modern, şık ve cesur görümüyle dikkat çeken bir tasarımla karşımızda. Alışılan SUV tipi araç görünümü aksine fazlasıyla modern, zarif ve şık görüntüsüyle şehir trafiğinde dikkatleri üzerine çekiyor. Metropolde alışık olmadığımız kadar şık bir SUV tasarımı ile şov yapan Yepyeni Puma, asfalt zemin dışında da yüksek performansıyla şaşırtıyor.

7 ileri otomatik vitese sahip Yepyeni Puma, Ecoboost Hybrid motor teknolojisi ile çevreci ve yenilikçi bir duruş sergiliyor. Bu teknoloji gerektiğinde benzinli motorun elektrikli bir motor ile desteklenerek yakıt tasarrufuna ve uzun mesafeleri düşük emisyonla kat etmenize imkân sağlıyor. Yüksek performansına rağmen klasik motorlara göre CO2 emisyonu ciddi ölçüde düşük.


Sınıfının En Büyük Bagaj Hacmi
Zarif görünümünün aksine, sınıfının en büyük yıkanabilir bagaj hacmine sahip. 80 litrelik su geçirmez ve tahliye tapası olan ekstra bir Megabox’ı sayesinde ek depolama alanı yaratarak, özellikle sporseverler için kolaylıkla muhafaza edilebilir bir alan oluşturuyor. 
Ayrıca sadece sizin değil evcil hayvanınızın da konforu düşünülmüş ve Hayvan Dostu olarak tasarlanmış. 

Güvenlik ve Park
Teknolojik yeniliklerle donatılmış Yepyeni Puma’nın Adaptif Hız Kontrol Sistemi ayarladığınız takip mesafesine paralel olarak trafiğin akış hızına göre hızınızı ayarlayarak takip mesafesini koruyor. Olası tehlike durumlarına karşı Acil Durum Manevra Destek Sistemi,Adaptif Hız Kontrol Sistemi, Şerit Takip Sistemi ve Hizalama Asistanı gibi pek çok teknolojiyi destekleyen Ford Co-Pilot360 özelliği mevcut. Geri Görüş Kamerası, Gelişmiş Otomatik Park Sistemi, Çapraz Trafik Uyarı Sistemi ile şehrin yoğun ve dar alanlarında bile park etmeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor.



Kişiye Özel Sürüş Modu
Normal, Eco, Spor, Kaygan Zemin ve Arazi olarak 5 farklı sürüş modu var. 12.3” Dijital Gösterge Panelinde seçtiğiniz her mod için farklı bir tema rengi mevcut.
Ayrıca seçilebilir sürüş modları sayesinde gaz tepkisi, direksiyon hassasiyeti ve vites değiştirme ile ilgili tüm alışkanlıklarınıza uygun bir sürüş modu da belirleyebilirsiniz. Yepyeni Puma, sizin stilinize göre bir yol bularak size özel ve ayrıcalıklı hissettiriyor. 

İsterseniz müziğin ritmi, isterseniz mesaj içeriği!
Kalitenin karşılığı B&O Ses Sistemi teknolojisi ile 575 watt’lık ses sistemine sahip. Dijital hayattan ve telefondan kopmak istemeyenler de fazlasıyla düşünülmüş. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan isterseniz sesli komutlarla müziğinizi kontrol etmenin tadını çıkarın, isterseniz de metin mesajlarınızı Yepyeni Puma size sesli olarak okusun. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan konforlu ve güvenli yolculukların keyfini sürün.

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

22 Ekim 2020 Perşembe

AŞK MUCİZE Mİ?


Aşkı yaşayan, yaşatan ve gücüne inananlar onun bir mucize olduğunu da düşünür zaman zaman.

Kalbimizi ısıtan ama aynı zamanda aklımızı başımızdan alacak kadar güçlü olan bu duygu gerçekten de mucize mi?

Yoksa bizler onun mucizeler yaratacağına inanmak istiyor; bu anlamda önümüze çıkan büyük küçük farkındalıkları birleştirmeye mi çalışıyoruz?

Gelin bu sorunun yanıtını, eskilerden günümüze ulaşan etkileyici ve sıcacık bir aşk efsanesinde arayalım.

Çok eski yıllarda her şeye meydan okumuş bu aşk hikayesi.

Büyük bir imparatorluğun genç ve yakışıklı prensi ile raks yapan genç bir kızın öyküsünde hayat bulmuş aşkın mucizesi.

Prens, dönemin Babür İmparatoru Akbar Han’ın oğlu Salim Şah.

Hayatını raks ederek kazanan genç ve güzeller güzeli kız ise Şerif Nissa olarak doğan, Nadira Begum olarak da bilinen Anarkali.

Gün olur yolları kesişir iki gencin.

Anarkali’nin dans ettiğini gördüğü gün aşık olur genç prens. O andan itibaren töreleri, kuralları, yasakları, kendi mevkisini, babasının şanını gözü görmez.

Aradan zaman geçtikçe iki gencin arasındaki aşk alevlenir. Dedikodular alır başını gider. Hele hele prensin yasaklara rağmen rakkase ile evlenmek istemesi herkesin dilindedir.

Hanlığındaki söylentilerden hayli rahatsız olan baba Akbar Han oğlunun rakkaseyi görmesini men eder.

Gelin görün ki prensin gözü aşktan öylesine sarhoş olmuştur ki, önüne çıkan hiçbir engele kulak asmaz. Yasaklara uymaz. Rakkaseyi görmeye devam eder.

Yapılan tüm engellemeler bu iki gencin aşkını daha da kuvvetlendirir. Efsane dilden dile anlatıldıkça sınırdan sınıra yayılır.   

Baba Akbar Han, bu aşkı tamamen ortadan kaldırmanın bir yolunu arar ve sonunda acımasız bir çözüm bulur.

Önce kentin merkezine hiç penceresi olmayan küçücük bir hücre evi örülmesi talimatını verir. Bu hücrenin sadece tek bir giriş kapısı vardır. Ardından çıkarılan fermanla yakalanan rakkase Anarkali bu hücreye kapatılır.

Tüm olan biteni çaresizlik içinde izleyen prens üzgündür. Ancak verilen ceza bu kadarla kalmaz. Rakkasenin kapatıldığı hücrenin tek girişi de örülerek tamamen kapatılır.

Bundan böyle rakkase hücresinde nefessiz, ışıksız, aç ve susuz kalacaktır.

Çaresizce babasına yalvaran prens acısını gözyaşlarına döker. Perişan haldedir.

Sadece o mu?

Kentte yaşayan herkes bu büyük aşkın yok oluşuna şahitlik ederken ağlar.

Genç prens babasının bu kadar acımasız olabileceğini bir türlü kabullenemez. Bu nedenle içindeki umutla her gün rakkasenin kapatıldığı hücrenin önüne gelir. Nemli gözleriyle duvarlara bakar bakar durur.

Oğlunun gözyaşlarına, hayatını hiçe saymasına ve tüm yalvarışlarına rağmen, baba Akbar Han verdiği karardan caymaz. İnsafa gelmez.

Prens ile beraber hücrenin duvarı önüne gelip bekleşen halk bir süre sonra umudunu kaybeder. Çünkü duvar yıkılsa bile Anarkali'nin oradan canlı çıkma şansı kalmamıştır.

Peki prens ne yapar dersiniz?

O hiç pes etmez. Her gün hücrenin önünde, gözlerini duvardan bir an olsun ayırmadan tek bir mucize için bekler. Bekledikçe aşkı içini yakar kavurur. Yine de umuduna tutunur.

Gel zaman git zaman yöre halkı zor bir kış mevsimini ardında bırakır. Bahar hayatı canlandırır, her taraf renklerin ve kokuların armonisi ile donanır.

Kentin orasındaki o zalim hücre duvarının önünde ne olur dersiniz?

Minicik narin bir dal filizlenmeye başlar. Bunu gören bir diğerine aktarır. Mucizeyi duyan halk yine her gün hücrenin önüne gelip beklemeye başlar.

Derken minicik narin dal giderek güçlenir. Yeni filizler verir. Çoğalır. Zaman Nisan sonuna vardığında tomurcuk verir dört bir yanından. Ardından da çiçek açar.

Açan tomurcuklar aşkın kırmızısı narçiçekleridir. Duvarı boydan boya kaplayan bir güzelliktedir her bir çiçeği. Bu güzelim narçiçeklerini gören prens tam o duvarın önünde yaşama veda eder. Yüzünde ise aşkına kavuştuğunu gösterir gibi bir huzur ve tebessüm vardır.

Efsane bu ya, narçiçeklerinin Anarkali’nin aşkını temsil eden kalbi olduğu söylenir durur yıllarca. Her türlü imkansızlığa ve zorluğa meydan okuyan aşkın gücü fısıldanır kulaktan kulağa.

Hint dilinde Anarkali isminin, narçiçeği demek olduğu söyleyerek efsaneyi noktalayalım isterim.

İlk tomurcuklarını Nisan ve Mayıs ayında veren, en geç Haziran ayına kadar çiçek açan narçiçekleri; çarpıcı kırmızısı ile gözümüzü alır adeta.

Üstelik ateşi içinde saklayan sarının, gizemli turuncunun elini tutarken, pembenin en tatlı tonunda kendini bulduğu sıcacık bir renkte gülümser bizlere ‘AŞK MUCİZE’ diyerek.

Bu eski aşk hikayesinden etkilenmemek ve hatta efsaneye inanmamak mümkün değil. Biliyorum ki bu yazıdan sonra nerede narçiçeği görsek bu efsaneyi hatırlayacağız.

Ama bu çarpıcı efsaneden etkilenen bir başkası daha olmuş. Ve duygularını şiire dökmüş. Bir diğeri ise bu şiirden etkilenip duygularını müziğin nağmeleri ile buluşturmuş.

İşte karşımızda hepimizin aşina olduğu ve severek dinlediği o şarkı.

“Günaydınım, Narçiçeğim, Sevdiğim.’’

Beste ömrünü musikiye adamış Cinuçen Tanrıkorur’a; güfte şair Feyzi Halıcı’ya ait.
Aşkın mucizesini, kırmızı sıcağını ve gücünü bundan daha iyi ne anlatır bilemedim.

Aşkın mucizesini yaşayan ve yaşatanlara en derin saygımla.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.06.2020

Kaynaklar: https://listelist.com; belki şarkıyı dinlemek istersiniz diye https://www.youtube.com/watch?v=VcPdLcMSax4.  



14 Ekim 2020 Çarşamba

TÖREDEN GÖZYAŞI DAMLIYOR (1/2)


Toplumlarda çok eski kuşaklardan gelen, saygın tutulup kuşaktan kuşağa aktarılan, üstelik yaptırım gücü olan pek çok kültürel alışkanlık, bilgi ve davranışlar bütünü var. 

Onlar gelenekler, görenekler ve töreler. O dönemlerde yaşanan bir takım zorlayıcı şartlar bunlara vesile olmuş.

Dolayısıyla geçen yıllar içinde bir kısmı unutulurken bir kısmı varlığını devam ettirmiş. Unutulanların bazıları da yeniden hatırlanıp romanlar ve filmlerle hayat bulmuş.

Tıpkı bir Japon töresi olan NARAYAMA gibi.

Öyle bir töre ki adeta gözyaşı damlıyor her bir satırından. Çünkü içinde en hassas duyguların düğüme dönmüş çözülmezliği var. Sadece bir iki satırında bile çaresizliği ve derin acıyı hissetmeniz mümkün.

İlk defa 1956 yılında bu töreden haberdar olur dünya.

Japon yazar Shichirô Fukazawa’nın yazdığı ilk roman olan ‘Narayama Bushiko’, bu töreyi öyle etkili bir dille aktarır ki satış rekorları kırar ve ödül alır.

1958 yılında romandaki o acı gerçekler filme çekilerek daha çok kitleye ulaştırılır.

Aradan tam 27 yıl geçer.

1983 yılında bu kez ‘Ballad of Narayama-  Narayama Türküsü’ ismiyle bir kez daha sinemaya uyarlanır.

Daha sert ve çarpıcı sahneleri ile seyredenleri koltuğuna adeta mıhlar film. Uluslararası festivallerde adından sıkça bahsedilirken; aynı yıl Cannes Film Festivali'nin en büyük ödülünü kazanır.

Şimdi gelin bu törenin ne zaman ve nasıl çıktığına göz atalım. Zor yaşam şartlarının ve açlığın insana neler yaptırdığına, sevginin nasıl halden hale girdiğine, kördüğüm olduğuna şahit olalım.

19. yüzyılda Japonya’nın kuzey bölgesindeki dağ köylerinde yaşayanlar; elverişsiz topraklar, sert doğa, uzun süren kış aylarında insanın kanını donduran soğuk ve kar nedeniyle yeterli yiyecek bulamaz. Halk yoksuldur. Özellikle zirveye yakın dağ köylerinde yaşanan uzun soluklu kıtlık, o yöre halkının yaşam tarzını derinden etkiler ve akıl almaz çarelere başvurmasına neden olur.

Bizlere şu an için insanlık duygusundan uzak gibi gelen pek çok acımasız gelenek ve görenekten bir tanesi olan NARAYAMA töresi işte böyle ortaya çıkar.

Zorlayıcı şartlar nedeniyle, yaşı yetmişe gelen aile büyükleri kendi rızaları ile uzak bir dağın tepesine götürülür. Orada açlık ve soğukla olan imtihanları ölümle sonuçlanır. Bir anlamda kendilerini feda ederler. Amaç aileye daha fazla yük olmamak, var olan kısıtlı gıdayı ailenin genç nesline bırakıp, onların hayatta kalma şanslarını yükseltmektir elbette.

Burada gördüğümüz; insanın yaşama tutunmak, varlığını ve neslini sürdürebilmek için; yeri geldiğinde nasıl da acımasız ve sert bir davranış şekli geliştirebildiğine dair. Belki de bunun üzerinde ayrıca düşünmek gerek.

Gelin görün ki bu iç acıtan töreye yüzyıllar boyunca harfi harfine uyar Japon halkı. Yazgısal bir yaş olarak kabul ettikleri yetmiş yaş, onlar için törenin keskin kılıcını kuşanma vaktinin geldiği yaştır. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.07.2020

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...