25 Kasım 2013 Pazartesi

BİRDİM ÇOĞALDIM ( BİR sayısının GİZEMİ )

BİR sayısı gizemini hiç düşündünüz mü bilmiyorum. Ama matematik dünyasının gizemli sayılarına baktığımızda BİR başı çekiyor. Öyle güzel denklikler var ki benim gibi matematik severler için oldukça keyifli. Hatta bunlardan bir tanesini örnek olarak paylaşmak da isterim. Sıralamadaki ahenge dikkat ettiğimizde; insan ister istemez hayrete düşüyor.


Elbette BİR sayısının gizemi sadece rakamsal değeriyle sınırlı kalmıyor. Çünkü BİR sayısının anlamına baktığımızda; tekliği ifade etmesinin yanında çokluğu da ifade ettiğini anlıyoruz. Bütünü tek bir başlık altında gösteriyor bizlere. İşte güzellikte burada. Bazen bir ile tanımladığımız bir şey karşımızda iki, üç, on, hatta belki yüz, belki bin bile olabiliyor.

Örnek mi? Çocukluğumuzdan gelen ve hiç unutmadığımız o bilindik tekerleme gibi. 
‘’Çarşıdan aldım BİR tane, eve getirdim BİN tane. ‘’ Kıpkırmızı kocaman bir narı düşünün. Elimizde sadece bir tane tuttuğumuzu düşünürken; kesip o muhteşem tanelerine ulaştığımızda bir çoğalır ve belki yüz olur.

Bir başka örnek mi? Bedenimiz bir tane değil mi? Ama içinde organlarımız var. Daha içinde kanımız. Daha içinde hücrelerimiz, binlerce…

İşte BİRden ÇOK olmak. Elbette yazımın girizgahiydı bu bölüm. Ama şimdi gelin; duygu düşünce ve davranışlarımızdaki BİRi nasıl ÇOK yapabiliriz onun yollarını aralayalım.

Mevlana’nın torunları olarak hepimiz; onun o eşsiz hoşgörüsünün damlalarından nasibimizi almaya çalışıyoruz. Seneler önce söylediği her bir cümle ile yine ve yeniden düşünüp; kendi hayat çizgimizdeki ışıltıları artırmak tüm çabamız. Bunu yaparken de paylaşıp çoğalmak elbette. BİRken ÇOK olmak. Çoğaldıkça daha emin adımlarla, daha güvenle hayata sarılmak. Bunun için gayret göstermek. Çünkü kaliteli yaşamın yolu buradan geçiyor ve bence bize en çok bu hayat tarzı yakışıyor.

Tıpkı ünlü şair Özdemir Asaf’ın söylediği gibi;

‘’Birdim çoğaldım.
  Herkes sandı yok olandım.
  Anlasalardı benden bir parça olduklarını.
  Bu halde olmazlardı.’’

Her yeni güne elimizden geldiğince pozitif enerjiyle dolu olarak başlamak; tebessümlerin bulaşıcı olduğuna inanmak çok önemli. Çünkü bu durum önce kendimizi(BİR), sonra da etrafımızdaki insanları(ÇOK) olumlu anlamda etkiliyor. Evet belki kimine sadece kısacık bir AN dokunup geçiyoruz, kimine ise defalarca. Bir kısmının hayatımıza girmesiyle çıkması bir oluyor. Bir bölümü tıpkı bir ağaç gibi varlıklarıyla kök salıyor.

Her ne şekilde olursa olsun enerji aktarımı gerçekleşiyor ve bizler yüksek enerjiyle dokunduğumuzda; her şeyin rengi daha bir canlı, daha bir gösterişli oluyor. Bu nedenledir ki o cıvıl cıvıl pozitif enerjimiz; enerjisi düşük olan insanların yaydığı olumsuz enerjiyi sönümlüyor. Dengeyi sağlıyor.

Peki, bunu yaparken kendi enerjimiz azalıyor mu? Elbette hayır. Tam tersine pozitif enerjimizi yaydıkça olumlu geri dönüşlerin etkisiyle kendimizi adeta şarj ediyoruz. Bu konunun uzmanı değilim; ama kendi yaşantımdaki deneyimlerim bana bunu öğretti. Verdikçe azalmıyor insan. Tam tersine çoğalıyor.

BİRken ÇOK oluyor.

Paylaşımımız ister pozitif enerji olsun. İster kocaman bir tebessüm. İster sımsıcak bir sözcük ya da içten bir dilek. İsterse maddi herhangi bir şey. Gönülden verdiğimizde; hiç beklemediğimiz geri dönüşlerle öyle çoğalıyoruz ki, daha da çok veresimiz geliyor. Bu zenginliği hissetmek ise dünyanın en muhteşem duygusu bence. Siz ne dersiniz? Var mı bu güzel duygunun yerine konabilecek daha naif bir dokunuş? Bence yok.

Dr. Stefan Hawkins’in ‘’The Eye of the I ‘’ isimli kitabındaki ilginç araştırma sonuçları da bunu doğrular nitelikte. Belki çoğumuz biliyoruz artık ama; bir kez daha paylaşmak istedim kalıcı olması adına hafızamızda.

* Hayata iyimser bakan, başkalarını yargılamaktan uzak duran bir insan; düşük seviyede enerjiye sahip 90 bin insanın olumsuzluğunu tek başına dengelemekte.
* Sevgi dolu bir yaşamı olan, saf sevgi enerjisi yayan, hayata sevgi ile kendini açan bir insan; düşük seviyede enerjiye sahip 750 bin insanın olumsuzluğunu tek başına dengelemekte.
* Aydınlık, mutluluk ve sonsuz bir huzur içinde yaşayan bir insan, 10 milyon insanın olumsuzluğunu tek başına dengelemekte.
* Faziletli, beden ötesi saf ruha sahip, "bir" olmaya inanan ve bu tarz enerji yayan insan; 70 milyon insanın olumsuzluğunu tek başına dengelemekte.

Hiç de hafife alınacak rakamlar değil bunlar. Düşünsenize pozitif duygularla yeni güne başlayan bir insanın etkisini. O yüksek enerjisiyle ne kadar çok düşük enerjiyi sönümlüyor. Onların da hayata farklı ve güzel bakmalarına olanak sağlıyor. Birken iki, ikiyken beş, onken yüz olmak böyle bir şey.

Hele hele bu teknoloji ve hız çağında. Paylaşımların bu denli hızla el değiştirdiği muhteşem ortamda. İstediğimiz bilgilere anında ulaşma lüksümüz varken. Neden yazılarımızda, sözcüklerimizde bunu önemsemeyelim ki? Hep başkalarından beklemek niye? Ben yapamıyorum, bir türlü hayata olumlu bakamıyorum demek işin kolayına kaçmak değil de nedir sizce?

Her zaman tekrarladığımız gibi hayatın kıymeti ancak ANlardaki güzelliklerde saklı. Ne geçmişte, ne de gelecek endişesinde. Anları fark eden ve o güzelliklere odaklanan bir insanın tebessüm etmemesi, şükür etmemesi bence mümkün değil. Ve o bir tebessüm hiç beklemediğiniz bir şekilde bin oluyor zaten.

Evet hayatın zor yanları var ve hepimiz gün oluyor ki o incecik elekten geçerken un ufak olup dağılıyoruz. Ama hemen toparlanmak, o gücü yeniden bulmak yine bizim elimizde. İşte farkındalığın önemi. İşte kendimize güvenin şaşmaz desteği. Bize bizden başka kimse yardım edemez.

İçimizdeki çocuğu en iyi kim tanıyor? Elbette biz kendimiz. O çocuk düşüp yara bere içinde kaldığında da onu sakinleştirmek, yaralarını öperek iyileştirmek sadece bizim elimizde. Bırakalım içimizdeki çocuk hep yaramaz kalsın, hep muzurluklar yapsın. Çoşsun çoşabildiğince. Ama bilsin ki ağladığında el uzatacak sımsıcak kalp hemen yanı başında.

Kendimizi ne kadar çok seversek, ne kadar çok güvenirsek o denli enerjiyle dolu oluruz. Ve o pozitif enerjimizle pek çok insana tılsımlı dokunuşlar yapabiliriz tıpkı Dr. Hawkins’in deneyimlerinde olduğu gibi. Varsın bizim etki edebildiğimiz insan sayısı o gün için sadece beş ya da on olsun. Ne fark eder ki? Onlar da kendi dünyalarındaki o olumlu etkinin gücüyle başkalarına el uzatacaklar nasılsa. Ve damlalar çoğaldıkça akıştaki o dingin su olup ‘’BİR olup’’ evrene katılacak. 

Peki her yeni güne pozitif uyanmak bu kadar kolay mı? Evet kolay. Çünkü yeni gün yeni şeyler öğrenmek demek. Yeni gün yeni umutlar demek. Yeni gün sağlıkla nefes almamızın farkındalığı demek. Yaşayacak olduklarımıza hazırız edasıyla yataktan kalkmanın; sevgiyle kendimize bakmanın ve gülümsemenin yolu demek. Daha ne olsun?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.10.2013



18 Kasım 2013 Pazartesi

DUYGULAR KAYIPTIR! ARANIYOR

Yaşam boyu içimizdeki pek çok duyguyla baş etmeye çalışıyoruz her birimiz. Yeri geliyor nefretten arınmaya, affetmeye yöneliyoruz. Yeri geliyor içimizdeki öfkeyi bastırmak adına en olmadık yöntemlere başvuruyoruz. Öyle zamanlar oluyor ki korkunun o içimizi ürperten tınılarını duymaktan bitap düşüyor; bir an önce kurtulmak adına çalmadık kapı bırakmıyoruz.

Kalp kırgınlıkları yaşıyoruz. Her defasında daha çok acısa da canımız, duygularımıza söz geçiremiyoruz. Gün geliyor stresin o koyu gri bulutundan gözümüz hiçbir şey görmez oluyor. Yaşam enerjimiz adeta sıfırlanıyor. Güzel olan şeyleri fark edemeden kocaman bir günü, bazen günleri hatta haftaları yok edip tüketiyoruz bencilce.

Bir kez duygularımız kontrolden çıkmaya görsün, biz biz olmaktan uzaklaşıyoruz belki de. Hem kendimizin hem de çevremizdekilerin hayatını çekilmez hale getirirken; ne mantık, ne akıl yeterli kalmıyor maalesef, içimizdeki dalgaları dindirmeye.

Gelecekle, sevdiklerimizle ilgili kaygı ve endişelerimize ne demeli peki? Geçmişi sorgulayan, unutulması zor pişmanlıklarımız ve keşke’lerimiz de öyle. Hepsi nasıl da bize has, öyle değil mi?

Güzel günlerimiz de var elbette. Gün geliyor aşkın o sihirli dokunuşuyla burun buruna geliyor, şaşırıyoruz. Ne çok beklemiştik oysa gelsin sarmalasın, aklımızı başımızdan alsın diye. Ve şimdi o büyülü dokunuşuyla sımsıcak yaparken kalbimizi; dünya bir başka dönüyor gözümüzde. İçimizdeki şımarık çocuk sevincimizle ‘’ben çok şanslıyım’’ diye haykırıyoruz adeta yere göğe.

Velhasıl duygular… duygularımız. İyisiyle kötüsüyle hatta en zorlu olanlarıyla bir bütünüz kalbimizde. Paylaştıkça artan ve hatta azalan tınılarıyla hepsi bizim. Onlarsız var olmak ne mümkün. Bir duygudan bir duyguya salınıp duruyoruz kocaman hayat salıncağında. Düşmekten korkuyoruz bazen, kaybetmekten bazen de o anlık sevinçlerde.

Bu arada hepimiz kin, nefret, öfke, kızgınlık, keder, üzüntü gibi akla gelebilecek her türlü olumsuz duygudan da arınmayı istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki yaşam, duygularımızla paralel güzelleşiyor. Bunun için gönül yelkenimizi elimizden geldiğince saf sevginin rüzgarına bırakıyoruz. Hayata aşkla bakıp, gök kuşağının en albenili renklerinde erirken; tüm çabamız ANların güzelliğinde gökyüzündeki bulutlarda biraz daha çok kalabilmek belki de.

Duygularımızın harmanlanmış, tozu dumana katmış halinden sakinliğe ve sessizliğe doğru akarken; kendimizi yaşamın güzelliklerini bulmaya adıyoruz. Şimdinin o güzel enerjisinde, geçmişe el sallayıp, geleceğe göz kırpıyoruz. Hangi duygumuz daha ağır basarsa yüreğimiz o tarafa meylediyor ama; olumsuzluklarda dahi iç sesimizle can bulan umudumuz hiç tükenmiyor. Öyle değil mi?

Bakın Amerikalı ünlü yazar Dan Millman ne der?

"Hayatın fısıldadığı öğretileri kaçırırsak, bize uyandırma çağrısı olarak geri dönerler. Ve Tanrı bizi aradığında, telefonu açsak iyi olur. Zorluklar, evrenin dikkatimizi çekmek için kullandığı yollardan biridir. Fiziksel acı, bizi bedenimizi dengelemeye çağırır. Duygusal acılar, ilüzyonlarımızın ve direnişimizin ortaya çıkmasını sağlar. Zihinsel acı, şu anın iyileştirici gücünü ortaya çıkarır. Biraz acı çekmek kaçınılmazdır. Fakat biz hayatın yumuşak uyarılarını dinlemeyi öğrendikçe, acı yok olur."

Gerçekten de ruhumuzu yaralayan tüm acı ve olumsuz duygular; bize hayatın mesajlarını dinlemeyi öğretiyor belki de. Farkındalığımızı bir anda yaşamın gerçeği üzerine döndürüyor. Ne kadar güçlü olduğumuzu anlamamızı sağlıyor. Eğer olumsuz duygulara sahipken bunları düşünebilirsek, hepsini alt etmemiz AN meselesi ve  bence denemeye değer.

Gelin bir an için bu duyguları yaşamadığımızı düşünelim. İçimizde hiç öfke olmasın örneğin, her ne yapılırsa yapılsın bize yine de kimselere kızmayalım. Nefret etmeyi aklımıza dahi getirmeyelim. Sesini hep kısık tonda tutmaya çalıştığımız egomuz da hiç olmasın mesela. Hiç acımasın içimiz. Hiç gözyaşı dökmeyelim kederden. Nasıl olurdu sizce? Biliyorum ki bu soruya çoğumuz ‘ne iyi olurdu’ diyoruz. Böylece hayatımızdaki zorluklarla daha kolay mücadele edeceğimizi, kendimizi gereksiz yere yıpratmayacağımızı bile düşünüyoruz belki de. Ama hayır. Bu duygularla beraber unutmayalım ki sevgi de yok, aşk da. Merhamet etmek de yok, neşe de. Her şey yalın, sade, dümdüz bir yol gibi. Etrafta ne bir renk var, ne de bir ses. 

Zor olmalı böylesi yaşamak. İnsan sevgiyi aşkı hissetmezse nasıl yaşar ki? Doya doya kahkaha atamadıktan, neşelenip çocuklar gibi sevinemedikten sonra. Varsın yanında diğer olumsuz duygular da olsun ne çıkar? Varsın yolumuz yeri geldiğinde dimdik bir yokuş, yeri geldiğinde karanlık bir tünel olsun. Yeter ki duygularımızın hepsi tamam ve yerinde olsun. Zorları başardığımızda, o yokuşları binbir zahmetle çıktığımızda hissedeceğimiz sevinç gibisi var mı? Ya da karanlık tünelden kurtulduğumuzda yaşayacağımız neşeye ne demeli? Kendimize olan güveni tazelemenin, en zoru başarmış olmanın o hazzını, o zirve mutluluğunu yaşamadıktan sonra ne yapalım ki hep düz yolda ilerlemeyi. Yolun sonuna varsak dahi ne sevineceğiz, ne de pür neşe tebessüm edeceğiz. Çünkü bu duyguların hiç biri olamayacak içimizde.

Bu bir hastalık aslında. Daha önce hiç düşünmediğim zor bir hastalık üstelik. Duyuları kaybetmek ve duygusuz kalmak. Ve biliyor musunuz günümüzde böyle yaşayan ne çok insan varmış. İsmine ‘duygu durum bozukluğu-blunted effect’ deniyor. Depresyon halinin farklı ve ileri bir hali. Genellikle şizofrenik hastalarda görülüyor.

Nereden mi aklıma geldi? Benim dünyaya açılan en güzel pencerem olan kitaplardan. Zülfü Livaneli’nin ‘Kardeşimin Hikayesi’nde bu hastalığın pençesindeki bir adamın hayatı öyle güzel işlenmişti ki. Ben de üzerinde düşünmeden, araştırıp bir şeyler karalamadan duramadım. Sizlerle de paylaştım ki, hayattaki her nefesimizin ne büyük bir şükür olduğunu beraberce bir kez daha hatırlayalım. Duygularımız olumsuz olsa bile bize öğrettiklerini, öğreteceklerini düşünerek ardından gelecek olumlu duygulara zemin hazırlayalım. Nasıl mı? Olumsuz duygularımız sayesinde hayatımızda en çok istediğimiz şeyleri fark ediyoruz aslında. İşte bu farkındalıkla ve hayal ettiklerimizi ancak olumlu düşüncelerimiz sayesinde kucaklayacağımıza olan inancımızla; hayatımızı iyisiyle kötüsüyle hep severek. Her şeye rağmen tebessüm olacak yüzlerimizde yine ve yeniden.

Hadi gelin bu hastalığa biraz yakından bakalım. Blunted Affect durumunda, hastanın duyuları, zekası, aklı yerli yerinde. Yani dışardan görünüşte ve günlük yaşamda her şey tamam gibi. Ama ya içerlerde? Adeta sessiz bir fırtına kopuyor aslında kimsenin bilmediği, fark etmediği. Çünkü hepimizde olan duygulardan yoksunlar. Ne aşık olabiliyorlar. Ne kıskanıyorlar. Ne pişmanlık hissediyor, ne de öfkeleniyorlar. Dostluktan da habersizler, egodan da. Sevinci çoktan unutmuşlar, neşeyi ise kör kuyulara atmışlar.

Neden mi? Uzmanlar bu tip hastaların; başlarına gelen travmatik olaylar sonunda kendilerini üzüntülerden korumak için bunu yaptıklarını belirtiyor. Ve ekliyorlar ‘’Aslında her şeyi anlıyorlar, üzerinde düşünüyorlar, hatta bedensel zevk de alıyorlar ancak manevi olarak hiçbir şey hissetmiyorlar.’’ Bir anlamda  duygulara beyinlerini kapatıyorlar.

Elbette hayatın dik merdivenleri bazen hepimizi soluksuz bırakıyor. Her şey tersine giderken, üzüntü ve keder denizinde kulaç atmaktan bitap düşüyoruz. Ama yine de her yeni güne umutla sarılıyoruz. Yeri gelip dostlarımızla ya da konunun uzmanlarıyla paylaşarak azalmasına olanak tanıyoruz.

Ancak bu tip hastalar umutlarını tamamen kaybettikleri için; daha fazla acı çekmemek adına kendilerini bir şekilde korumaya alıyorlar. Örnekler öyle inanılmaz ki. Kimisi kendi başına gelen travmatik olayları başkasına ait hissediyor. Kimisi kendini ölmüş birisinin yerine koyuyor. Kimisi kimseye dokunmuyor, dokundurtmuyor. Hepsi kendi kapalı dünyasında yaşıyor. Bir kısmı ise sadece hayvanlarla konuşuyor. Elbette çok zor bir durum ve hayatın anlamı yok denecek kadar az onların gözünde.

Yapılan araştırmalar depresyon tedavisinde kullanılan ilaçların tüketiminde belirgin bir artışın olduğunu gözler önüne seriyor maalesef. Küçük büyük herkesin ruh sağlığı tehlike sinyalleri veriyor. Tahammülsüzlük, sevgisizlik, empati yapamama hali, bencillik dört nala koşuyor sanki.

Kendini sürekli suçlayan, çaresiz, güvensiz insanlar…
Aşırı uçlarda yaşayan, inişleri kadar çıkışları da hızlı olanlar…
Heyecanlarını, yaşama azmini yitirenler…

Üzgün, ağlamaklı, omuzları çökük, tebessüm etmeyi çoktan unutmuş, anında parlamaya hazır ne çok kişi var etrafımızda şöyle bir alıcı gözle baktığımızda. Ve tüm bu negatif titreşimler bize kadar yansıyor maalesef bir su damlasının hareleri gibi. İş yerinde, sosyal yaşamda, evliliklerde yaşanan zorlukların açık göstergesi de bu olsa gerek. Birbirini anlayamama, sevmeme hali. Giderek sevgiden uzaklaşmak ne kadar tehlikeli. Hepsinin tek ilacı var oysa ki SEVGİ. Sadece SEVGİ.

Tıpkı İtalyan asıllı Amerikalı yazar Leonardo Buscaglia’nın o çok sevdiğim ve önemsediğim sözleri gibi. ‘’Sadece kalp için hasat zamanı yoktur. Sevgi tohumu sonsuza dek yeniden ekilmelidir.’’

Duygularımıza saygıyla yaklaşan, bizi gerçekten dinleyen, yargılamadan anlamaya çalışan; bizi sadece biz olduğumuz için, günahlarımızla sevaplarımızla SEVEN KALPLERLE çevrilsin dört bir yanımız. Çevrilsin ki hayatın zor yokuşlarında içimizdeki umudu beslememize yardımcı olsunlar. Olumsuz duygularımızı da sevelim artık. Onlar sayesinde kazandığımız farkındalığımıza dört elle sarılalım. ANların keyfine varalım. Ve son cümle; duygularımızın harmanında hep neşeden, huzurdan, mutluluktan, kahkahadan yana olsun salınmalarımız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.10.2013



11 Kasım 2013 Pazartesi

ANNE KAPLUMBAĞANIN GÖZYAŞLARI ( 2 / 2 )

Anne kaplumbağa yumurtlamayı bitirip, yavrularını sıcacık kumlardaki o güzel yuvalarına yavaşça bıraktıktan sonra; sıra hazinelerinin üzerini kapatmaya geliyor. Bu iş için arka yüzgeçlerini kullanıp kumu savurmaya başlıyor. Tüm tehlikelere karşı iyice saklamak için son gayretini gösteriyor aslında. Hala aç ve susuz. Hatta  gücünün son damlalarını kullanıyor. Ama o bir ANNE. Yavrularının varlığı ve emniyeti her şeyden önce geliyor, kendinden bile.

Nihayet her şeyden emin olup zemini dümdüz hale getirince, sürüklenen kabuğu ile kumu yarıyor. Sanki denizin kokusunu almak ister gibi sık sık başını kaldırıp duruyor. 
Ve denize yaklaştıkça ilginç bir şekilde dinçleşiyor. Suya vardığında yeni enerjisi, heyecanı ve görevini başarıyla yapmanın rahatlığını yaşıyor. Bir dalga üzerindeki kum tabakasını yıkayınca kızılımsı kahverengi göz alıcı kabuğu mükemmel bir zırh gibi parlamaya başlıyor. Kumun içinde ağır adımlarla, zorlukla ilerleyen deniz kaplumbağası; tuzlu suyun yüzeyinde rahatça süzülmeye başlıyor. Denizin mavi derinliklerine dalmadan önce son kez başını kaldırıyor. Yavrularıyla vedalaşıyor. Ve bir daha geri dönmemek üzere denizin engin maviliğinde kayboluyor.

Şimdi sırada yavru kaplumbağaların hayata ‘merhaba’ deyişleri var. İşin bu kısmı oldukça dramatik. Çünkü kendilerini bekleyen bir sürü tehlike var. Her şey yolunda giderse; yumurtalar yuvada 55-60 gün boyunca kalıyor. Ancak gerek rakunların gerekse ak yengeçlerin en lezzetli yemekleri onlar. Bunlara ek olarak köpekler, kediler, yaban domuzları, akbabalar ve hatta yumurtalarını pişirip yiyen insanlar da cabası.

Kuluçka sırasında kumun sıcaklığı ise çok önemli. Çünkü kaplumbağa yavrusunun cinsiyetini belirliyor. Serin kumda erkek, sıcak kumda ise dişi kaplumbağa oluyor.

Sonunda anne kaplumbağanın değerli hazinesi yumurtaların çatlama zamanı geliyor. Güvenli yuva içindeki bebek kaplumbağa önce yumurtayı dişleriyle kemirmeye başlıyor. Birkaç gün boyunca, yumurta kesesinin içindekileri emerek yerin altında kalıyor.  Böylece yaşamak ve hayata tutunmak için gereken enerjiyi alıyor.  

Günün sıcaklığında sakin kalarak bekleyen yavrular, gece olunca hep beraber hareketleniyorlar. Kumu yüzgeçleriyle kazıyorlar. Kırılmış kabukları ve sert kumu yararken ise gerçekten harika bir takım çalışması gösteriyorlar. Belki de adına kardeş dayanışması dememiz gerekiyor. Ne dersiniz? Sonuçta aynı annenin, aynı yuvayı paylaşan canlarından söz ediyoruz.

Yuvadan başlarını çıkaran yavrular parlak ışıkları çok seviyorlar. Gecenin karanlığında gökyüzündeki ay ve yıldızların çekimine kapılıyorlar. Ancak yapay ışıklar kafalarını karıştırmıyor değil. Aralarında, sahildeki villaların ya da caddenin ışıklarına kanarak denizin ters yönüne doğru koşar adım gidenler de oluyor maalesef.

Yuvalarından denize doğru ilerlerken harcanan dakikalar ise bebek kaplumbağanın hayatındaki en tehlikeli anlar. Çünkü ak yengeçler yavrulara saldırmak için sahil boyunca parmak uçlarında yürüyor. Bu zorlu yolculukta maalesef 1000 yavrudan sadece 1 tanesi olgunlaşabilecek kadar canlı kalıyor.

Okyanusa ulaşan şanslı yavrular; denizin tadını alır almaz sürünme hareketi yerini ön yüzgeçlerinin güçlü darbelerine bırakıyor. Ve 24 saat boyunca hiç aralıksız yüzüyorlar. Bu hareket ise uzmanlar tarafından ‘yüzme çılgınlığı’ olarak adlandırılıyor.

Tehlikeli sulardan derinlere doğru gittikçe hem saklanacağı hem de besleneceği yerlere ulaşıyor. Yuvadan çıktıklarında 3 cm. olan uzunlukları yetişkin olduklarında 90 cm. olup 125-200 kilo ağırlığına varıyor. Olgunlaşıp üremeleri 20-30 yılı buluyor.

Başlarda esmer yosunlar, küçük salyangozlar, büyük plaktonlar ve omurgası olmayan canlılarla besleniyorlar. Olgunlaştıklarında güçlü çeneleri kaya ve resiflerde yaşayan sert kabuklu yaratıkları ezebiliyor. Şeker niyetine yedikleri deniz analarına ise bayılıyorlar. Giderek beslenen ve büyüyen kaplumbağalar, yaklaşık on yıl içinde bir yemek tabağı büyüklüğüne ulaşıyor. Yeniden göç etmeye başladıklarında da gövdeleri büyümeye ve ağırlaşmaya devam ediyor.

Caretta carettaların hayatı gizemlerle dolu. Anlamlı yüz ifadeleri ve öğrendikleri hiçbir şeyi unutmayan güçlü hafızaları da en belirgin özellikleri. Gagaya benzer çok güçlü bir çene yapıları var. Koku alma duyuları çok keskin. Hayatta kalma yetileri ise inanılmaz ölçüde güçlü. Akciğer solunumu yapan sürüngenlerden. Uzun saatler boyu suyun altında uyuyabiliyorlar. Ama stres ve hareket nefeslerini tutabildikleri süreyi belirli ölçüde kısaltıyor. Doğal düşmanları köpekbalıkları ve insanlar. Tekne pervaneleri, balık ağları ve okyanus atıkları başlıca yok olma nedenleri.

İşte bu nedenle bin bir eziyet ve zahmetle dünyaya gelen yavruların sadece küçük bir bölümü, yuvalama döngüsünü tekrarlamak için yetişkinliğe erişiyor. Yapılan araştırmalar, dünya çapında sayılarının hızla azaldığını ve bu nedenle duyarlı olunması gerektiğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor. Çünkü uzmanlar; dünya okyanuslarında kilometreler kat eden deniz kaplumbağalarının; deniz ve kıyı ekosisteminin dengesi için tamamlayıcı bir role sahip olduklarını belirtiyor.

Çocukluğumuzdaki kaplumbağa ile tavşan masalını hepimiz biliriz. Biliriz de hayat yarışında hep zamanla yarışırcasına koşarız yine de. Oysa ki yaşamın aslında hızda olmadığını zaman zaman hatırlasak; dur durak demeden koştururken bir AN dursak ve o ANA odaklansak. Yaşadığımız zorluklar elbet olacak. Gözyaşlarımız kim bilir hangi sebepten akacak. Ama o ANI yaşıyor olmamız, farkına varmamız bile bir MUCİZE değil mi sizce de? Doğa bu karmakarışık döngüyü yine de MUHTEŞEM uyumuyla bizlere sunarken; bırakın bir şeylere sahip olmayı; sadece sağlıklı olduğumuzu bilmek, yüreğimizdeki o sımsıcak sevgiyi hissedebilmek bile o kadar güzel ki. Endişeler içinde yuvarlandığımızda, bir şeylerin elimizden kayıp gittiğini gördüğümüzde hayatın da kaplumbağalar gibi yavaş ama derinden bir hazırlık içinde olduğunu hep hatırlamaya çalışalım lütfen. En doğru zamanda, en doğru şekliyle bizler için hazırlık yapıldığını bilirsek eğer; o zorlu süreci çok daha kolay atlatırız, öyle değil mi?

Şu ANda ben bu satırları yazarken ve sizler o değerli zamanınızdan ayırıp okurken fark edebildik işte bu güzelliği. O halde kocaman tebessüm etme zamanımız çoktan geldi. Yaşama dört elle sarılan, her güçlüğü sabırla yenmeye çalışan; ama minicik molalarda etrafına, doğaya, yaşamın o albenili dünyasına göz kırpanlara benden selam olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.10.2013



ANNE KAPLUMBAĞANIN GÖZYAŞLARI ( 1 / 2 )

‘’Kaplumbağaları düşünün. Şayet endişelenirseniz, dünyadan umudunuzu keserseniz, hayatın sonu üzerine derin derin düşünürseniz, size her şey yok olmaya doğru koşturuyor gibi görünebilir; ama doğa sakince kaplumbağa hızıyla gelişiyordur. Genç kaplumbağa bebeklik dönemini kabuğunun içinde geçirir. Tecrübe kazanır ve o duvarın ardından dünyanın nasıl işlediğini öğrenir. Hiç endişeleri, hiç tasaları yoktur; ama muhteşem dünya, sizin kadar onlar için de var olmamış mıdır?’’

Bu paragraf Amerikalı yazar, düşünür ve çevreci Henry David Thoreau’ya ait. Okuduğumda oldukça etkiledi beni. Gerçekten üzerinde birazcık düşündüğümüzde; MUHTEŞEM dünyamızdaki canlıların da en az bizler kadar yaşama sıkı sıkıya tutunduklarını, yeri gelip direndiklerini; ama hepsini doğanın o müthiş döngüsü içinde uyumla ve SABIRLA gerçekleştirdiklerini fark ediyoruz. Öyle değil mi?

İşte bana bu farkındalığı sağlayan ve deniz kaplumbağalarının o gizemli yaşam senfonisini sizlerle paylaşmamı sağlayan; satırlarını severek okuduğum Plaj Evi kitabı oldu. Her bölümün başında kaplumbağaların bilinmeyen yönlerine kısacık yer verilmişti. Okurken aldığım notlar ve yaptığım araştırma sonucu edindiğim bilgiler bu yazının kaynağını oluşturdu. Neden mi paylaşmak istedim? Çünkü deniz kaplumbağalarının hayat hikayeleri, yaşama karşı verdikleri mücadele ve azimleri hepimize ders olacak nitelikte. Dile kolay, neredeyse 200 milyon yıldan beri dünyamızdaki varlıklarını bir şekilde koruyan  kaplumbağalardan söz ediyoruz. Hadi gelin beraberce onların büyülü, ama bir o kadar da zorlu dünyalarına masmavi bir dalış yapalım.

Deniz kaplumbağası Latince Caretta Caretta demek. Denizde 20 yıl hatta daha da uzun süre kalıp ergenleştikten sonra; dişi deniz kaplumbağası yuva yapmak için doğduğu sahillere geri dönüyor. Erkek olanları ise yavruyken girdiği denizden ölene kadar bir daha hiç çıkmıyor. Ama anne olmak kolay mı? Yaklaşık 150 kilo ağırlığındaki kızılımsı kahverengi kabuğunu yüzlerce bereketli yumurta ile dolduran anne kaplumbağalar; yavruları uğruna önlerindeki kilometrelerce deniz yolunu hiç durmadan kat ediyor. Onları doğdukları sahillere geri dönmeye iten sebep nedir kesin olarak bilinmiyor. Tamamen içgüdüsel olabileceği gibi genlerinden kaynaklanabileceği ve hatta bir takım kokulardan ya da seslerden etkilendikleri bile düşünülüyor uzmanlar tarafından.

Sonunda hiç durmadan, aç ve yorgun bir halde, tanıdığı sulara ulaşan deniz kaplumbağası; yuvasına uygun yer ve zemin bulmak için beklemeye başlıyor. Bu dönemde hiç acele etmiyor. Yavaş ve emin adımlarla ilerliyor. Ayın çekim gücü nedeniyle sular kabardığından, denizin içinde bir süre oyalanıyor. Geldiği kıyının yavrularını bırakacağı en güvenli yer olduğundan emin olana kadar sabır gösteriyor. Ancak işin henüz daha başında olduğunu da biliyor. Çünkü bir sezon boyunca ortalama 4 kez kuluçkaya yatması gerekiyor. Üstelik gücünün çoğunu yüzerek harcadığı halde ağzına bir lokma koymadan; annelik içgüdüsüyle ‘önce yavrularım’ diyor.

Ve sonunda o büyülü AN geliyor. Gecenin koyu karanlığında kıyıya çıkıyor. Adeta kocaman bir tank gibi, iyice ağırlaşmış bedenini yavaş yavaş sahilin kuru bölgesine doğru çekiyor. Ancak vardığı noktanın doğru yer olmadığını anlarsa, kumun içinde bir kök ya da kayayla karşılaşır veya davetsiz bir misafirin varlığını hissederse; yumurtalarını  bırakmadan denize geri dönüyor. Ta ki güvenli yeri bulana değin.

Anne kaplumbağa tüm şartlardan emin olduğunda; zorlu kazı başlıyor. Bu ritüeli arka yüzgeçlerini kullanarak yapıyor. Yaklaşık 45-55 cm. derinliğindeki yumurta yatağını hazırlamak için; her iki yüzgecini sırayla kullanarak kumu bir kepçe gibi kazıyor. 

Yaklaşık bir saate yakın süren kazma işi sonrası, yumurtlamaya geçiyor. Bu ise anneliğinin en özel anı. Hiç ara vermeden pinpon topu büyüklüğündeki yumurtalarını yuva çukuruna bırakmaya başlıyor. Genelde bir seferde 2-4 yumurta bırakarak yuvayı dolduruyor. Her yuvaya 80-150 arasında yumurta bırakıyor. Ve tüm bunları yaparken gözlerinden yaşlar boşanıyor. Cefakar bir annenin gözyaşları bunlar. Buram buram sevgi ve bağlılık kokuyor. Yaşayacağı durumu kabullenmiş. Kutsal görevi bittiğinde; bir daha geri dönmemek üzere yuvadan ve yavrularından ayrılacak olmasının sızısıyla ağlıyor anne kaplumbağa.

Gelin görün ki, bilim adamları bu gözyaşlarını sadece gözlerin temizlenmesi ve vücudun tuz dengesinin korunmasını sağlamak için üretildiğini açıklıyor. Dolayısıyla anne kaplumbağanın; çalışırken tuzlu suların gözlerinden sel gibi akmasının nedeni bu doğal beden dengesi. Ama kaplumbağa gözyaşlarını gören, bu muhteşem ritüeli öğrenen bir kadınsa; içgüdüsel olarak onun yavruları için ağladığını bilir bence.

Anne kaplumbağa ağlar; çünkü yavrularını biraz sonra kaderleriyle baş başa bırakıp gideceğinin farkındadır. Sadece bu mu? Yavrularını bekleyen onlarca tehlikeyi de bilir; tüm yırtıcıları, hızlı deniz akıntılarını, göz kamaştıran tehlikeli ışıkları, karmaşık deniz ağlarını. Üstelik her bir yavrusu eğer sağ kalırsa, tıpkı kendisi gibi yıllar boyu tek başına yüzecektir.

İster kaplumbağa olsun, ister başka bir canlı hangi anne yavrularının bu zor şartlarından endişe edip  gözyaşı dökmez ki? Doğanın kanunları elbette… Doğmanın, doğurmanın, terk etmenin zamanları… Acımasız ama o muhteşem denge için hepsi olmalı, yaşanmalı. Gözlerden sel gibi yaşlar aksa da o akışa uyulmalı, sabırla, sevgiyle tıpkı anne kaplumbağanın yaptığı gibi (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.10.2013 

2 Kasım 2013 Cumartesi

YÜREK SESİMİZDEN HAYALLERE ( 3/3-GERÇEK YAŞAM öyküleri )

Bu son bölümde sizlerle aynı kitaptan birkaç çarpıcı yaşam örneğini paylaşmak istedim. Her bir öykü bizlere bu konunun ne denli önemli olduğunu destekleyecek nitelikte, inanın bana.

Tüm örneklerde doktorlar hastalarına öncelikle gevşemelerini; ardından bağışıklık hücrelerini güçlü; hastalıklı hücrelerini ise zayıf olarak imgelenmelerini öneriyor. Bu sırada serbestler. Yani zihinlerinde nasıl bir imgeleme yapacakları konusu hastanın kendi elinde. Bu teknikle tıp açısından iyileşmez kabul edilen pek çok hasta sağlığına kavuşuyor. Hastalığı gerileyenlerin ve hatta tamamen kurtulanların sayısı arttıkça, doktorlar araştırmalarına daha büyük bir azimle devam ediyor.

İsterseniz ilk örneğe geçelim. 30 yaşındaki hastamız, yaşam kalitesini olumsuz anlamda etkileyen ülser sorunuyla mücadele halinde. Yıllardır süre gelen acılarından, gevşeme ve imgeleme yoluyla kurtuluyor. Bunu yaparken midesindeki ağrıyı bir yangına benzetiyor. Ve hayalinde dağlardan gelen buz gibi soğuk suyla bu yangını söndürdüğünü imgeliyor. Önceleri ağrı durulur gibi oluyor ama tamamen geçmiyor. Gerçek nedenlerini bulmak adına doktoruyla beraber seanslara devam ediyor. Sonunda midesindeki sıkılı yumruğun ve ağrının; babası nedeniyle geçirdiği acı dolu çocukluk anılarından kaynaklandığı ortaya çıkıyor. Bilinçaltında onu rahatsız eden tüm duygularını ve babasını affeden, kalbindeki kilitleri tek tek açan hastamız;  ağrılarından tamamen kurtuluyor.

Bir başka örnek 40 yaşındaki bir kadına ait. Hastalığından kurtulmak amacıyla yapılan ameliyat sonrası tedavilerde bolca imgeleme tekniğini kullanan zeki bir kadın karşımızdaki. Ancak hastalığının seyri normale dönerken, tam kürek kemiklerinin ortasında bir başka ağrı ile tanışıyor. Yapılan tetkiklerde hiçbir fiziksel neden bulunamıyor.  Ağrının şiddetlenerek devam etmesi üzerine, yine imgelemeye baş vuruyor. Ancak bu sefer içsel bir rehberden de yardım istiyor. Onu da yine imgeleme yoluyla zihninde kendisi yaratıyor. Sonunda ağrının sebebi açığa çıkıyor. Ailesini sevgiyle korumak adına hastalığıyla yalnız mücadele etmek istemesi, içindeki korku ve endişeleri farkında olmadan baskı altında tutması. Kendine sakladığı duygularıyla düşünceleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırıp, ailesinden destek istediğinde ise hem ağrılarından hem de ölümcül hastalığından da tamamen kurtuluyor.

Her iki çarpıcı örnek de bize imgelemenin gücünü gösteriyor. Ama ondan da önemlisi kökendeki sebepleri, bilinçaltına attığımız  sorunlarla cesurca yüzleşmenin, affedip bağışlayıcı olmanın önemini de gözler önüne seriyor. Öyle değil mi?

Uzmanlar iyileşmenin, şifaya kavuşmanın pek çok yolu olduğunu; bunları aldığımız ilaç ve doktor desteklerinin yanına eklediğimizde muhteşem sonuçlar alabileceğimizi belirtiyorlar. Her yeni güne ‘şükürler olsun sağlıklıyım’ diyerek uyanmanın keyfi ve zenginliği hiçbir şeyle ölçülemez bana göre. O halde tüm bu yazılanlardan kendimize minicik de olsa notlar çıkarırsak; hayatın zorluklarını daha kolay karşılayabiliriz diye düşünüyorum. Sizce haksız mıyım?

O halde gelin tüm satırlarımızı kısaca özetleyelim. Her şeyi bilen ve Evrenin Ruhundan gelen yürek sesimizi hayallerimize taşıyoruz. İçimizdeki kıpır kıpır enerjinin çıkmasına izin veriyoruz. Bu arada imgeleme yapmaya çalışıyoruz. Çünkü bu yolla bedenimizi daha kolay kontrol edebiliyoruz. Bir anlamda içimizde var olan o gücü kullanıyoruz. Sahip olduğumuz değerlerin farkına varıyoruz. Kendimizi daha rahat, daha özgür, daha mutlu hissediyoruz. Bu da bizlere ruh ve beden sağlığı olarak geri dönüyor. Elbette gevşemeyi es geçmeden. Çünkü etkili bir imgeleme çalışmasından önce yapılması bizi sonuca daha kolay taşıyor.

Sonra da o pencereden kendi iç sesimizi dinliyoruz. Kendimizi keşfetmemizin, derinlerdeki irili ufaklı duygularla, kırgınlıklarla yüzleşmenin, gözyaşlarıyla onları affetmenin yolu önümüzde işte. Bence hepimiz kendimize ayıracağımız bu özel zaman dilimini fazlasıyla hak ediyoruz. Öyle değil mi?

Etrafımıza yaydığımız enerjimizin yenilenmesini, hatta katlanarak artmasını; her yeni güne daha kocaman tebessümlerle başlayıp kucaklaşmayı istemeyen var mı? O halde önce kendimizin, hislerimizin, duygularımızın, düşüncelerimizin önemli olduğunu fark etmemiz gerekiyor. İçimizdeki çocuk hala yaramazlık yapmak için fırsatlar kolluyor mu, yoksa çoktan bize küsüp kendi kabuğuna mı saklandı? Unutmayalım ki bu devasa evrende hepimiz birer noktayız. Beraberce, sevgiyle bir arada olmak adına; kalbimize, hayallerimize güvenmemiz ve akışta suyun ritmini bozmadan yol almamız gerekli. 

Sevginin gücü, hayallerimizin en ulaşılmaz anlarını bile önümüze getirecek kadar kuvvetli. Yeter ki farkında olup kendimizi, hayatımızı, hayallerimizi ve içinde var olduğumuz evreni hafife almayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.10.2013

NOT: Yararlandığım kaynaklar; İmgelemenin İyileştirici Gücü-Martin L. Rossman; http://www.ruhsalsifa.org 







YÜREK SESİNDEN HAYALLERE (2/3 - İMGELEME YOLUYLA İYİLEŞME GÜCÜNE)

Hayallerimize dört elle sarıldık. Yüreğimizden olacağını hissettik ve beynimize doğru mesajlar verdik. Bütünün içinde akışa uyduk. Ama bitmedi. Şimdi imgeleme yoluyla neler yapabiliriz, kendimizi nasıl daha iyi hissederiz bunu aralayalım beraberce. Baştan söyleyeyim, okuduklarınıza, yaşamsal örneklere inanamayacaksınız. Ve içinizden ‘’onlar yapabilmişse ben neden yapmayayım?’’ diyeceksiniz. Ben buna eminim.

Üstelik Amerikan Kızılderilileri, Hint düşünürleri ve geleneksel Çin tıbbına yıllarını verenler başta olmak üzere; geniş bir kesimin zihin ve beden tedavisinin ana unsuru olarak kabul ettiği imgeleme; yıllar öncesine dayanan bir teknik. 

Biliyoruz ki bedenimiz ve zihnimiz iletişim halinde. Ve zihnimizdeki düşünceler hızla akmakta. İşte bu akışa, daha doğrusu benliğimizin diline imgeleme diyoruz. Ve zihnimizdeki bilgileri imgeleme yoluyla ifade ediyoruz. Hepsi gördüğümüz rüyaların, kurduğumuz pembe hayallerin, sımsıkı sarıldığımız anıların, yaptığımız hayat planının birer yansıması. Yani iç dünyamıza imgeleme yoluyla kocaman bir pencere açıyoruz. Ne hissettiğimizi, neler düşündüğümüzü bu pencereden görüyoruz. Farkındalığımızı artırıyor, negatif düşüncelerin bilinçaltımızı esir almasına mani oluyoruz.

Ama imgeleme yoluyla daha başka şeyler de yapabiliriz. Uzmanlar isteğe bağlı olmayan davranışlarımızı da bu yolla etkileyebileceğimizi belirtiyor. Üstelik bu durum bedenimizin farkındalığı adına son derece önemli. Çünkü imgeleme yaptığımızda, otonom sinir sistemimizin tepki veriyor olması; sağlık anlamında kocaman adımlar atmamızı sağlayabiliyor.

Peki otonom sinir sistemimizi etkilemek, ona söz geçirmek kolay mı? Evet kolay. En basit örnekle, yeşil bir can eriği yediğimizi ya da bir limonu sıktığımızı düşünmemiz bile elimizde olmadan ağzımızı sulandırmaz mı? İşte bunun gibi. İmgeleme yaptığımızda, beynimiz bunu gerçek gibi kabul ediyor ve bedenimize sinyal yolluyor. Özellikle gevşemiş, rahatlamış bir ruh ve bedenle yapılan imgeleme beden sağlığımız üzerinde büyük faydalar sağlıyor. Tüm organlarımız birbiriyle daha bir uyum içinde, daha sağlıkla çalışıyor. Nefes alışımızdan kan akışına kadar her şey mükemmel bir düzeye ulaşıyor. Kısacası imgeleme bedenimizin temel kontrol sistemini olumlu anlamda etkiliyor. Bu harika değil mi sizce de?

Konunun uzmanları imgeleme konusunda hala bilinmeyenler olduğunu belirtirken; beynimizle ilişkisi konusunda büyük adımlar atıldığında hemfikirler. Daha önce beyinle ilgili yazımda da belirtmiştim. Beynimizin sol yanı mantıksal, sağ yanı hisler temelinde düşünüyor. Sol yanımız parçalara ayırıp analiz ediyor. Sağ yarımız bir araya getiriyor. Yani sol beynimiz bilgileri sırayla, sağ beynimiz ise hepsini aynı anda değerlendiriyor. 

Dolayısıyla imgelemede bize yardımcı olan kısım sağ beynimiz. Bütünü gördüğü için hissettiğimiz duygulara yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Duygularımızla ilişki içinde olduğu için hastalıklara karşı daha dirençli olmamıza ön ayak oluyor. Yeni çözümler üretiyor. Gizli kalmış noktaları ışığa kavuşturuyor. Tüm bunları yaparken biz de kendimizi eskisinden çok daha iyi hissediyoruz. Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıkların çoğunlukla olumsuz duygu ve düşüncelerimizden kaynaklandığını düşünecek olursak; bu durum bir hayli kıymetli bizler için.

Çünkü içimizde bitmek bilmeyen bir çatışma yaşadığımızda; bunun  bedelini maalesef bedenimiz çekiyor. Ya bir yerlerimiz ağrıyor ya da acıyor. Aslında farkında olmadan hastalıklara davetiye çıkarıyoruz. Ve bazen bedellerini travmatik bir biçimde ödüyoruz. 

İşte bu nedenle sağ beynimizin sesini dinlemek, nelere ihtiyacı olduğunu bilmek çok önemli. Sağ beynimize danışmak ve onunla işbirliği yapmak da. Hasta olmadan bunu yapabilirsek çok şanslıyız elbette. Ama hastalıklar sırasında da imgeleme yoluyla şifamızı artırmamız mümkün. Böyle söylüyor yıllarca bu konu da uzmanlaşmış doktorlar ve araştırmacılar. Üstelik tıp dünyasından verdikleri örnekler oldukça manidar.

19. yüzyılda yaşamış Alman pataloji bilgini Rudolph Virchow “çoğu hastalık fizyolojik bir zayıflıkla birleşen mutsuzluktan ibarettir.” diyor. Haklı değil mi sizce de?
Gerçekten de bastırılmış duygular, bilinçaltına süpürülen olumsuzluklar yok sayıldığında; ‘ben buradayım, beni yok sayamazsın’ dercesine ağrı ya da hastalık olarak kendini göstermeye başlıyor. İşte ilk adım bunları bulup açığa çıkarmak ve derininde bizi neden etkilediğini bulmak. Hepsi için de FARKINDALIK ve kendi içimize açtığımız pencere KİLİT rol oynuyor.

Uzmanlar en basitinden en karmaşasına kadar her türlü hastalığın tedavisinde imgelemenin etkili olabileceğini söylüyor. Bu konuda çalışmalarını yoğunlaştıran pek çok bilim adamı var. Bunlardan bir tanesi Dr. Martin Rossman. Çalışmalarını ve araştırmalarını örneklerle beraber “İmgelemenin İyileştirici Gücü” adlı eserinde toplamış. Kendisine örnek olarak aldığı kişi ise Dr. Irving Oyle. Şifayı zihinde canlandırmanın iyileşmedeki ilk adım olduğunu savunan güçlü bir doktor. Beraberce pek çok çarpıcı örneğe tanıklık etmişler. Bu arada eşiyle özellikle kanserli hastalar üzerinde imgelemeyi kullanan Dr. Carl Simonton ile tanışmış. Tanık oldukları ve izledikleri örnekler; imgelemenin basit bir hastalıktan, ölümcül bir hastalığa kadar her kategoride etkili olduğunu açıkça gözler önüne sermiş. Bunun için olumsuz duygu ve düşüncelerden kurtulup, sağlıklı imgelerle adım atmanın ne kadar önemli olduğunu kitabındaki her bir satırda dile getirmiş. (devamı gerçek yaşam öykülerinden bir tutamla 3/3’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


01.10.2013
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...