Yaşam boyu içimizdeki
pek çok duyguyla baş etmeye çalışıyoruz her birimiz. Yeri geliyor nefretten
arınmaya, affetmeye yöneliyoruz. Yeri geliyor içimizdeki öfkeyi bastırmak adına
en olmadık yöntemlere başvuruyoruz. Öyle zamanlar oluyor ki korkunun o içimizi
ürperten tınılarını duymaktan bitap düşüyor; bir an önce kurtulmak adına
çalmadık kapı bırakmıyoruz.
Kalp kırgınlıkları
yaşıyoruz. Her defasında daha çok acısa da canımız, duygularımıza söz
geçiremiyoruz. Gün geliyor stresin o koyu gri bulutundan gözümüz hiçbir şey
görmez oluyor. Yaşam enerjimiz adeta sıfırlanıyor. Güzel olan şeyleri fark
edemeden kocaman bir günü, bazen günleri hatta haftaları yok edip tüketiyoruz
bencilce.
Bir kez duygularımız
kontrolden çıkmaya görsün, biz biz olmaktan uzaklaşıyoruz belki de. Hem
kendimizin hem de çevremizdekilerin hayatını çekilmez hale getirirken; ne
mantık, ne akıl yeterli kalmıyor maalesef, içimizdeki dalgaları dindirmeye.
Gelecekle,
sevdiklerimizle ilgili kaygı ve endişelerimize ne demeli peki? Geçmişi
sorgulayan, unutulması zor pişmanlıklarımız ve keşke’lerimiz de öyle. Hepsi
nasıl da bize has, öyle değil mi?
Güzel günlerimiz de var
elbette. Gün geliyor aşkın o sihirli dokunuşuyla burun buruna geliyor,
şaşırıyoruz. Ne çok beklemiştik oysa gelsin sarmalasın, aklımızı başımızdan
alsın diye. Ve şimdi o büyülü dokunuşuyla sımsıcak yaparken kalbimizi; dünya
bir başka dönüyor gözümüzde. İçimizdeki şımarık çocuk sevincimizle ‘’ben çok
şanslıyım’’ diye haykırıyoruz adeta yere göğe.
Velhasıl duygular…
duygularımız. İyisiyle kötüsüyle hatta en zorlu olanlarıyla bir bütünüz
kalbimizde. Paylaştıkça artan ve hatta azalan tınılarıyla hepsi bizim. Onlarsız
var olmak ne mümkün. Bir duygudan bir duyguya salınıp duruyoruz kocaman hayat
salıncağında. Düşmekten korkuyoruz bazen, kaybetmekten bazen de o anlık
sevinçlerde.
Bu arada hepimiz kin,
nefret, öfke, kızgınlık, keder, üzüntü gibi akla gelebilecek her türlü olumsuz
duygudan da arınmayı istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki yaşam, duygularımızla
paralel güzelleşiyor. Bunun için gönül yelkenimizi elimizden geldiğince saf
sevginin rüzgarına bırakıyoruz. Hayata aşkla bakıp, gök kuşağının en albenili
renklerinde erirken; tüm çabamız ANların güzelliğinde gökyüzündeki bulutlarda biraz
daha çok kalabilmek belki de.
Duygularımızın harmanlanmış,
tozu dumana katmış halinden sakinliğe ve sessizliğe doğru akarken; kendimizi
yaşamın güzelliklerini bulmaya adıyoruz. Şimdinin o güzel enerjisinde, geçmişe
el sallayıp, geleceğe göz kırpıyoruz. Hangi duygumuz daha ağır basarsa yüreğimiz
o tarafa meylediyor ama; olumsuzluklarda dahi iç sesimizle can bulan umudumuz
hiç tükenmiyor. Öyle değil mi?
Bakın Amerikalı ünlü
yazar Dan Millman ne der?
"Hayatın
fısıldadığı öğretileri kaçırırsak, bize uyandırma çağrısı olarak geri dönerler.
Ve Tanrı bizi aradığında, telefonu açsak iyi olur. Zorluklar, evrenin
dikkatimizi çekmek için kullandığı yollardan biridir. Fiziksel acı, bizi
bedenimizi dengelemeye çağırır. Duygusal acılar, ilüzyonlarımızın ve direnişimizin
ortaya çıkmasını sağlar. Zihinsel acı, şu anın iyileştirici gücünü ortaya çıkarır.
Biraz acı çekmek kaçınılmazdır. Fakat biz hayatın yumuşak uyarılarını dinlemeyi
öğrendikçe, acı yok olur."
Gerçekten de ruhumuzu
yaralayan tüm acı ve olumsuz duygular; bize hayatın mesajlarını dinlemeyi
öğretiyor belki de. Farkındalığımızı bir anda yaşamın gerçeği üzerine
döndürüyor. Ne kadar güçlü olduğumuzu anlamamızı sağlıyor. Eğer olumsuz
duygulara sahipken bunları düşünebilirsek, hepsini alt etmemiz AN meselesi
ve bence denemeye değer.
Gelin bir an için bu
duyguları yaşamadığımızı düşünelim. İçimizde hiç öfke olmasın örneğin, her ne
yapılırsa yapılsın bize yine de kimselere kızmayalım. Nefret etmeyi aklımıza
dahi getirmeyelim. Sesini hep kısık tonda tutmaya çalıştığımız egomuz da hiç
olmasın mesela. Hiç acımasın içimiz. Hiç gözyaşı dökmeyelim kederden. Nasıl
olurdu sizce? Biliyorum ki bu soruya çoğumuz ‘ne iyi olurdu’ diyoruz. Böylece
hayatımızdaki zorluklarla daha kolay mücadele edeceğimizi, kendimizi gereksiz
yere yıpratmayacağımızı bile düşünüyoruz belki de. Ama hayır. Bu duygularla
beraber unutmayalım ki sevgi de yok, aşk da. Merhamet etmek de yok, neşe de.
Her şey yalın, sade, dümdüz bir yol gibi. Etrafta ne bir renk var, ne de bir
ses.
Zor olmalı böylesi
yaşamak. İnsan sevgiyi aşkı hissetmezse nasıl yaşar ki? Doya doya kahkaha
atamadıktan, neşelenip çocuklar gibi sevinemedikten sonra. Varsın yanında diğer
olumsuz duygular da olsun ne çıkar? Varsın yolumuz yeri geldiğinde dimdik bir
yokuş, yeri geldiğinde karanlık bir tünel olsun. Yeter ki duygularımızın hepsi
tamam ve yerinde olsun. Zorları başardığımızda, o yokuşları binbir zahmetle
çıktığımızda hissedeceğimiz sevinç gibisi var mı? Ya da karanlık tünelden
kurtulduğumuzda yaşayacağımız neşeye ne demeli? Kendimize olan güveni tazelemenin,
en zoru başarmış olmanın o hazzını, o zirve mutluluğunu yaşamadıktan sonra ne
yapalım ki hep düz yolda ilerlemeyi. Yolun sonuna varsak dahi ne sevineceğiz,
ne de pür neşe tebessüm edeceğiz. Çünkü bu duyguların hiç biri olamayacak
içimizde.
Bu bir hastalık aslında.
Daha önce hiç düşünmediğim zor bir hastalık üstelik. Duyuları kaybetmek ve
duygusuz kalmak. Ve biliyor musunuz günümüzde böyle yaşayan ne çok insan
varmış. İsmine ‘duygu durum bozukluğu-blunted effect’ deniyor. Depresyon
halinin farklı ve ileri bir hali. Genellikle şizofrenik hastalarda görülüyor.
Nereden mi aklıma geldi?
Benim dünyaya açılan en güzel pencerem olan kitaplardan. Zülfü Livaneli’nin
‘Kardeşimin Hikayesi’nde bu hastalığın pençesindeki bir adamın hayatı öyle
güzel işlenmişti ki. Ben de üzerinde düşünmeden, araştırıp bir şeyler
karalamadan duramadım. Sizlerle de paylaştım ki, hayattaki her nefesimizin ne
büyük bir şükür olduğunu beraberce bir kez daha hatırlayalım. Duygularımız
olumsuz olsa bile bize öğrettiklerini, öğreteceklerini düşünerek ardından
gelecek olumlu duygulara zemin hazırlayalım. Nasıl mı? Olumsuz duygularımız
sayesinde hayatımızda en çok istediğimiz şeyleri fark ediyoruz aslında. İşte bu
farkındalıkla ve hayal ettiklerimizi ancak olumlu düşüncelerimiz sayesinde
kucaklayacağımıza olan inancımızla; hayatımızı iyisiyle kötüsüyle hep severek.
Her şeye rağmen tebessüm olacak yüzlerimizde yine ve yeniden.
Hadi gelin bu hastalığa
biraz yakından bakalım. Blunted Affect durumunda, hastanın duyuları, zekası,
aklı yerli yerinde. Yani dışardan görünüşte ve günlük yaşamda her şey tamam
gibi. Ama ya içerlerde? Adeta sessiz bir fırtına kopuyor aslında kimsenin
bilmediği, fark etmediği. Çünkü hepimizde olan duygulardan yoksunlar. Ne aşık
olabiliyorlar. Ne kıskanıyorlar. Ne pişmanlık hissediyor, ne de öfkeleniyorlar.
Dostluktan da habersizler, egodan da. Sevinci çoktan unutmuşlar, neşeyi ise kör
kuyulara atmışlar.
Neden mi? Uzmanlar bu
tip hastaların; başlarına gelen travmatik olaylar sonunda kendilerini üzüntülerden
korumak için bunu yaptıklarını belirtiyor. Ve ekliyorlar ‘’Aslında her şeyi anlıyorlar,
üzerinde düşünüyorlar, hatta bedensel zevk de alıyorlar ancak manevi olarak
hiçbir şey hissetmiyorlar.’’ Bir anlamda
duygulara beyinlerini kapatıyorlar.
Elbette hayatın dik
merdivenleri bazen hepimizi soluksuz bırakıyor. Her şey tersine giderken,
üzüntü ve keder denizinde kulaç atmaktan bitap düşüyoruz. Ama yine de her yeni
güne umutla sarılıyoruz. Yeri gelip dostlarımızla ya da konunun uzmanlarıyla
paylaşarak azalmasına olanak tanıyoruz.
Ancak bu tip hastalar
umutlarını tamamen kaybettikleri için; daha fazla acı çekmemek adına
kendilerini bir şekilde korumaya alıyorlar. Örnekler öyle inanılmaz ki. Kimisi
kendi başına gelen travmatik olayları başkasına ait hissediyor. Kimisi kendini
ölmüş birisinin yerine koyuyor. Kimisi kimseye dokunmuyor, dokundurtmuyor.
Hepsi kendi kapalı dünyasında yaşıyor. Bir kısmı ise sadece hayvanlarla
konuşuyor. Elbette çok zor bir durum ve hayatın anlamı yok denecek kadar az
onların gözünde.
Yapılan araştırmalar depresyon
tedavisinde kullanılan ilaçların tüketiminde belirgin bir artışın olduğunu
gözler önüne seriyor maalesef. Küçük büyük herkesin ruh sağlığı tehlike
sinyalleri veriyor. Tahammülsüzlük, sevgisizlik, empati yapamama hali,
bencillik dört nala koşuyor sanki.
Kendini sürekli
suçlayan, çaresiz, güvensiz insanlar…
Aşırı uçlarda yaşayan,
inişleri kadar çıkışları da hızlı olanlar…
Heyecanlarını, yaşama
azmini yitirenler…
Üzgün, ağlamaklı,
omuzları çökük, tebessüm etmeyi çoktan unutmuş, anında parlamaya hazır ne çok
kişi var etrafımızda şöyle bir alıcı gözle baktığımızda. Ve tüm bu negatif
titreşimler bize kadar yansıyor maalesef bir su damlasının hareleri gibi. İş
yerinde, sosyal yaşamda, evliliklerde yaşanan zorlukların açık göstergesi de bu
olsa gerek. Birbirini anlayamama, sevmeme hali. Giderek sevgiden uzaklaşmak ne
kadar tehlikeli. Hepsinin tek ilacı var oysa ki SEVGİ. Sadece SEVGİ.
Tıpkı İtalyan asıllı
Amerikalı yazar Leonardo Buscaglia’nın o çok sevdiğim ve önemsediğim sözleri
gibi. ‘’Sadece kalp için hasat zamanı yoktur. Sevgi tohumu sonsuza dek yeniden
ekilmelidir.’’
Duygularımıza saygıyla yaklaşan, bizi
gerçekten dinleyen, yargılamadan anlamaya çalışan; bizi sadece biz olduğumuz
için, günahlarımızla sevaplarımızla SEVEN KALPLERLE çevrilsin dört bir yanımız.
Çevrilsin ki hayatın zor yokuşlarında içimizdeki umudu beslememize yardımcı
olsunlar. Olumsuz duygularımızı da sevelim artık. Onlar sayesinde kazandığımız
farkındalığımıza dört elle sarılalım. ANların keyfine varalım. Ve son cümle; duygularımızın
harmanında hep neşeden, huzurdan, mutluluktan, kahkahadan yana olsun
salınmalarımız.
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
14.10.2013
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı, soluksuz okudum, yüreğinize sağlık, çok teşekkürler
YanıtlaSil