25 Kasım 2019 Pazartesi

MİKROBİYATAMI SEVİYORUM


Bence en iyi şey var olanı kabul etmek ve sevmek. Ama önce ne olduğunu, ne işe yaradığını anlamakta fayda var. Bakarsınız daha çok sevmek için nedenlerimiz de artar.

Biz beden yapımız içinde yer alan beynimizle, kalbimizle ve yaklaşık 30 ila 40 trilyon hücremizle bir bütünüz. Mükemmel mekanizmamızın her bir parçası da sevgiyi hak ediyor.

Hatta minicik mikroorganizmaların yani mikrobiyomların oluşturduğu mikrobiyatamız bile.

Vücut hücrelerimizden 10 kat fazla olan bu değerli misafirlerimizin toplam ağırlığı neredeyse 2 kilo kadar.

Aslında bildiğimiz ismiyle bakteri, virüs ve mantarların karışımı onlar.

Bin farklı türü, iki milyondan fazla geni var.

İçlerinde yararlılar kadar zararlı olanlar da mevcut. Ve bütünlüğümüz için hepsine ihtiyaç duyuyoruz.

Burada sağlığımız için dengeyi bozmamak önemli.

Uzmanlar yararlıların zararlılara oranının seksene yirmi civarında olması gerektiğini belirtiyor.

Bakterilerin büyük çoğunluğu bağırsaklarımızda yaşarken, bir kısmı da vücudumuzun savunma ile ilgili çeşitli bölgelerine yerleşmiş.

Anne rahminden doğarken alıyoruz ilk türlerini. Ardından yaşadığımız çevresel faktörler ve beslenme şeklimizle yıllar içinde artıyor. Çeşitlilik kazanıyor. Sonuçta yaşamımızın son anına kadar bize eşlik ediyor.

İşte size sevmemiz için ilk neden. Hep bizimle beraberler, bizi hiç terk etmiyor üstelik bizim için çalışıyorlar.

Peki ne işe yarıyorlar ve neden sayıları bu kadar çok?

Minicik bakterilerin görevi sindirim sistemi ve vücut savunma sisteminin sağlıklı çalışmasını sağlamak. Ayrıca ürettiği özel kimyasallarla bizim sindiremediğimiz bazı bileşiklerin sindirilip yararlı hale gelmesine ortam oluşturmak.

Yediğimiz besinlerden ne kadar yararlanacağımızı belirleyen en yakın dostumuz onlar. 

Sayıları ya da çeşitliliği bozulduğunda hastalıklar da baş gösteriyor. Diğer bir bakış açısıyla hastalık baş gösterdiğinde mikrobiyatının dengesi de bozuluyor.

Hepimiz biliyoruz ki bağışıklık sisteminin sağlıkla oluşması ve gelişmesi bizler için son derece önemli. Çünkü bağışıklık sistemimiz geliştikçe, yararlı ve zararlı bakterileri birbirinden ayırt etmeyi kolayca öğreniyor. Yararlı bakterileri sevgiyle kucaklarken; zararlı bakterilere karşı savunma gücünü kullanıyor.

Uzmanlar mikrobitayamızın parmak izimiz gibi olduğunu, tüm vücut bölgelerinin kendine has mikrobiyata özelliği olduğunu söylüyor.

Mikrobitamızı sevmekle beraber, onu sevindirecek ve mutlu edecek besinleri tercih etmenin de önemli olduğu bugün bilinen bir gerçek. Probiyotik ve prebiyotikler bunun için biçilmiş kaftan.

Yukarıda söz ettiğim o dengeyi bozduğumuzda uyku düzenimiz ve ruhsal yapımız da bundan etkileniyor. Çünkü bedendeki toplam serotonin düzeyinin büyük çoğunluğu bağırsak duvarından salgılanıyor. Endişe, stres, kızgınlık, huzursuzluk, depresyon gibi durumlar çokça görülmeye başlıyor. O nedenle aman dikkat edelim de o uyumu hep koruyalım.

Mikrobiyota konusu dünyada hızla gelişen ve üzerine yatırım yapılan bir konu. Özellikle son 10 yıldır.

Örneğin Microsoft’un kurucusu Bill Gates; son yıllarda sindirim sistemi ve beslenmeyi daha iyi anlamak; bağırsak mikrobiyotaları ve obeziteye çare olabilmek için; dünya genelindeki araştırmalara büyük yatırımlar yapıyor.

Tercih ettiğimiz besinler sindirim sistemimiz içinde güle oynaya yol alıyor. Ağızda başlayan yolculukları son nokta olan anüse kadar devam ediyor.

Yaklaşık uzunluğu dokuz metre olan bu kanalda tüm adımlar bir saat gibi tıkır tıkır işlesin; sağlıklı besinlerle mikrobitamız neşeyle çoşsun ki bizler de sağlıkla gülümsemeye devam edelim.

Sağlıklı yaşamın ve sağlıkla yaş alırken hep gülümsemenin ana unsuru onlar. Ve iyi ki varlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2019







19 Kasım 2019 Salı

SANİYEDE 11 MİLYON DÜŞÜNCE


Einstein'ın İzafiyet Teorisine göre, zamanı algılama biçimimiz bulunduğumuz yere, hareket şeklimize ve hızımıza göre değişiyor.

Dünyanın en hızlı salyangozunun bu kısacık zamanda sadece 1 santimetre yol aldığını düşünürsek; bir saniye onun için oldukça uzun. Ancak bizler için bir ya da iki kalp atışı kadar kısa bir süre.  Elbette bekleme anlarında bir saatmiş gibi hissedilen saniyeler de var hayatımızda.

Peki ya düşünceler?

İşte onlar gerçekten hızlı.

Saniyede 11 milyon düşünce geçiyor aklımızdan ve biz ancak 40 tanesini fark ediyoruz. Peki ya hepsini fark etseydik vay bizim halimize.

Bu anlamda beynimiz; sinirler, tüm o karmaşık yapı, hala yanıt aradığımız binlerce soru ile muhteşem işler başarıyor.

Peki bu hız hepimizde aynı mı?

Yoksa değişken mi ve bu ortalama hızın bir üst limiti var mı? 

Buna yanıt ararken önce düşüncenin beynimizde nasıl şekillendiğini hatırlamakta fayda var bence.

Biz bir çiçeğe bakarken, yapraklarına dokunurken, diğer yandan demli bir çayın mis gibi taze kokusunu içimize çekip kocaman bir yudumla tadına varırken, öten bir kuşun varlığına şükrederken beş duyumuzu da kullanıyoruz. Yani onlardan renk, ses, koku gibi veriler alıyoruz.  

İşte duyularımızdan gelen bu veriler beynimize ulaştığı anda düşünme eylemi başlıyor. Vereceğimiz bir kararla bu düşünceyi harekete dönüştürdüğümüz noktada sonlanıyor.  Yani algıladık, karar verdik ve uygulamaya geçirdik.

Kısacası düşünce, verilerin alındığı andan bir eylemin başlatıldığı ana kadarki zihinsel bir etkinlik.

Yazarken ve okurken hepimize uzun gelen tüm bu eylemleri kısacık bir ana sığdırdık.

Ancak bilim insanları bazı düşüncelerin diğerlerinden daha yavaş işlendiğini savunuyor. Matematik problemi çözmek, uzun yolda şerit değiştirmek gibi kompleks düşünceler bunlar arasında.

Uzmanlar düşünce hızımızı ölçmek adına çeşitli deneyler yapıyor. Bunun için fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) ve elektroensefalografi  (beyin çizgesi) gibi görüntüleme yöntemleri kullanıyor. Bu cihazlar sayesinde farklı düşünce işlemleri sırasında sinir sisteminin hangi bölgelerinin çalıştığı;  verilerin sinir sistemi üzerinden nasıl aktığı ve beyinden çıkan sinyallerin parmaklara ne kadar sürede ulaştığı yaklaşık olarak tespit ediliyor.

Örneğin seçilen gönüllü deneklere çeşitli duygusal testler uygulanırken; bilinçli farkındalık düzeyleri üzerinden ölçüm yapılıyor. Sonuçta elli milisaniye civarında kısacık bir süre tespit ediliyor.

Üstelik bilim insanları beynimizin bir milisaniyenin yarısında gelen verileri algılayabildiğimizi savunuyor. Elbette fark edemeden.

Bunlar o kadar kısa zaman aralıkları ki insan gerçekten şaşkınlık duyuyor ve her defasında beynin mucizesine hayran kalıyor.

Bununla beraber düşünce hızını etkileyen faktörler de var.

Uzaklık bunlardan bir tanesi.

Beyinden çıkan sinyallerin kat ettiği yol yakınsa tepki süresi kısa. Örneğin sinyalin ele gelmesi ayağa ulaşmasından daha kısa süre alıyor. Bu bilgi uzun boylu insanların reflekslerinin kısa boylulardan neden yavaş olduğunu bize açıklayan bir nokta. Öyle değil mi?

Diğer faktör nöronların fiziksel özellikleri.

Geniş çaplı nöronların sinyalleri ince uzun olanlarına kıyasla daha hızlı. Bir de miyelin hücresi ismi verilen koruyucu kılıfa sahip olan nöronlar var ki onlar sinyalleri daha hızlı iletiyor.

Diğer faktör ise sinir ağlarının karmaşıklığı. Nöron sayısı arttıkça mesafe de artıyor.

Tam yeri gelmişken düşünce sürecini kısaltan faktörlerden bahsetmeden olmaz.

Süreci kısaltan en önemli faktör konsantrasyon gücü.

Örneğin yüksek sese daha hızlı tepki veriyoruz. Yapılan deneyler koşucularda başlangıç sinyalini veren ses ne kadar yüksekse, verilen tepkinin o kadar çabuk olduğunu göstermiş.

Hepimiz düşüncelerimizin anında eyleme dönüştüğünü sanıyoruz ancak beynimiz bizden bir tık önde gidiyor. Yani biz o eylemi fark etmeden 2-7 saniye önce beynimiz çoktan kararını vermiş oluyor.

Çoğumuzun kızgınlık anında sözlerimize ya da hareketlerimize mani olamaması da bu yüzden.

İşte işin vahim olan yanı da bu. Yani bir şeyi ne zaman yaptığımızı tam olarak kestiremiyoruz.

Veriler bir şeyler gösterse de düşünce hızının kesin olarak ölçülmesinin şu an için neredeyse imkansız olduğu ortada. Bilinçaltı kararları ve neyi neden yaptığımızı tam olarak kestiremiyor olmamız da bunun göstergesi.   

Elbette yapılan deneyler ve kapsamlı araştırmalar devam edecek. Kim bilir belki bir gün bu kapalı şahane kutunun tüm gizemi bir bir çözülecek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.08.2019






6 Kasım 2019 Çarşamba

PLASEBO ve İKİZİ NOSEBO

Plasebo etkisini çoğumuz biliyoruz.

Vücuda alınan bir maddenin gerçekten işe yarayacağına inanıldığı zaman yaşanan olumlu etki olarak açıklıyor uzmanlar. Yani işe yaraması için şifalanacağına, iyi olacağına hem beynen hem de kalben inanmak gerekiyor.

Plasebo, Latince kökenli bir kelime.

Anlamı öyle güzel ki.

‘Hoşnut etmek’ demek.

İlk kez 14. yüzyılda ölülerin ardından para ile ağlayan kişiler için kullanılmış. 
Rönesans dönemi ile birlikte hekimler arasında kullanılmaya başlanmış.  19. yüzyılın başlarında ise “hastayı iyileştirmekten çok memnun etmeye yarayan tedavi yöntemi” açıklaması ile tıp sözlüğünde yer bulmuş.

Dünya Savaşları sırasında yaşanan ilaç kriziyle yeniden gündeme gelmiş. Sonraki yıllarda yapılan klinik çalışmaları ile de tıp dünyasında kendisine haklı bir yer edinmiş.

Araştırmacıların yaptıkları çok sayıdaki farklı deney; bir kişinin gerçekten iyileşeceğine kalben inanmasının ve yarattığı pozitif enerji dolu düşüncenin çok önemli olduğunu kanıtlıyor.

Plasebo etkisi ile acılar diniyor, ağrılar azalıyor. Hastalar kendilerini çok daha iyi hissediyor.  Adeta sihirli bir el dokunuyor.

Öncelikle iyileşme beklentisi artıyor. Var olan endişeler hafifliyor. Artan olumlu düşüncelere bedenimiz de olumlu yanıt veriyor. Beynin ödül mekanizmaları tetiklendiği için olası şikayetler azalıyor. Şartlı öğrenmede de bu etki oldukça güçlü olarak beliriyor. Özellikle ağrı tedavisinde ve psikosomatik hastalıklarda.

Örneğin ağrıları ancak morfinle dindirilen hastalara haftanın dört günü yüksek dozda morfin verilirken; bir gün sadece tuzlu su veriliyor. Tuzlu suyun verildiği gün de ağrılar morfin uygulandığı günlerdeki gibi hafifliyor.

Yapılan deneyler, gerçek ilaçlarla plasebo arasındaki farkın etki süresinde ortaya çıktığını gösteriyor. Gerçek ilaçların etkisi uzun sürerken, plasebo etkisi daha kısa sürüyor. Yine de olumlu yanları nedeniyle deneylere, araştırmalara son hızla devam ediliyor.  

Günümüz ilaç şirketleri ürettikleri ilaçların renklerinde de plasebo etkisini yakalamayı ihmal etmiyor. Bu amaçla hapların rengi özenle seçiliyor.

Genellikle zihinsel veya fiziksel fonksiyonların iyileşmesini sağlayan haplarda kırmızı, sarı veya turuncu renkler; uyku haplarında yatıştırıcı etkisi nedeniyle mavi veya yeşil renkler; kalp gibi ciddi hastalıklarda pembemsi hafif tonda renkler kullanılıyor. Yine yapılan araştırmalarda ilaçtansa enjeksiyonun daha etkili olacağı inancı gündemde tutulurken; yüksek fiyatlı ilaçların diğerlerinden daha iyi olduğu sanrısı piyasadaki rekabeti de körüklüyor.

Şimdi gelelim plasebonun ikizi noseboya.

Nosebo da Latince kökenli bir kelime.

Zarar vermek anlamına geliyor.

Bu sefer herhangi bir olumsuz etkisi olmasa bile alınan ilacın sağlıklarına iyi gelmeyeceği, kötü yönde etki edeceğine inancı söz konusu. Hal böyle olunca; zaten endişeye meyilli bünyemiz, korkulara açık kalbimiz beynimizi kolayca kandırıyor ve bu inançla hastalık belirtileri görülmeye başlıyor.

Bu nedenle nosebo tepkisi plasebo etkisinden çok daha yaygın olarak görülüyor.

Nosebonun varlığı ilk başlarda olumlu ikiziyle bir arada kabul edilirken, sonraki yıllarda birbirlerinden tamamen ayrı tanımlanmaya başlamış.

Herhangi bir hastalık için verilen bir ilacın yan etkilerini okuduğumuzda hissettiğimiz olası diğer olumsuz etkiler gibi. 

Her ne şekilde olursa olsun kötü duygular beslemek zaten var olan enerjimizi azaltıyor. Bu ise hastalık karşısında güçlü durmamızı engelliyor. Bu nedenle nosebo etkisinin hafife alınmaması gerekiyor gibi duruyor. Zaten yapılan bazı deneylerdeki ölümcül sonuçlar da bunu kanıtlıyor. Yapılan yanlış teşhis sonucu kaybedilen hastalar maalesef bunlardan birkaçı.

Plasebo ya da nosebo.

Sadece bir yanılsama değilse; işin ucunda gerçekten iyileşmek ya da ağırlaşmak varsa zihnimizin ve kalbimizin bizimle hep dost kalması gerekiyor. Onu sevgiyle, umutla, yüksek dozda olumlu beklentilerle canlı tutmak bu nedenle önemli.

Sağlıklı ve mutlu bir yaşam için en azından bunu yapabiliriz diye düşünüyorum.

Yunan Felsefesinin kurucularından, Antik Yunan filozofu Sokrates bakın ne demiş?

‘’Eğer istediğin olmazsa acı çekersin. Eğer istemediğin bir şey olursa yine acı çekersin. Hatta istediğin şey tam olarak olsa da yine acı çekersin, çünkü onu kaybetme riskin vardır. Zihin böyle belalı bir şeydir. Değişimden özgür olmak ister. Hayatın koşullarından ve ölümden özgür. Fakat değişim hayatın kanunudur. Ne kadar dirensen de bu gerçeği değiştiremezsin.’’

O halde olumluya doğru değişim en güzeli.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.08.2019








Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...