22 Mayıs 2016 Pazar

İYİLİK BAZEN HİÇ ANLAŞILMAZMIŞ…

Varsın anlaşılmasın. Biz kalbimizin tınılarını, gönül gözümüzdeki sevecenliiği katarak yapalım yeter ki.

Bizi kucaklayan şahane bir yaşam var önümüzde. Bunun farkına varabilmenin en naif yolu ise; bizi doyuran ve aynı zamanda başkalarını etkileyen bir şeyler yapmak.

Bunu yaparken kendi hayatımızın yıldızı oluyoruz çünkü. Ve bu esnada, yaşamın o göz kamaştıran pırıltılarıyla dokunuyoruz insanlara.

Bu muhteşem bir duygu.

Öyle değil mi?

Ancak ilk kural, öncelikler listesinde kendimizi ilk başa almak. Kendimizi, bedenimizi, ruhumuzu sevmek. Kendimizi sevdiğimiz ölçüde başkalarını ve dünyayı seveceğiz çünkü. Enerjimiz o zaman çağlayarak akacak etrafımızdakilere.

Bunun için de farkındalığımız yine devrede. Alıcı gözlerle bakıp, dinlediğimizde bile gün oluyor; çevremizde yapılan iyilikleri fark etmiyoruz. Habersiz kaldıkça umutlarımız da azalıyor. Oysaki iyilikler çok. Yapanlar da.

İşte şimdi anlatacağım öykü tam da bununla alakalı. Kısa bir video açılımıyla, iyiliğin o naif meltemini yüreklerimizde hissedeceğiz; buna eminim. Ve önyargılarımızın nasıl da gereksiz olduğunun ayırdına varacağız bir kez daha.

‘’Çin’e gidiyoruz şimdi. Dükkanların olduğu herhangi bir sokaktayız. Her sabah dükkanını açan bir esnaf var diğerleri gibi.

Ancak biraz dertli.
Neden mi?

Çünkü sadece onun dükkanını seçen; üstü başı dökülen, kötü kokan bir evsizle uğraşıp duruyor. Hem de her sabah. Esnaf her yeni gün işine onu dükkanın önünden kovmakla başlıyor. Sinirleniyor haliyle.

Ancak evsiz adam bir garip sanki. O kadar hakarete, itilip kakılmaya rağmen oradan bir türlü ayrılmıyor. Öyle ki bir yan dükkanın önünü dahi seçmiyor. Akşam olup karanlık çöktüğünde; esnaf kepenkleri indirdiğinde; yerine geçiyor. Sanki evi orasıymış gibi. Orada yiyor içiyor ve sabaha kadar da orada uyuyor.

Günler bu rutinde devam ediyor. Esnaf halinden bezmiş halde sabahları işe gelir oluyor. Çünkü adamdan bıkıyor. Ancak günlerden bir sabah adamı göremiyor. Her zaman alıştığı o manzara, o kötü diyalog, hiçbir şey yok.

Birden garipsiyor bu halini. Ve merak ediyor adamı içten içe. İlk sabah böyle geçiyor. Ertesi sabahlar da. Birdenbire içini bir hüzün kaplıyor esnafın. Derken, diğer esnaflardan öldüğünü öğreniyor.

Merakına daha fazla dayanamıyor. Dükkanın önündeki kameranın kayıtlarına bakmayı akıl ediyor; aniden. Daha önce düşünmemiş olmasına hayıflanıyor bir yandan da.
Ve geçmiş kamera kayıtlarını izledikçe pişmanlığı katlanarak artıyor. Yaptıklarının nasıl rencide edici olduğuyla birebir yüzleşiyor. Yaptıklarından utanıyor. Kendinden de.

Her sabah farklı eziyetlerle o evsiz adamı uyandırması; bir sabah bir kova suyu başından aşağıya dökmesi; bir sabah yer süpürgesinin tüyleri ile rahatsız etmesi… Kare kare önünde hepsi şimdi.

Gün içinde karşısına çıktığında ise elindekileri fırlattığını görüyor. Hatta tekmelediğini içi sızlayarak izliyor. Üstelik gece olup, etraf ıssızlaştığında adamın yaptıklarını görünce gözyaşları yanaklarından aşağıya süzülüyor yavaş yavaş.

O evsiz, o kılıksız, o çok kötü kokan adam; esnaf gittiğinde, dükkanını koruyan tek kişi olmuş ne yazık ki.  Her gece dükkan önüne atılan kağıtları, çöpleri tek tek toplamış. Bir gece kepengin üzerine sprey boya ile yazı yazmak isteyen bir genci durdurmuş. Bir başka gece tuvaletini yapmaya çalışan bir adamı kovmuş. Diğer gecelerde ise sokak serserileri ve hırsızlarla boğuşmuş. Ve bir gece yine onlardan birinin bıçağı; sürekli kovulduğu dükkanı koruma pahasına; hayatını kaybetmiş.

Tüm bu gerçekler esnafın bileklerine birer keşke kelepçesi olarak takılır adeta.

Sadece dış görünüşe bakarak bir adamı değerlendirmesinin bedelini ödeyecek şimdi. Duyguları yüreğini hırpalarken. Üstelik kendi kızının bazı geceler gelip, o evsize yiyecek dolu paketler bıraktığından habersiz olarak.’’

Öykümüz bu kadar.

Her zaman dediğim gibi iyilik her insanın kalbinde. İnsanların dış görünüşleri, kıyafetleri, duruşları her ne olursa olsun; hepsi bir kalp taşıyor. Mühim olan o kalbi hissetmek, hiç kimseye önyargılarla yaklaşmamak. Yapabilenlere ne mutlu. Ben tüm o güzel kalplileri yüreğinden öpüyorum. İyi ki varlar. İyi ki hayatımızdalar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.04.2016




16 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR ELMADA DÜNYAYI TANIMAK (2/2)

O halde gelin elimize bir elma alalım. Elmadaki dünyayı keşfederken ANIN güzelliğini yaşayalım.

Rengi, tadı, kokusu, sapı, hatta içindeki çekirdekleri nasıl muhteşem değil mi?

Sizce de içinde tüm bir kainat saklı gibi değil mi? Kırmızı, sarı, alacalı, küçük, büyük, tatlı, ekşi, mayhoş olması hiç önemli değil.

Her haliyle bizi gülümsetecek, harika bir lezzet bombası bence.

İlk ısırıştan, son kalan minik parçasına kadar her lokması içimize sinsin ama. Varsın suları ağzımızdan süzülsün. Varsın çekirdekleri dişlerimizin arasına girsin.

Önemli olan aldığımız lezzet.

Keyif.

Dünyanın, kâinatın keşfi.

Bedenimize şifa olurken, ruhumuzu gençleştiriyor adeta.

Hissediyor musunuz siz de?

ANdayız işte.

Bir elma ile çıktık yola. Önümüzde keşfedilecek öyle muhteşem ANLAR var ki.

Üstelik yemeği ve yaşamayı farkındalıkla keşfettikçe, sağlığı ve huzur kucaklayacağız beraberce.

Deneyerek.
Yanılarak.
Ancak pes etmeden.

ANLAR için, ANLARIN arasında koşma zamanı şimdi.

Ölçülü, dengeli, sağlıklı bir beden ve ruh için tüm gayretimiz.

Elbette korkularımız, endişelerimiz ve hatta pişmanlıklarımız olabilir. Ancak onların bu keyifli yolculukta bize yardımcı olduklarını unutmazsak işimiz kolay.

Geçmiş ve gelecek bize fırsat kaçırtan engeller sadece. Ne olur unutmayalım, biz hep şimdideyiz. 

ANDAYIZ.

Eğer kendimizi gözlemlersek yaptığımız pek çok yanlışı göreceğiz. Midemize nasıl gereksiz yüklendiğimizi, yedikten sonraki pişmanlığımızı, aniden giren krampları, durduk yerde başlayan ağrıları…
Nasıl da gereksiz hepsi.

Sağlıklı alışkanlıklarla, farkındalıkla ağzımıza attığımız her lokma bize şifa. Bize enerji. Ruhumuz daha bir huzurlu artık.

‘’Elinizdeki elma kainatın bedenidir.’’ diyor yazar Thich Nhat Hanh.

İşte bu yüzden bizler de bir elma ile kâinatı keşfetmeye çıktık. Muhteşemliği fark etmenin ne denli kolay olduğunu önce kendimize kanıtlamak için belki de.

Artık sırada farkındalıkla yaşama planı olsun mu? Olsun elbette.

Henüz uyandığımızda başlayan, nefes almamızla şükürlerimizi sağlamlaştıran şahane bir plan bu. Gülümseyerek yaşamla dans etmek demiştim ya bir yazımda; işte aynen öyle. Diş fırçalamaktan tutunda, asansör beklerken, kuyruktayken, trafikte arabada, acele koştururken bile farkındaysak ANLARIN; doğru yoldayız demek.

Her ANIN tadına vardıkça, dünyanın muhteşemliğini keşfettikçe akışta olmamız kolaylaşacak. Her soruna şükürle yaklaşıp, bize kazandırdıklarına bakacağız artık farkında olmadan.

Sahip olduğumuz HER AN öyle kıymetli ki.

Yaşamın özü bizimle. Ona sahip olduğumuz şu gün, şu dakika ve şu AN bizlerden zengin başka hiç kimse yok. buna tüm kalbimle inanıyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.04.2016

Kaynak: TADINI ÇIKAR - Thich Nhat Hanh ile Dr. Lilian Cheung imzalı.


BİR ELMADA DÜNYAYI TANIMAK (1/2)

Geçenlerde çok sevdiğim kitapçı raflarında gezinirken, bir kitap gülümsedi adeta bana.

İsmi TADINI ÇIKAR.

Dünyaca ünlü Zen ustası Vietnamlı Budist Thich Nhat Hanh ile Harvard beslenme uzmanı Dr. Lilian Cheung tarafından kaleme alınmış.

Sayfaları karıştırdığımda keyifli satırlarla karşılaştım. Aslında günümüz dünyasının en büyük sorunu olan kilo problemine çözümler öneriyor. Ama beni etkileyen kısmı; yaşamdan alacağımız zevk ve tatminle ilgili gösterdiği yollar.

Bir türlü kıramadığımız alışkanlıklarımızı nedeyse gözümüze sokuyor. Onları yeniden düşündürürken, yiyeceklere bile farklı bakmamıza vesile oluyor.

Nasıl mı?

Farkındalıkla.

En sevdiğim meyvelerden elmayı da örnek vermesi beni benden aldı adeta. Her gün keyifle ısırdığım o güzelim elmaları nasıl da farkında olmadan yediğimi anladım. 

Diğer yemekleri hiç söylemiyorum. Bir telaş, bir koşturma içinde yenen yemekler. Silinip süpürülen tabaklar. 

Belki de çalışma hayatının verdiği alışkanlık. Hep bir acelecilik hali içindeyiz. Bir yere, bir işe, birisine yetişme telaşı. Çocuğumuzu okula yetiştirmek, oradan işe koşmak, öğlen arasında ev için bir şeyler almak adına tabirimi mazur görün, üstün körü tıkınmak. Akşama ise tüm ev halkına iyi bir şeyler yapma telaşı sararken içimizi; yorgunluktan tükettiğimiz lokmaları fark edenimiz o kadar az ki.

Ne tadını alıyoruz, ne tuzunun farkındayız. Bazen saatler süren hazırlık, beş dakika içinde midemize inmiş oluyor. Hal böyle olunca farkındalıktan fersah fersah uzakta; kendi kayığımızda debelenip duruyoruz adeta. İçinde olduğumuz o güzelim denizin farkında olmadan. Kokusunu, rengini duyumsamadan.

İşte şimdi bunu kıralım istiyorum beraberce.

Bir elmayla başlayalım işe, tıpkı kitaptaki gibi. Çünkü eğer farkına varabilirsek, sadece bir elmada saklı dünyayı keşfedeceğiz.

Elmayı farkında olarak yiyelim. Aheste aheste. Tadına, kokusuna, ağzımızda patlayan lezzet taneciklerinin içimize sinmesine zaman tanıyarak.

Ne dersiniz?

Uzmanların ortak görüşüne göre; bedenen sağlıklı yaşamanın altın kuralı 
FARKINDALIKla yemek ve içmek.

Farkındalıkla! Ama nasıl?

Farkındalığın bilimsel tanımı hayli uzun. ‘’Herhangi bir kanı ya da önyargı olmaksızın, içinde bulunduğu ANda neler olduğunun tam olarak bilincinde olmak; kendi içimizde olup biten ve çevremizde meydana gelen HER ŞEYİN AN be AN farkında olmak.’’ demek.

Bir şeyin farkında olmak içinse BİR Anlığına, tam anlamıyla ANI yaşamayı ve o şeye derinlemesine bakmayı öğrenmemiz gerekiyor.

Önce başıboş dolaşan zihnimizi durdurmalıyız ama. Şimdi ANda olmanın o gizemli yollarındayız. Ama yolumuz gizemli olduğu kadar da zorluklarla dolu. Hatta sıkıntılı.

Varsın olsun. Burada dikkat edeceğimiz nokta onlarla savaşmanın olmaması. Aksine arkadaş olmaya çalışacağız. Bizim için, bize yardımcı olmak için orada olduklarını kalben kabul edeceğiz. Bunu başarabilirsek eğer, bize sevinç ve huzur getirecek yol hemen karşımızda.

Sonrası mı?

AN karşımızda işte. Yakalayıp tadına varma zamanı artık.

Bunun için gecikme diye bir şey söz konusu değil. Yani istediğimiz her zaman, ANI yakalayıp yeni baştan başlayabiliriz bu yola. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.04.2016

10 Mayıs 2016 Salı

Tüm Unutkan Anneler’in Anneler Günü kutlu olsun!

Anneler Günü geldi çattı… “Hep daha iyisi” diyerek bebeklerin ve annelerin isteklerine her zaman en iyi şekilde cevap veren, Türkiye’nin yeni bebek bezi ve ıslak havlu markası Sleepy, Unutkan Anneler’e teşekkür ederek onları unutmadığını gösterdi.

Bir zamanlar uyku kelimesini en sıcak kelime olarak tanımlayan, %50 indirimleri ve yeni sezon çantaları kaçırmayan, en son çıkan filmlere en önce giden, yemek keyfinden asla ödün vermeyen, küçük bir temizlikten sonra bile en az 3 saat dinlenen ve fönsüz dışarı adımını atmayan ama bir gün, dünyalarını değiştiren o büyük mutluluk ile birlikte dünyaları unutan tüm Unutkan Anneler’in Anneler Günü’nü büyük bir coşku ile kutladı.

Kendilerini çocuklarına adaya Unutkan Anneler’i unutmayan Sleepy, Anneler Günü için özel olarak hazırladığı ajandası ile de tüm annelerin kalbini çalmayı başardı. #unutkananneler hashtag’ini kullanarak Instagram ve Twitter sayfalarında paylaşımda bulunan ve Mayıs Ayı boyunca market.sleepy.com.tr adresinden alışveriş yapan herkese dağıtılacak bu ajanda ile tüm bir yıl mutluluk ve bol bol gülümsemeyle geçecek.

http://www.unutkananneler.com/

Sleepy, en sevdikleri pastanın son dilimini her zaman çocuklarına ayıran ve gerçek sevginin ne anlama geldiğini varlıklarıyla kanıtlayan Unutkan Anneler’e “İyi ki varsınız…” diyor ve kalpten bir teşekkür gönderiyor.



Bir boomads advertorial içeriğidir.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

GERÇEK ZENGİNLİK NEDİR? (2/2)

Aradan yıllar geçiyor. Lim okuyor. Başarılı olmak için tüm gayretini gösteriyor. Güzel bir üniversiteyi hak kazanıyor. O saatten sonra da; her şeyi kendi başına başaracağını söyleyerek;  babasının yardımlarını kabul etmiyor.

Dolayısıyla evden ayrılırken iki tarafında kalbinde kırgınlık rüzgarları esiyor.  

Ne yazık ki Lim, bu ruh halini geçen yıllar içinde hep koruyor. Bir iş adamı olduğunda bile eve dönmek istemiyor. Aile toplantılarına katılmıyor. Her defasında babasının çağrılarını işlerini bahane ederek erteliyor.

Babasının üzüldüğünü fark ediyor etmesine, ancak umursamıyor. Çünkü o çocukluk öfkesine her defasında yenik düşüyor.

Derken bir gün babasını kaybettiğini öğreniyor. Evine geri dönüyor. Çocukken terk ettiği evi ve eşyaları kendisine o kadar yabancı geliyor ki. Eşyaları elden geçirirken; onu her defasında üzen eski kumbarayı buluyor. Ve bir sürü mektup.

Mektupları tek tek açıp okuyor. Hepsinde bağışlar için teşekkür eden satırlarla karşılaşıyor. Buna bir anlam veremiyor. Hatta bir yanlışlık olduğunu düşünüyor.

Sonunda mektubun geldiği adresi ziyarete gidiyor. Karşısında yardıma muhtaç çocukların yaşadığı bir yardım kuruluşunu bulunca epey şaşırıyor.  

Kapı önündeki şaşkınlığı, içeride senelerce bağış yapan ismin kendisi olduğunu öğrendiğinde iyice artıyor. İnanamıyor. Hata olduğunda ısrar ediyor.

Kuruluşta tekerlekli sandalyede genç bir adamla tanışıyor.  Babasından övgüyle söz eden bu genç; babasının çok sevildiğini, özellikle çocukların gönlünde apayrı bir yer kazandığını anlatıyor coşkuyla.

Aslında babası kendisini hiç düşünmeden, hastalığını da hiçe sayarak; hep çok çalışmış; çocuktan yaşlıya buradaki herkese yardım etmekten büyük keyif almıştır. Ve beraberce kumbarada biriktirdikleri o paraları buradakiler için harcamıştır.

Tekerlekli sandalyede olduğu için okula gitmeyi istemeyen, neredeyse hayatından vazgeçen bir çocukla ise özel olarak ilgilenmiştir. Ona her gün kitaplar okumuş, sabırla elinden tutmuş; sonunda direncini kırmıştır. Babası sayesinde hayata yeniden bağlanan o çocuk; şimdilerde çok başarılı bir yetişkindir.  Ve o yıllarda babasının kendisine verdiği özel notu hala saklamaktadır.

‘’Harika bir adam olacaksın. İnan yeter. ‘’

Lim, oradan elinde ödül ve içindeki büyük pişmanlıkla çıkarken; azimli genci, babasını ve yaptıklarını düşünür. Çocuk aklıyla nasıl da yanılmıştır.

Evde babasının fotoğrafını başköşeye asar. Çekmecelerin birinde bulduğu eski palyaço kıyafetini giyerek; yıllarca kendisinden habersizce yardım ettiği kuruluşa gider. Artık oradakileri gülümsetme sırası ondadır. Tıpkı babasının yıllar önce yaptığı gibi.

İşte o anda GERÇEK ZENGİNliğin ne olduğunu çok daha iyi anlar.

Ve sözler; gökyüzünden kendisine gülümseyen babasının fısıldaması gibi; kendi dudaklarından dökülür.

‘’Gerçek zenginlik, ne kadara SAHİP OLMAKla değil; ne kadar VERDİĞİNle ilgilidir.’’

Babasının felsefesini anlamıştır geç de olsa. ‘’

Öykümüz böyle.

Şimdi yorum sizler de. Bu güzel felsefeyi anlatabilmenin başka yollarını bulabilir miydi o baba bilemiyorum. Diğer çocuklara gösterdiği ilginin birazını da kendi çocuğuna göstermeliydi; diyenleriniz var belki de aranızda. Çocukluktan kalan yürek kırgınlıklarının telafisi de zor mutlaka. Ancak birer yetişkin olduğumuzda; iş işten geçmeden; henüz vakit varken bağışlayabilmek en güzeli. Sahip olduklarımızın kıymetini bilmenin ilk adımı sevgiyle engelleri yok etmek. Aslında ne kadar zengin olduğumuzu fark etmek.

Ve elbette gönülden vermek.

Paylaşmak.

Bir tebessüm, bir teşekkür, bir hediye, bir jest, bir dilim ekmek, bir kap su, minik bir kemik parçası, kısacası her ne olursa olsun. Yeter ki verelim. Verelim ki gerçek zenginliğimiz gün be gün artsın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.03.2016



GERÇEK ZENGİNLİK NEDİR? (1/2)

Ön yargılarımız henüz çocuk yaşlarda şekil almaya başlıyor maalesef. O sırada etrafımızda olan aile büyüklerimiz de ilk sırada. Anne, babamızı ya da kardeşlerimizi eleştirdiğimiz, yaptıklarını beğenmediğimiz ve içten içe öfke tohumlarımızı suladığımız zamanlar.

Hayatımızın hangi evresinde olursak olalım, geri dönerek suçlayacağımız bir dayanak sanki onların yaptıkları. Bizim çocuk halimizle yanlış değerlendirdiğimiz ve sevmediğimiz o davranışlar; her şeyin sebebi neredeyse.

Büyüsek de, çocuklarımız olsa da fark etmiyor.

Kendi kusurlarımızı başkasına yükleyip sıyrılıyoruz hatalarımızdan. Çünkü kendimizle yüzleşmek zorumuza gidiyor. Başkalarını suçlamak kolayımıza gidiyor.

Halbuki ne kadar zengin olduğumuzu bir bilsek.

Bir anlasak. En azından büyüdüğümüz zamanlarda.

İnanın bana hayatlarımız çok güzel, renkli ve kaliteli olurdu.

Yaklaşık beş dakikalık bir videoydu izlediğim. Ben çok beğendim. Ama yorumları okuyunca, çoğu kişinin farklı düşündüklerini gördüm. Her yoruma saygım sonsuz elbette. Ama ben anladığım şekliyle kelimelere döküyorum. Kaynak kısmında videoyu bulabilirsiniz.

‘’Japonya’da yaşayan bir baba ile oğlu Lim’in öyküsü bizimle şimdi.

O sıralarda ilkokul öğrencisi olan oğluyla geçimini sağlamak için, didinip duran bir baba var karşımızda. Pek çok işe aynı anda koşuyor. Kağıt topluyor. Broşür dağıtıyor. Hatta hatta palyaçoluk yapıyor. Yaşam şartları belli ki çok zorluyor bu güzel yüreği.

Evet, belki bu koşturma sırasında oğluna yeterince zaman ayıramıyor. Gece gündüz devam eden onca koşturmaya bedeni yorgun düşüyor. Bu yüzden zaman zaman oğlunun sitemleriyle de karşılaşıyor. Ama o hiç gocunmuyor hayatından. Doğru yaptığına inanıyor.  Bunun için çabalıyor ve her daim gülümsüyor.

Babasının fakir ve beceriksiz olduğunu düşünenLim ise; içten içe zengin arkadaşlarına özeniyor. İçindeki o çocuk öfkesiyle babasını sevmediğini bile düşünüyor.

Günlerden bir gün, babasının yazdığı bir not dikkatini çekiyor.

‘’Harika bir adam olacaksın. İnan yeter.’’

Kendisi için yazıldığını sanıyor önce. Seviniyor. Ancak notun kendisi için olmadığını öğrendiğinde; gülümsemesi yüzünde adeta donuyor. Üzülüyor çocuk kalbi. İçindeki kızgınlık harlanıyor.

Bu ve benzer durumlar; babası ile arasındaki bağları giderek zayıflatıyor yıllar içinde.
Ondan hiç ilham alamadığını düşünüyor çocuk aklıyla. Sabahları okula götürmesi gerekirken, koltukta yorgunluktan sızıp kaldığı zamanları unutamıyor. Bir de her hafta; harçlığından ayırıp kumbaraya atmak zorunda kaldığı paraları.  

Sonunda bir gün isyan ediyor. Kısıtlı okul harçlığından kumbaraya para atıyor olmaktan mutsuz çünkü. Neden zengin olmadıklarını soruyor babasına. Alacağı cevabı yıllar sonra yeniden hatırlayacağını ve aslında çok zengin olduğunu hiç bilmeden.

Adeta bir hayat felsefesi olan o cevap üzerinde düşünüyor çocuk. Günlerce kafa yoruyor. Gelin görün ki kendisini yine de mutlu hissedemiyor.

İşte o zaman, içinden bir söz veriyor. Büyüdüğünde babası gibi zavallı birisi olmamak adına çalışma sözü. (Devamı öykünün çarpıcı sonu ve babanın cevabı ile 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.03.2016

3 Mayıs 2016 Salı

AHENKLE DANS EDELİM Mİ?

Hiç farkında değiliz belki ama; hayat her yeni günle beraber bize bu soruyu soruyor.

Ahenkle dans edelim mi?

Bazen sabah doğan güneşle beraber gökyüzünü kuşatan o eşsiz renkleri ile yapıyor bunu. Bazen tüm dünyası şakımak olan minicik bir kuşla. Bazen masmavi denizde aniden ortaya çıkıveren yunuslarla.  Bazen de sizi kocaman tebessümlerle kucaklayan, o en sevdiğinizle.

Peki bizler bu güzel davete icabet ediyor muyuz dersiniz?

Maalesef hayır. Üstelik görmezden geliyoruz her defasında.

Dansı bilmediğimiz için mi? Eğer bilmiyorsak, en azından öğrenebiliriz. Kendimizi yaşamın albenili kollarına bırakalım ve isteyelim yeter ki.

Aramızda bu ahengi yakalayıp dans eden çok güzel kalpler var. Ve ben onların önünde saygıyla eğiliyorum.

Çünkü onlar gördükleri, baktıkları, duydukları ve hissettikleri her şeye hak ettiği kıymeti veriyorlar. Üstelik zarafetle taçlandırılmış bir gülümseme eşliğindeki dansları ile bunu hepimize hissettiriyorlar.

Her anın, her dakikanın, her günün keyfine varıyorlar. Ufak tefek sorunların o ışıltıları karartmasına asla izin vermiyorlar.

Çevremiz böylesi insanlarla kuşatıldığında, o enerji ve ışık öyle güzel sarıyor ki ruhumuzu. Hepimiz seviyoruz onları. Hayatla muhteşem uyumlarını ve danslarını özlüyoruz; görmediğimiz zamanlarda.

Şimdi kendimizi düşünelim. Bir an için de olsa; dokunduğumuz her şeye en değerli armağanmış hissini verdiğimizi hayal edelim. O eşsiz yaşam müziği ile dans ettiğimizi.

Yaşam her an fısıldıyor bize.

Adeta ‘’Hadi dans edelim.’’ diye göz kırpıyor.

O büyük karmaşa içinde bile tılsımlı bir müziğin notaları var aslında. Zor değil hissetmek. Ve inanın bana sadece bu hayal bile gülümsetecek her birimizi.

Hadi gelin deneyelim. Sıradan bir çakıl taşı olsun elimizdeki. Ya da minicik cılız bir çiçekle kesişsin gözlerimiz. Üstü başı perişan bir sokak köpeği çıksın mesela yolumuza o an için. Parıldayan güneşin önünü kapkara bir bulut kessin aniden ve yağmur başlasın delicesine.

Sorarım size ne fark eder ki? Biz ona hak ettiği değeri verdiğimizde, içindeki ahengi yakalamış olacağız. İşte o zaman bizim için her şey birbirinden değerli olacak.

Tıpkı Mevlânâ’nın bir kuyumcu dükkanında hissettiği o muhteşem duygu ile sema etmesi gibi. Bu çok değerli öyküye kulak verelim önce. İçiniz sıcacık olacak ve siz de ahenkle dansa kalkacaksınız belki de benim kelimelerimle. Ben yazarken dans ediyorum çünkü klavyenin tuşlarında.

‘’Konya’dayız şimdi. Civar bir gölün kenarında balıkçılıkla geçinen bir ailenin evladıdır Şeyh Selâhaddin Feridun. Gençliğinde katıldığı sohbetlerde ünlü pek çok bilgeden feyz alıp olgunlaşmış. Herkes tarafından sevilip, sayılmış. Kuyumcular çarşısındaki dükkanında, çıraklarıyla beraber altın varak yaparak geçimini sağlarmış.

Günlerden bir gün Mevlânâ çarşıda gezinirken, yolu buraya düşer. Tam dükkânın önünden geçerken, aniden durur. İçerden bir ses gelmektedir. O ana değin kimsenin umursamadığı bu ses; varak yapmak için çekiçle altına şekil veren Şeyh Selâhaddin ve çıraklarının çalışma sesidir. Mevlana büyülenmiş gibi bir süre bu sesi dinler. Ardından da semaya başlar.

Dışardaki hareketliliği sezen Şeyh Selâhaddin, dükkanından dışarıya çıkar. Mevlânâ’nın semasını, çekiç darbelerinin ritmine uyarak huşu içinde dansını şaşkınlıkla izler. Ellerindeki altının ziyan olmasına aldırmaksızın; çıraklarına işe devam etmelerini söyler. Kendisi de Mevlânâ'nın ayaklarına kapanır. Orada başlayan dostluk yıllara yayılır. Ve hayatını kaybedene kadar da güçlenerek devam eder.’’

Geçmişten bizlere uzanan Mevlânâ öyküsü böyle.

Çoğumuzun duymadığı, duysa da önemsemediği, bazen de öfkelendiği böylesi bir sese karşı; Mevlânâ’nın yaklaşımı ne kadar farklı değil mi? Onun duyduğu sadece kulaklarını okşayan ahenkli çekiç sesi değil. Hayatın müziğini duymuş o anlarda. Ve duymakla kalmamış; bu sese değer vermiş. Oradaki şaşalı hazinelerden daha kıymetli bulmuş. ANIN FARKINA VARMIŞ. O Ana sımsıkı sarılmış. Kulağında çekiç ezgisi dans ederken,  yaydığı büyülü ışıltı ile oradaki herkesi sıcacık kucaklamış.

Ne mutlu bizlere ki, gönlü sevgiyle çağlayan Mevlânâ’nın torunlarıyız hepimiz. O halde, bizler de etrafımızdaki her kişiye, her canlıya ve her nesneye böyle yaklaşabiliriz. Minicik detaylardaki ahengi hissedip, hissettirebiliriz.

Hayatla dans ederken, her ANA kıymet verebiliriz.

İşte benim felsefem. Yıllar içinde edinmeye çalıştığım, hala üzerine titrediğim, yorulmadan çalıştığım o en olağanüstü duygu. Daha yolun çok başındayım, biliyorum. Ama kendim ve hepimiz için; gönül gözüyle bakanlardan, sevgiyle kucaklayanlardan olmayı diliyorum her daim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.03. 2016





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...