29 Mayıs 2019 Çarşamba

GÜÇLÜ BAĞLARIN MUCİZESİ


Yapılan bilimsel araştırmalar kronik yalnızlığın erken ölüm riskini % 14 oranında arttırdığı sonucunu ortaya koyuyor.

Bu da güçlü bağların, sıcacık sevgilerin, sımsıkı içten kucaklaşmaların insan bedenine ne denli iyi geldiğini kanıtlıyor. Yani sadece ruhumuz doymuyor, bedenimiz de sevgi dolu paylaşımlarla besleniyor.

Bilinçli olarak seçtiğimiz, kaliteli yalnızlığı tamamen ayrı tutmak gerekiyor elbette.

İçimizdeki güzel kaynakların arada bir yenilemesi gerektiğini söyleyen ve bunun hayatta kalmak için en iyi yol olduğunu savunan; Nobel edebiyat ödülünü alan ilk Amerikalı kadın yazar; Pearl Buck haksız sayılmaz.

Sıkılmadan zaman geçirebildiğimiz, daha üretken daha verimli olduğumuz bu yalnızlıklar, tam tersi ruhumuzu sakinleştiriyor bana göre. İç huzurumuzu koruyan bir terapi gibi. Çünkü daha iyi düşünüyor, daha doğru kararlar alıyor ve hayatımızı kaliteli yaşamak adına kendimize daha güzel hedefler belirliyoruz. Ayrıca kendi kişisel filtremizi tamir etme şansını yakalıyoruz.

Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer’in sözleri de adeta bunu kanıtlar gibi.

“Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.”

Ancak kalabalıklar içinde dahi yüreğimizin üşüdüğü, kendi sıkıntılarımızın sarmalında debelendiğimizi hissettiğimiz yalnızlık anları çok zor.

İşte böylesi zamanlarda ruhumuz solup sararıyor.

Sevincimizi gerçekten paylaşan, üzüntümüzü sadece gözlerimizin içine bakarak dinleyen insanlara hasret; üşüyoruz. Ruhumuzun üşümesi bedenimize yansıyor. 
Baktığımız şeylerden, yediğimiz yemeklerden tat alamıyoruz. İçimizden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Bu ise bağışıklık sistemimizi yavaş yavaş aşındırıyor.

Sadece bir iki kelime dahi etmenin insanın içini nasıl açtığını, hal hatır soranlar olduğunda kendimizi nasıl iyi hissettiğimizi bir düşünsenize…

Peki nasıl başlıyor bu üşüten yalnızlık dersiniz?

Kendi sınırlarımızı koruyamadığımız, vereceğimiz en basit kararlar için dahi başkalarının onayına ihtiyaç duyduğumuz anlara aman dikkat.

Filizlenme başlıyor. Mutlu olmayacağımızı bile bile, içimiz acırken kendimizi değil sadece başkalarını düşünerek attığımız her adım bu filizi büyütüyor maalesef.

Biz ısrarla böyle davranmaya devam ettikçe, başkaları için kendi kararlarımızı hiçe saydıkça, onu yok etme imkanını elimizden kaçırıyoruz.  

Hiç farkında olmadan dağılmaya başladığımız günler bir tık uzağımızda artık.

Bir süre sonra bir de bakıyoruz ki başkaları tarafından kullanılıyoruz ve acımasız bir şekilde aslında yapayalnızız.

Yapılan bir başka araştırmaya göre kendisini yalnız hisseden insanların yarıdan fazlası maalesef evli.

Bu da bir başka ironi.

Çoğu insan hayatını paylaşmak üzere evlenirken, kendisini bambaşka bir yalnızlık sarmalında bulabiliyor. Çok sevdikleri arasında bile.

İşte bu ve benzeri durumları fark ettiğimiz noktada değiştirmek, kök salmış duyguları söküp atmak gerekiyor. Bunu yapabilmenin yolu da seçilen bilinçli yalnızlığımızda gizli.

Tekrar sınırlarımızı çizmeye, sağlamlaştırmaya, öncelikle kendi duygu ve düşüncelerimizi baz almaya karar vermek ve uygulamak sanıldığı kadar kolay değil biliyorum.

Belli bir zamana, cesarete ihtiyaç duyduğumuz da bir gerçek.

Ancak hayata bir defa geliyoruz. Onu kendi irademizle istediğimiz gibi yaşamak, kendi kararlarımızı kendimiz vermek ve mutlu olmaya çalışmak en doğal hakkımız.

Kendimizi hayata karşı daha güvenli, daha güçlü hissetmenin; duygusal ve sosyal anlamda doyumlu olmanın ve kurulan güçlü bağlarla bunu diğer insanlarla paylaşmanın önemi öyle büyük ki. Bunu hiç unutmayalım olmaz mı?

Samimi, içten, sevgi dolu kalplerimiz çok olsun dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.03.2019



16 Mayıs 2019 Perşembe

MİNİCİK MOLEKÜLLERİN NEŞEYLE DANSI



Hepimiz biliyoruz ki vücudun yapı taşı proteinler.

Proteinlerin yapı taşı ise amino asitler.

Amino asitlerin birbirine bağlanması ile peptitler oluşuyor.

Ancak peptitler arasında daha da küçük moleküller var.

Onlar sinir hücreleri yani nöronlarla iletişim kurmak için, nöronlar tarafından kullanılıyorlar.

İşte bu minicik moleküllere nöropeptit deniyor.

Sempatik sinir sisteminde, non-sempatik ve parasempatik sinir liflerinde bulunuyor kendileri.

Metabolizmadaki pek çok fizyolojik düzenleme ve davranış şekli onlar sayesinde sağlanıyor. Bizlerde endişe anında kalp ritminin artması, avuç içlerinin terlemesi; hayvanlarda deri ya da kabuk değişimi bunlardan sadece bir kaçı.

Bu minicik moleküller bedenimizde çok güzel işlere imza atıyor.  

Dokularımızın gelişmesi, yaralarımızın iyileşmesi, mikroplara karşı bağışıklık sistemimizin güçlenmesi hep onlar sayesinde oluyor.

Dolayısı ile sayıca fazla olmaları bizlerin lehine bir durum.

Peki bunu dışarıdan desteklemenin bir yolu var mı?

Evet var.

Biliyor musunuz bu minicik moleküller üzerinde olumlu anlamda etkili olan tek duygu neşe.

Ne kadar neşeli olursak nöropeptitlerimiz o kadar canla başla çalışıyor bizim için. Bir anlamda neşenin ezgileriyle vücudumuz içinde daha çoşkulu olarak dans ediyorlar.

Uzmanlar düşüncelerin bu moleküllerin üretimini tetiklediğini;  neşeli ve kederli insan nöropeptitlerinin birbirinden farklı olduğunu söylüyor. Enerjimizi yüksekte tutacak iyi düşünceleri çoğaltmak, iyi nöropeptitleri artırmamız adına önemli.

Bunu her zaman yapabilmek elbette zor. Ancak her yazımda belirttiğim gibi zor şartlar altında dahi gülümsemek, kendimizi iyi hissettiren güçlü bir davranış. Beynimizi bu anlamda kandırmamızın da artık mümkün olduğunu biliyoruz.

O halde gelin neşeyi hayatımıza davet etmenin yollarını arayalım her fırsatta. Var olan güzellikleri küçük büyük demeden şükürle anmamız bunun ilk adımı bence. 

Şükrettikçe artan iyi hisler beynimizden tüm vücudumuza güçlü pozitif enerji sinyalleri yaymaya başlayacak. Bunlar sayesinde kendimizi neşeli hissederken, bir yandan da o şirin moleküllerin artmasına yardımcı olacağız.

Dileğim o ki bu minicik moleküller hep neşeyle dans etsin içimizde. Bizler de o neşe dolu dansın olumlu etkilerini yaşayıp şükürlerimizi çoğaltalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.04.2018




8 Mayıs 2019 Çarşamba

AY IŞIĞI SONATI


Geçmişten günümüze anlatılan öykülerin, masalların ve hikâyelerin ruhumuzu zenginleştirdiğini düşünüyorum. Bir yandan geçmişteki konular, olaylar ve kişiler hakkında bilgi sahibi olurken; bir yandan da bakış açımızı genişletiyoruz.

Üstelik bir kısmının gerçek olmasa da gerçeğe yakın olduğunu kabul ediyor; bu anlamda rivayetleri seviyoruz.

Bazı öyküleri derinlemesine araştırdığımızda birden fazla rivayetle karşılaştığımız da bir gerçek. Böylesi durumlarda hepsinden söz etmenin ve değerlendirmeyi okuyuculara bırakmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum kendi adıma.

İçinde pek çok rivayet barındıran Ay ışığı sonatı (No.14 Do diyez minör sonat) da bunlardan bir tanesi.

Ludwig Van Beethoven’ın yazdığı 32 sonat içinde en tanınmış olanı.

Dinlediğinizde etkilenmemek mümkün değil. İçinde biraz hüzün, bir parça tebessüm, ilginç ama güzel bir rastlantı, çokça müzik ve geçmişin ışıltılı tozları var.

Dinginliği ve her şeyden arınmayı ruhumuzun derinliklerinde hissedeceğimiz ay ışığı sonatını yakalamaya hazırsanız; başlayalım mı?

Neden bilmiyorum ama en sevdiğim rivayet için şimdi gelin beraberce Viyana’ya gidelim.

Ünlü Alman besteci Beethoven ile arkadaşı sokak aralarında gezinirlerken; kulaklarına dolan notalarla aniden durup piyano sesinin nereden geldiğini anlamaya çalışırlar.

Bir apartmanın ikinci katındaki açık camdan sokağa yayılan notalar Beethoven’i adeta büyüler. Kimin çaldığını merak eder.

Birlikte apartmanın ikinci katına çıkarak kapıyı çalarlar. Kapıyı açan kadın karşısında ünlü besteciyi görünce çok şaşırır. Heyecanlanır.

Beethoven piyano sesini duyarak geldiğini, müziği çok beğendiğini ve çalan kişiyle tanışmak istediğini söyler. Kadının şaşkınlığına sevinci eşlik ederken, onları içeriye davet eder.

Piyano başındaki kızının yanına götürür. Annesi kızına misafirleri olduğunu ve gelen kişinin Beethoven olduğunu kulağına fısıldar.

Görme engelli küçük kız heyecanla ayağa kalkar. Kızın durumuna hayli üzülen 
Beethoven ona ve ailesine yardım etmek istediğini belirtir. Küçük kıza bir dileği olup olmadığını sorar.

Gözleri doğuştan görmeyen kız ondan hiç görmediği ay ışığını anlatmasını ister.

Neredeyse hayattan kopma noktasına geldiği ve hatta intiharı düşündüğü o anda, küçük kızın minicik ama naif bu dileği besteciyi çok duygulandırır.
Hemen piyanonun başına geçer ve doğaçlama olarak ‘’Ay ışığı Sonatı - Moonlight Sonata’’ yı besteler.

Küçük kıza verdiği armağan sayesinde hayatına yeniden bağlanır ve tamamen kulaklarını kaybettiği son yıllarında dahi ölümsüz bestelerine devam eder.

Çocukluk yıllarından itibaren zorlukla mücadele etmiş; çok sevdiği annesini erken kaybetmiş, alkolik babasından oldukça katı kurallarla piyano çalmasını öğrenmiş; yaşadığı çeşitli sağlık sorunları bir yana sürekli terk edilmenin acısıyla yoğrulmuş; 
işitme yetisini yavaş yavaş kaybettiği, yönettiği orkestrayı duyamaz hale geldiği zamanlarda ise hayatına son vermeyi düşünmüş bir besteci kendisi.

Yine de yaşamı boyunca ölümsüz pek çok esere imza atmış.

Hiç evlenmemiş. Ancak tutkulu bir aşık olmuş. Çok sevmiş ama hep aldatılmış ve terk edilmiş.

İşte bazı kaynaklar onun bu güzel eserlerinin altında yer alan en önemli nedeni yaşadığı derin aşklara ve sonunda çektiği acılara bağlıyor. Çünkü her ayrılık acısının ardından yaşama küsen, ölümü düşünecek kadar kendinden vaz geçen bir duygusal yapıya sahip ünlü besteci. Ona güç veren notalar sayesinde nefes aldığı ve besteleri ile acılarını yendiği ise kaynaklardan elimize ulaşan notlar arasında.  

Rivayetlerin diğerleri ise yazımıza konu olan Ay ışığı sonatı’nın bu acılı ayrılıklardan bir tanesinin ardından bestelendiğine dair.

Takdiri sizlere bırakıyorum.

Sonuçta karşımızda dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından bir tanesi ve onun ölümsüz bir eseri var.

Bu güzel eseri dinleyebilmenin şükründe, kocaman bir tebessüm yolluyorum kulaklarımda dans eden notalarının arasından ünlü sanatçıya.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.03.2019




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...