29 Ocak 2020 Çarşamba

MAALESEF GERÇEK

Tarihte yaşanan acımasızlıklar insanın kalbini her zaman derinden yaralıyor. İşte onlardan bir tanesi daha…

Tesadüfler sonucu ortaya çıkan bir abajur bugünkü yazımın ana konusu. Ama bildiğimiz sıradan bir abajur değil.

2005 yılında Amerika’da yaşanan ve büyük felakete sebep olan Katrina kasırgasını hemen hepimiz hatırlıyoruz. Kuvvetli rüzgar, bitmeyen deli fırtına, ardından meydana gelen sel; geçtiği yerlerde epey tahribata yol açar. Kaybolan canlar, yok olan evler, sürüklenen eşyalar, arabalar ve daha niceleri. Tablo çok korkunçtur.

Her şey durulduğunda çekilen sularla beraber çamurlu pek çok eşya gün yüzüne çıkar. Bazı insanlar da bu eşyaları elden geçirip satmanın yollarını arar.

İşte o eşya yığınları arasından bulunur söz konusu abajur. Oldukça zariftir. Temizlenir, elden geçirilir ve satılşa çıkarılır.

Onu satın alan kişi bir koleksiyoner olan Skip Henderson’dur. Abajuru çok beğenen Henderson onu mağazında satışa koymaktansa bir arkadaşına hediye etmeyi tercih eder.

Artık abajurun yeni sahibi araştırmacı gazeteci Mark Jackopson’dur. Hediyesini alan gazeteci onu oturma odasına gözünün önüne yerleştirip kullanmaya başlar. Ancak bir süre sonra içine çöken kasvet ve karamsarlık onu şaşkınlığa uğratır. Akşamları ışığını yaktığı abajurla oluşan garip ruh halinden, huzursuzluğundan gün geçtikçe daha çok tedirgin olur. Gözlerini abajura diker. Sonunda onun sıradan bir eşya olmadığına kanaat getirir. Sorunun ne olduğunu anlamak için abajuru kaptığı gibi inceletmeye verir.

Teste alınan abajurun sonuçlarını alınca uzun süre kendisini toparlayamaz. Dizlerinin bağı çözülür adeta. Bir yandan gözlerinden süzülen yaşı silerken, bir yandan da içinde gittikçe kabaran öfkesiyle mücadele etmeye çalışır.

Neden mi?

Çünkü o zarif abajur maalesef insan derisi kullanılarak yapılmıştır.

İşte o tarihten sonra da elindeki abajurun geçmiş hikayesini araştırmak ve duyduklarını kanıtlamak için yollara düşer.

Şimdi gelin biz de o zalim yıllara uzanalım.

Yıl 1945.

Almanya sınırları içindeki en büyük toplama kapı olan Buchenwald toplama kampındayız.

Tarihin en canavar ruhlu kadınlarından birisi karşımızda.

Ilse Koch.

Söz konusu kamptaki siyasi suçlu hapishaneleri'nin komutanı Karl Otto Koch'un eşi kendisi. Dört çocuk annesi üstelik.

Lakabı Buchenwald Cadısı.

Kamptaki mahkumlara karşı acımasız ve hatta sadist tutumları nedeniyle bu lakapla ün salmış.

En büyük merakı dövmeli bedenler olan Buchenwald Cadısı; seçtiği mahkumları özel emirle dispansere gönderirken orada çalışanlara istediklerini tek tek yaptırır.

Muayeneden geçirilen mahkumlar arasında en güzel dövmeye sahip olanlar ayrılır. Enjeksiyonla öldürülür. Sonra patoloji bölümünde istenen dövmeli kısımlar çıkarılır. Özel işleme alınır ve hasta ruhlu kadına teslim edilir.

Amacına ulaşan Ilse Koch da bu derilerden kendisine çanta, eldiven, iç çamaşırı ve gece lambası yapar. Üstelik tüm bu eşyaları büyük bir keyifle kullanır. Ta ki savaş bitinceye kadar.

Savaş sonrası ne mi olur?

Yaklaşık elli bin cinayetten sorumlu tutulur. Ömür boyu hapis cezası alır. Ancak hücresinde demir parmaklığa bağladığı çarşaf ile intihar eder.

İşte gazetecinin ruhunu adeta boğan bu abajurda o yıllarda, o toplama kampındaki kim bilir hangi kadın, erkek ya da çocuktan alınan derilerle yapılmıştır?

Maalesef bu ve benzer örnekler o kadar çok ki. Dünyanın en tehlikelisi biz insanların eline imkan geçtiğinde; ne denli acımasız olduğunu görmek ise her defasında içimizi kanatıyor.

Sevgisizliğin ve acımasızlığın son bulduğu huzur dolu bir dünyayı görmek ve yavrularımıza bırakabilmek ümidimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.11.2019





28 Ocak 2020 Salı

Yoksa Sen De Aldığı Kararları Uygulayamayanlardan Mısın?

“Başlamakla ilgili bir sorunum yok, milyonlarca şeye başladım ama hiçbirini bitiremedim. Neden bitiremiyorum?” 

Siz de bir türlü başladığınız şeyleri aynı kararlalılık ve istikrarla bitiremiyor musunuz? Bitiremediğim şeyler neler mi?
Her Pazartesi başladığım diyetim, 1 yıllık ödemesini peşin yaptığım spor üyeliğim, son 3 aydır düzenlememi bekleyen  kitaplığım gibi gibi.. Bu örnekleri çoğaltıp daha fazla kendi moralimi bozmak istemiyorum :)



New York Times Bestseller, Amazon Puanı: 4.8/5 olan “BİTİR” ,  son zamanlarda okuduğum en dikkat çekici ve aldığım kararları hayata geçirmemde yardımcı olan bir kitap oldu. Üstelik sadece 2 günde bitirdim.

Şimdi size okuduğum kitaptan kısa kısa bilgiler aktarmak isterim.  Araştırmalara göre, yeni yıla girerken alınan kararların yüzde 92'si başarısızlıkla sonuçlanıyor. Buna şaşırdık mı ?!
 Bunun ardındaki en büyük ve en sinsi neden, tembellik değil mükemmeliyetçilikmiş. Hepimiz kendimizin en acımasız eleştirmeniyiz ve mükemmel olmayacağını düşünüyorsak hiç yapmamayı tercih ediyoruz. Bu nedenle, iyi bir başlangıç yapmış bile olsak, sonuçların istediğimiz gibi olmayacağını düşünmeye başladığımız anda daha fazla ilerlemekten vazgeçiyoruz.

Bu kitaptaki stratejiler bugüne kadar okuduklarınızla örtüşmeyebilir ve sizi şaşırtabilir. Ancak kitapta önerilen uygulamalar bir üniversite araştırmacısının yüzlerce katılımcıyla yaptığı çalışmalara dayanıyorlar.

Siz de artık benim gibi kronik olarak bir şeyleri erteliyor ve sürekli olarak başladığınız diyeti 2 günde bırakıyor, hedeflerinize bir türlü ulaşamıyorsanız bu kitabı okuduktan sonra kitaptaki prensipleri uygulayarak hedeflerini tamamlayabilen kişiler arasına girebilirsiniz.

Hedeflerini "BİTİR" kitabı sayesinde tamamlamayı başaran hatta bu kitabı okuyan olursa yorumlarını yazsın. Güçlerimizi birleştirelim.

Hedefine ulaşamayan arkadaşınız, tanıdıklarınız varsa bence onlara alabileceğiniz en güzel hediye de sanırım bu kitap olacaktır . Merak edenler için buraya kitabın linkini bırakıyorum.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

21 Ocak 2020 Salı

Çocuklar Süt Sevmiyor mu?



Dün bir arkadaşıma çaya davetliydim. Öğleden sonra olduğu için çocukları evdeydi. Ben de giderken onların sevebileceği ‘zararsız’ ve lezzetli bir şeyler almak istedim. Ufak tefek atıştırmalık yiyeceklerin yanında marketten en sevdiğim markanın ambalajlı sütünü aldım. Bizim evde çok tüketildiği için sütü artık otomatik alıyorum hiç düşünmeden.


Evlerine gittiğimde arkadaşım torbaları boşaltırken sütleri kendime aldığımı sanınca bayağı şaşırdım. Meğer çocukları süt “sevmezmiş”. Bu aslında onun dediği tabii ama orada bir şey demeden, evde bal, kakao gibi tatlandırıcı bir şeyler olup olmadığını sordum. Kakao poşetini elime aldım ve annemin hazırladığı kakaolu sütü hazırlamaya giriştim.

Benim düşünceme göre, çocuklar bir gıdayı, bir yiyeceği sevmediğinde bu gerçek fikir değil, bir etkilenme veya zorlanma sonucu oluyor. Yani çocuğu yemesi veya içmesi için zorlarsan o çocuk o gıdayı bir daha tüketmeyebiliyor. O yüzden çocukları serbest bırakmak, sıkmamak, o gıdayı farklı türde onlara sevdirmek lazım.

Kakaolu sütlerini ve atıştırmalıklarını hazırlayınca onları çağırdım ve sütle ilgili bir hikaye uydurdum hemen. Sonuç belli; sütlerini bayılarak içtiler. Konu neyi yaptığınızdan çok nasıl yaptığınız. Pazarlamanın önemini buradan anlıyor insan. Arkadaşım şaşkın tabii.
Sohbet ettiğimizde ise çekinerek ambalajlı sütleri pek kullanmak istemediğini söyledi. Nedenini sorduğumda ise besin değeri düşük olduğunu söyledi. Bunu da araştırmadığını, tamamen kendi fikri olduğunu söyledi. Gel bakalım o zaman dedim. Dedikodu yapacağımıza, magazin konuşacağımıza bunu araştıralım dedim. 1-2 saat gezindik yerli ve yabancı sitelerde. Çıkan sonuçlar ise onu şaşırttığı kadar beni de şaşırttı zira bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Bu vesileyle arkadaşıma da teşekkür ederim yeni şeyler öğrenmemi sağladığı için.

İlk olarak ambalajlı sütler, şu an ortalıkta gezen çiğ sütlere göre denetimli ve kontrollü olduğu için kesinlikle ama kesinlikle daha güvenli ve sağlıklıymış. Ambalajlı sütler, ısıl İşlem Görmüş İçme Sütleri Tebliği’ne uygun ısıl işlem geçirirler ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından onaylanan tesislerde üretilirmiş.



Isıl işlem, dünya çapında tüm sütlere uygulanan bir yöntemmiş meğer. Bunun amacı, insanlarda ciddi hastalık riski oluşturabilecek etkenlerin tamamen uzaklaştırılmasıymış. Ayrıca besleyiciliğinden ve içeriğindeki vitaminlerinden de herhangi bir kayba uğramazmış. Yani arkadaşımın fikri yanlışmış. Araştırmasak, sorgulamasak yanlış bir fikre inanmaya devam edecekti.

Bu arada aranızda çiğ süt kullanan varsa diye çok ama çok önemli bir bilgi eklemek istiyorum. Çiğ olarak tüketime sunulan açıkta satılan sütler biliyorsunuz sokakta, dükkan önlerinde, mağaza kapılarında filan satılıyor. E tabii soğuk zincir de hak getire! Bu sütlerde soğuk zincir sağlanamadığından, tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde toplam bakteri yükü artıyor. Bu zararlı mikroorganizmaların uzaklaştırılması amacıyla evlerde kontrolsüz bir şekilde uzun süre kaynatılıyor ve bu yüzden vitamin-mineral kayıpları ambalajlı sütlere göre daha fazla oluyor.

Aman diyeyim her yerden süt almayın, çiğ süt almayın, denetimden geçmeyen sütü doğal sözüne kanıp eve sokmayın. Çocuklarınızı da onu sevmiyor, bunu sevmiyor diye şartlandırmayın. Sadece neyi nasıl sunacağınızı bilin ve çocuğunuza, yeni şeyler denemesi ve sevmesi için her zaman şans verin. Hepimize örnek ve ders olsun bu deneyim.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

18 Ocak 2020 Cumartesi

ÖYLE BİR SENDROM Kİ…


Bu araştırmayı yaptığımda kendimi sorgularken buldum. Tepkisizliğimizin neredeyse son boyutuyla karşılaşmak beni üzdü. Başlığına nasıl bir isim vereceğimi düşündüm durdum.

Toplum içinde yaşarken hepimizi ucundan kıyısından ilgilendiren konularda gösterdiğimiz duyarsızlık o kadar fazla ki…

İşte ‘’Genovese Sendromu’’ da böyle bir duyarsızlığın sonucunda hayat bulmuş psikoloji dünyasında ve ‘’ Bystander effect- Seyirci etkisi” olarak anılmaya başlamış.

Gelin bu gerçek öyküyü ve bizlerin tepkisizliğini mercek altına almaya çalışalım. Kendimizle yüzleşelim. Tepkisizliğimizde nerelerde olduğumuzu en azından kendimize söylemeye cesaret edelim.

Yıl 1964.

Yer Amerika New York City.

Günlerden 13 Mart.

Saat gece yarısını çoktan geçmiş 02.30 suları.

Catherine Susan Genovese isimli 28 yaşındaki genç bir kadın iş yerinden çıkar. 
Arabası ile evine doğru yol alır.

Saat 03.15 sıralarında oturduğu apartmanın park yerine varır. Arabasını park ederek yürümeye başlar.

İş çıkışından beri kendisini takip eden avcı bıçaklı adamın varlığından habersizdir. 
Fark ettiğinde yardım talep ederek bağırır. Çaresizce adımlarını hızlandırsa da adam tarafından yakalanır.

Saldırgan önce tecavüze yeltenir ancak başaramayınca kadını sırtından bıçaklayarak öldürmeye çalışır. Yaralı halde yere yığılan kadın çığlık atmaya devam eder.

Sesi duyan komşular pencereden adama seslenince saldırgan korkup kaçar. 
Genovese de son bir güçle kendisini apartmanın girişine kadar sürükler. Yaşadığı travma nedeniyle orada bayılır.

Maalesef tek bir kişi yardımına gelmez.

Aradan on dakika geçmeden saldırgan kadının bulunduğu yere geri döner. Yerde baygın yatan kadını bulur. Bir kez daha bıçaklar. Ardından defalarca tecavüz ettikten sonra çantasındaki paraları alıp oradan uzaklaşır.

Bu arada komşular ne yapar dersiniz?

Saldırganın geri döndüğünü gördükleri halde hiçbir şey.

Tüm bu acı dolu vahşet olayı neredeyse bir saat sürer. Genovese orada hayatını kaybeder.

Polisin olay yerine gelmesi ise maalesef geç ihbar nedeniyle gecikir.

Olaydan tam altı gün sonra saldırgan yakalanır. Cinayeti soğukkanlılıkla kabul eder. Tutuklanır. İşlediği diğer suçlar da açığa çıkınca ömür boyu hapse mahkum edilir. Yaşamını seksen bir yaşında hapishanede iken yitirir.

Bu olay her yıl New York’ta ve dünyanın başka yerlerinde defalarca yaşanan pek çok trajik olaydan sadece bir tanesi. Ancak sonrasında yapılan araştırmalarda, gazetecilerin yaptığı haberlerle olayın toplumsal boyutu sorgulanmaya başlar.

Komşular (ki sonradan sayılarının 38 olduğu anlaşılır) olaydan haberdar oldukları halde neden sessiz kalır?

Çaresiz kadına neden yardım etmez?

Bunların yanıtını psikoloji, seyirci etkisi ile veriyor.

Yardıma ihtiyaç duyulan bir durumda; olaya tanık olanların sayısı ne kadar fazla olursa; yardım etmeye çalışanların sayısının o oranda düştüğünü belirtiyor. Yani toplumda yardıma ihtiyacı olanlara tepki verme süresi ve yardım isteği grup içindeki birey sayısıyla birebir ilgili. Maalesef sayı arttıkça geç tepki veriliyor. Daha az yardım ediliyor.

Peki neden?

Herkes bir diğerinden bekliyor çünkü.

Bu alanda yapılan denekli araştırmalar da bu tezi doğrular nitelikte. Bunlardan bir tanesi de duman deneyi.

Önce odaya tek kişi alınır. Yangını işarete eden bir dumanla karşılaşan denek hemen yetkililere haber verir. Ancak odadaki denek sayısı arttıkça dumana verilen tepki azalmaya başlar. Herkes yetkililere haber vermek, önlem almak için bir diğerini bekler.

Sonuçta çok kişinin olduğu bir yerde insanlar ‘seyirci etkisi’nde kalıyor. Bunu yenmenin yolunun ise; yardım isterken genel ifade kullanmak yerine o gruptaki tek bir kişiden yardım istemek olduğunu belirtiyor uzmanlar.

İşte karşımızda bambaşka bir sendrom.

Duyarsızlığın son noktası belki de. Hep başkasından beklemenin nelere sebep olacağının acı göstergesi.

Ne diyelim; içimizdeki sevgi, vicdan ve duyarlı yaklaşımlarla bu tarz sendromlar bir daha yaşanmasın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.10.2019




5 Ocak 2020 Pazar

KAFAMIZDA BİR DOLU SES (2/2)


Eleştirel sesimiz, endişeli sesimiz, suçlayan sesimiz, kurban sesimiz, asi sesimiz, kuralcı sesimiz, karamsar sesimiz, bahane yaratan sesimiz ve daha niceleri…
Şu ana kadar hepsi bizimle beraber yol aldı içimizde.

Kimisi mikrofonu elinden hiç bırakmadı,  hep konuştu, hatta diğerlerini bile susturdu. Bizi suçladı. Ezdi. Üzdü. Kimisi bize yol gösterdi. Yaptıklarımızı değerlendirdi. Övdü. Cesaret aşıladı. Ama unutmayalım ki tümünü kendimiz yine kendimize yaptık.

Şimdiyse bunu durdurma ve mikrofonu sağlıklı olan sesler için kullanma zamanı.

Ne dersiniz başarabilir miyiz?

Son yıllarda ses diyaloğu konusunda yapılan araştırma ve deneylerle kafamızdaki seslerin gizemleri çözülüyor.

İnsan gelişimi ve öğrenmenin aşamalarını araştıran ünlü Rus psikolog Lev Vygotsky'nin kuramına göre; çocuklukta başlayan kişisel konuşmalar zamanla iç diyaloğu oluşturacak şekilde içselleştiriliyor.

Yani beyinde oluşan iç konuşmalar dış konuşmalarla şekilleniyor. Bu kuram henüz netlik kazanmamış. Ancak diğer kuramsal deneylerle desteklendiğini söylüyor uzmanlar.

Kendisini iyi tanıyan insanlar kendi iç seslerinden olumlu anlamda daha çok yararlanıyor.  

Düşüncelerin beyinde dönüştüğü ses halinin farkında oldukları için kontrolsüz düşünce akışını engelleyebiliyor. Böylece zihin sezgisini kontrol eden, doğru karar almayı kolaylaştıran, pozitif yaşama yönlendiren bilinçaltını net duyuyor. Onu dinleyip doğru zamanda ortaya çıkan anları kaçırmıyor. Yani sezgileri ile görüyor.

Bakın bir Aborjin öğretisi ne diyor;

‘Kalbinden gelen bir sesi dinlemek, sana bir şeyin, ne zaman yeterli olacağını söyleyecektir. Kafanın söylediklerini duymakla, kalbinden gelen mesajı dinlemek arasındaki FARKI öğren. Kalbin konuşması SONSUZLUKTAN gelir.’

O halde bir yandan kendimizi tanırken; iç seslerimizi kalbimizin sevgi ışığında yönlendirmek çok da zor olmasa gerek.

Denemek, cesaretle yüzleşmek ve farkındalıkla dönüştürmek…

Neden olmasın?

Mevlana’nın torunları olarak şimdi “Kendinden kendine sefer eyle’’ mek zamanı.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.10.2019





KAFAMIZDA BİR DOLU SES (1/2)


Kendi kendimizle konuştuğunuzu fark ettiğiniz zamanlarda ne yaparsınız?

Panik halinde o iç sesi durdurur musunuz?

Yoksa devam mı edersiniz?

Ben önce fark ettiğim için gülümsüyorum sonra da susturmaya çalışıyorum çoğunlukla.

Ancak yaptığım araştırmalar o içsel seslerin özel bir teknikle bizim lehimize çevrileceğini söylüyor.

Hadi gelin yapılan araştırmalara bir göz atalım. Kim bilir bakarsınız tekniği öğrenir, iç ses kontrolümüzü kendi elimize alabiliriz.

Alt kimliklerimizde değişen pek çok ruh halimiz var.

Özellikle öfkeli ve kızgın olduğumuz anlarda ya da endişeliyken ortaya çıkan; bizi bile şaşırtan farklı pek de sevmediğimiz karaktere ev sahipliği yapıyor ruhumuz. Çok mutlu olduğumuz zamanlarda ise içimizdeki huzuru el üstünde tutan bambaşka bir karakterle yüzleşiyoruz.

İşte iç sesler onların ürünü.

Bu anlamda öncelikle kendimizi iyi tanımamız, duygularımız ile değişim gösteren alt kimliklerimizin farkında olmamız gerekiyor ki kontrol elimizde olsun. Öfkeliyken kendimize hakim olmayı, sinirliyken kendimizi sakinleştirmeyi, huzurluyken süresini uzatmayı kolayca becerelim.  

Uzmanlar bu farkındalığı kişisel iç seslerin kimliğini belirleme olarak ele alıyor. Bu sayede çocukluk travmaları azalırken, daha sağlıklı bir benlik yaratma şansımız da yükseliyor.

Sonuçta tıpkı Balkanların Maksim Gorki'si olarak anılan Rumen yazar Panait Istrati’nin dediği gibi;

‘’Bütün hayat benim yüreğimdir.’’ diyecek kadar cesur davranmak gerek hayata karşı.

İç seslerimizin olumlu anlamda gelişmesi adına bir terapiden bahsetmek istiyorum şimdi sizlere.

İsmi ‘ses diyaloğu’.

Bu teknikte iç sesleri susturmak ya da yok saymak yerine; mantıklı olacak şekilde geliştirmek söz konusu.

Farkındalıkla bizi üzen, ruhumuzu karartan baskın sesler yerine daha sağlıklı sesleri çoğaltmaya çalışacağız.

Biliyoruz ki her ne oluyorsa zihnimizin düşünen kısmında oluyor. Amaç bizi korumak aslında. Ancak öyle anlar oluyor ki bizi biz olmaktan çıkarıyor bazı düşünceler. Özellikle endişeli zamanlardaki içsel konuşmaların karamsarlığımızı artırdığı, uykularımızı kaçırdığı bir gerçek.

Çocukluktan itibaren aldığımız eğitim, yaşadığımız çevre, toplum, baskılar, ilişkiler, kısacası yaşam tarzımızla oluşan kimliklerimizin kendine has sesleri olduğunu kabul etmek ilk adım.

Sonrasında farkındalıkla bu sesleri usulca gözlem altına almak gerek. En sonrasında da kendi istediğimiz kıvama getirmeye çalışmamız önemli. (devam 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.10.2019

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...