Örneğin, bir gece yarısı
bitişik komşunuzdan sürekli ağlayan bir çocuk sesi duyar ve kaçan uykunuzun
sersemliğiyle sabahı sabah edersiniz adeta. İçinizden belki de komşunuzun
çocuğuna hiç terbiye veremediğini, sözünü dinletemediğini düşünür, içten içe kızarsınız.
Hatta ertesi gün belki de kapısına dayanır, çocuğunu şikayet edersiniz. Ancak işin aslı düşündüğünüzden
çok farklıdır belki de. Çocuk o geceyi ateşler içinde yarı baygın geçirmiş,
ilaç içmek istememiş ve ateşin etkisiyle sürekli sayıklamış olabilir.
Bir başka örnek; bir
trende gidiyorsunuz, sürekli ağlayan çocuk seslerinden bunaldığınızda başınızı
kaldırıp çocukların babasına bakıyor ve içinizden çocuklarına hiç de terbiye
vermediğini düşünüyorsunuz. Ancak gerçek durum ve o ailenin yaşadıkları çok daha
farklı olabilir. Belki de onlar hastaneden geliyorlardır. Belki kısa süre önce
annelerini kaybetmişlerdir, annesiz bir eve dönmenin hüznü içinde
ağlamaktadırlar. Babaları da bu yüzden ses çıkarmıyordur. Hayat bu, kim nerede
ne üzüntü yaşıyor; bilmemiz mümkün değil ki.
Ya da aynı apartmanda
yaşadığınız bir komşunuz o gün sizin selamınızı görmedi ve siz içinizden ona
kızıp durdunuz; hatta bir daha selam dahi vermemeyi düşündünüz o anki
alınganlığınızla. Oysa ki belki de komşunuz, ödemesi gerekli borçları yüzünden
sorunlarla mücadele etmekten o gece hiç uyumamıştır ve zihni fazlasıyla dalgın
olduğu için sizin yanınızdan geçip gittiğinizi, seslendiğinizi fark bile edememiştir.
‘’Havaalanında aktarma
yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince,
dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçer. Yanındaki sehpaya
da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalar. Bir ara bakar ki,
yanındaki koltuğa oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye
başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın,
adama dik dik bakar. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi
ağzına atar. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır
diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane kurabiye
daha atar ağzına ve bir yarışma başlar; adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta
kutuda tek kurabiye kalır, adam onu hızlıca kaparak ortadan böler ve gülerek
kadına ikram eder. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulur ve
işlemler için kadın bankoya gider. Pasaportunu çıkartmak için çantasını
açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında
durmuyor mu? Bunca zamandır adamın kurabiyesini yediğini o anda fark eder, çok
utanır ama yapılacak bir şey yoktur. İş işten çoktan geçmiştir.’’
İşte başkalarının
düşünce ve davranışları hakkında karar vermeden önce biraz daha düşünmenin;
madalyona bir de diğer tarafından bakmanın önemi çok büyük. Çünkü bazen başkaları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler yeterli olmayabiliyor.
Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz. Önemli olan
karşılaştığımız olaylar değil, onları ALGILAMA ŞEKLİMİZ.
Karşılaştığımız
sorunların içinde kaybolmadan, farklı bakış açısı yaratarak o soruna yaklaşmak
bizi daha doğru sonuçlara taşıyacak hiç kuşkusuz ki. Uzmanlar ‘’ÇÖZÜMSÜZ gibi
gördüğünüz sorunlar konusunda PARADİGMA değiştirmenin önemi çok büyüktür.
Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi
davranışlarımızdır.’’ diyor.
Pekiyi paradigma
değişimini nasıl yapacağız? Görsellik katmak, akılda kalacak örneklere yer
vermek, ağırlığı yerel örneklerden yana kullanmak, anlaşılabilir sade sözcükler
seçmek bu anlamda önemli kriterler.
Gelin insan zihninde
yaratabileceğimiz paradigmaya güzel bir örneği Doğan Cüceloğlu’ndan verelim.
Örnekte bir evin önünde, gelen geçene miyavlayan bir yavru kedi olduğunu
düşünelim. Eve yaklaşan bir grup çocuğa kedinin sahipsiz, zavallı ve sevgiye
muhtaç olduğu söylenirken; diğer gruptaki çocuklara ise kuduz hastalığına
yakalandığı ve yaklaşanları tırmalayacağı söylenir. Yani tek bir görüntüde iki
farklı bakış açısı yaratılmış, iki farklı mesaj verilmiş olur. Birinci gruptaki
çocuklarda ‘şefkat paradigması’ gözlüğü takılırken; ikinci gruptaki çocuklarda ‘korku
paradigması’ aşılanır.
Sonuçta, aile içinde
olsun, okulda olsun aldığımız eğitimlerde; sosyal yaşam içinde karşılaştığımız
yazılı ve görsel medyada; kültür ve geleneklerimizde dahi bize belirli
paradigmaların öğretilmeye çalışıldığı bir gerçek.
Bakış açımız
olabildiğince açık olmalı her türlü soruna karşı. Ne kadar geniş çerçeveden
bakabilirsek olaylara, ne kadar bilgi birikimine sahip olursak ve her geçen
günle beraber bilgi hazinemizi ne kadar zenginleştirirsek bizim için o kadar
verimli olur hayatımız. Bu anlamda kendimizi geliştirmemizin önemi bir kez daha
ortaya çıkıyor.
Merak etmek, yeniliklere
açık olmak, araştırmak, var olan bilgileri doğru sentezlerle değerlendirmek ve
hepsinden önemlisi paylaşmak… Bunun için de hangi yaşta olursak olalım, asla
durmak yok. Çünkü insan kendisini geliştirdiği sürece gençtir ve hayata
bağlıdır, çevreye daha uyumlu ve duyarlıdır. Ve böylesi insanlar kendi
özleriyle devamlı iletişim içindedir. Bu iletişim onları canlı, neşeli, sevgi
dolu yapar. Etraflarına hep pozitif enerji saçarlar, hayattan kolay kolay
şikayet etmezler, yaptıkları en küçük şeylerden bile zevk alırlar. Karamsarlığa
yer yoktur hayatlarında, her yeni sabahı tebessümlerle karşılar ve sımsıkı
sarılırlar. Zorluklar karşısında pes etmezler, tam tersine güçlenerek çıkarlar.
Dolayısıyla paradigmalarımız bizim diğer insanlarla olan ilişkilerimizin en
verimli kaynağıdır.
İşte hayatın
güzellikleri ve anlamı da bunlar değil mi zaten? Ve hepsi bize KALİTELİ YAŞAMIN
gizemli yollarını aralayan rengarenk mihenk taşları.
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
13.03.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder