Konuşmak bir sanattır. İçimizdeki, ruhumuzdaki duyguları kendimize has ses tonumuzla ifade etme biçimimizdir. Ve eğer bu sanatı yerinde, zamanında en önemlisi dozunda kullanabiliyorsak ne mutlu bizlere.
Peki ya konuşamayanlar. Vakti olduğu halde konuşamayanlar veya konuşmaya bir türlü vakit bulamayanlar. Şu ya da bu şekilde duygularını hep kendi içlerinde yaşamaya mahkum olanlar, bir türlü paylaşamayanlar. Böylesi örneklerle dolu etrafımız ne yazık ki. Paylaşamamanın, konuşarak deşarj olamamanın kısır döngüsü içine hapsolmuş yaralı pek çok insan. Kadın ya da erkek, genç ya da çocuk, hangi yaşta ve hangi cinsiyette olursa olsun fark etmiyor; sonuçta konuşamamanın o garip sıkıntısı hepimizi bir şekilde etkiliyor.
Bir kısmımız yeterli vakti olduğu halde konuşamıyor, en yakınları ile iletişim kurarken bile zorlanıyor. Bir kısmımız ise hayatın çarklarına kendisini o denli kaptırmış ki, konuşmaya vakit bulamıyor. Her iki durumda da paylaşmanın o insanı sarıp sarmalayan güzelliğinden yoksun kalıyor; sevinçlerimizde çoğalamıyor, üzüntülerimizde azalamıyoruz.
Hangisinin daha zor olduğuna karar vermek zor. Sizi bilmem ama benim düşüncelerim vakti olup da konuşmayı bir türlü beceremeyenlerin çaresizliğinden yana ağır basıyor. Bu tip ailelerde eşler birbirleri ile, anne babalar çocukları ile, hatta kardeşler kendi aralarında iletişim kurmakta zorlanırlar. Çünkü paylaşmanın hayatı güzelleştirmedeki rolünü yeterince bilmez ya da önemsemezler. Bu nedenle o küçük dünyalarında huzursuzluk, tartışma ve küçüklü büyüklü kavgalar hiç eksik olmaz. Hayatın o en güzel dakikalarını konuşarak, paylaşarak geçirmek; varsa sorunları çözmek yerine kapalı birer kutu gibi yaşamayı tercih ederler. Bu halleri ile aynı çatı altında, aynı masada aynı arabada, hatta aynı yatakta iki yabancıdan farksızdırlar. Birbirleriyle doğru dürüst konuşamadıkları, hep içlerinde biriktirdikleri için kendi dünyalarında gel gitler yaşarlar, hislerini frenleyemezler ve çok doldukları bir anda volkan misali patlar, içlerindekini sabırsızca etrafa yayarlar. Elbette böylesi bir dışa vuruş şekli hem kendileri, hem de karşılarındakiler için yıpratıcı olur. Üstelik sözü edilen konular incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar sıradan, önemsizdir belki ama birikimin etkisi ile büyümüş ve kabına sığamaz hale gelmiştir işte.
Oysa ki konuşmanın o ince zerafetine sığınıp konular fazla yıpratıcı olmadan yerinde, zamanında, kısa ve öz şekilde dile getirilse mutluluk gözlerdeki kirpikler kadar yakındır kendilerine. Ve gözlerini her kırpışlarında hissedecekleri kadar gerçek. Ama bunun farkında değildirler ne yazık ki; minicik kırıntıların birikmesine, yuvarlanarak kocaman toplar olmasına ve önce kendi içlerini yiyip bitirmesine seyirci kalırlar. Sonra da aniden patlayan volkan misali lavlarıyla sevdiklerinin canını yakarlar. Sonrası o lavlarla dağlanmış yürekler, dargın ve küskün kalpler, incinen onurlar, kırılan gururlardır. Aynı çatı altındaki o yabancılar birbirine ve kapalı kutularına birer asma kilit daha takarlar açılmamacasına. Saygı ve sevginin o ihtişamlı büyüsü bozulmuş; güzel birliktelikler zedelenmiştir artık.
Madalyonun diğer yüzünde ise vakitsizlikten dolayı konuşamayanlar var. Yoğun iş temposu, ağır sorumluluklar, yapılmak zorunda olan seyahatler, farklı iş saatleri, gece çalıştıkları için gündüz uyumak zorunda olanlar, ekmeklerini yollardan kazananlar, tır şoförleri, kaptanlar, ikinci işte çalışanlarımız ve onlarla bir yaşamı paylaşanlar içinde hayat hiç kolay geçmez aslında. Hayatın zorlu yokuşunda, sırtlarında her zaman taşıyacaklarından daha fazla yük vardır ve hep işlerinin biteceği zamanı beklerler; o gün geldiğinde konuşulmak üzere paylaşmanın güzelliğini erteler dururlar. Hayatın geçtiğini, zamanın kendilerinden çok şey alıp götürdüğünü asla düşünmezler, belki de düşünmek istemezler. Evde geçirdikleri sayılı günlerde, sayılı saatlerde ise partnerlerine büyük bir özveri düşer. Konuşmanın, paylaşmanın özlemi içlerini yaksa da konuşulacaklar aciliyet sırasına göre sıralanmışken hayatın getirdiklerinden, arzulardan, beklentilerden bahsetmek olmaz. O nedenle hep beklenilir, sıranın bir gün o konulara da geleceğinden umut kesilmeden hem de. Bu arada biriktirilir elbette içten içe, ama hiçbir zaman tehlikeli boyutlara varacak ölçüde değil. Bu tehlikeyi hissettikleri anda gerilim yaratmamak adına kendilerini başka şeylerle oyalamasını, kafalarını dağıtmasını iyi bilirler. Yani o öfkeli birikime izin vermezler. Çünkü sevgi, saygı ikilisini özlemle harmanlamış, içlerinde özenle korumuşlardır. Vakti olduğu halde konuşamayanlar gibi çaresiz değildirler, maça bir sıfır yenik başlamamışlardır. Çünkü yeri geldiğinde paylaşmanın o eşsiz tadını yaşayacaklarını bilirler. Yeter ki konuşacak kadar vakitleri olsun.
Öte yandan bir insanın konuşabilmesi, kendisini özgürce ifade edebilmesi için karşısında iyi bir dinleyicinin olması gerekliliğinin de önemini belirmemiz lazım. Çünkü ne kadar özverili, ne kadar içten olursanız olun; karşınızda sizi gerçekten dinlemeyen, sözlerinize değer vermeyen, her cümlenizi eleştiren, kelimelerinizi farklı yerlere çeken, ince ince alay eden birileri varsa işiniz hayli zor demektir. Siz bir iki dener sonunda tavırlanızın agresifleşmesine, ses tonunuzun sertleşmesine mani olamazsınız. Yani konuşmanın o nazik seyrinin dışında bulursunuz kendinizi. Bir süre sonra da konuşmaktan, paylaşmaktan vazgeçer ve kapalı bir kutu haline gelmeye başlarsınız.
Oysa ki hepimiz konuşarak rahatlamaz mıyız? Sevinçlerimizi ya da kederlerimizi ne kadar içimizde saklı tutabiliriz ki? Üstelik mutlulukların paylaşıldığında arttığının, hüzünlerin ise azaldığının farkındaysak. İşte belki de bu yüzden ağrımıza gider sevdiklerimizle konuşamıyor, onlar tarafından yeterince anlaşılamıyor olmak.
Her insan kendine has özellikleri ile, ses tonu ve beden dili ile, tavır ve davranışları ile yine kendine özeldir ve her insan saygıyı hak eder. Bu noktadan hareketle konuşup paylaşmaya ve aynı oranda dinlemeye özen gösterilmelidir diyorum ben.
Kimi insanlar vardır örneğin, öylesine tatlı dillidir ki; konuşurken etrafındaki insanların içini kıpır kıpır yapar; adeta onlara yaşam enerjisi aşılar. Tıpkı onlar gibi konuşma sanatının hakkını verenleri ve karşılarında her kim olursa olsun saygıyla dinleyenleri, en azından çaba gösterenleri kutluyorum. Ve küçücük bir gayretle bizlerin de onlardan birisi olmamamız için hiçbir sebep yok diyorum ben.
Ne dersiniz? Konuşarak paylaşmak, içtenlikle dinlemek en güzeli değil mi?
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
30.04.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder