Ne yazık ki hayır! Elbette istisnalar olacaktır ama, sadece köylerde kasabalarda, eğitim düzeyinin çok düşük olduğu yerlerde değil; kültürlü, okumuş, aydın kesimlerde de sıkça rastladığımız bir durum bu.
Konu her ne olursa olsun; sosyal ve kültürel konular, müzik, spor, dersler, arkadaşlık, sevgi, aşk, cinsellik,… aklımıza gelebilecek her ne varsa her şeyi çocuklarımızla, gençlerimizle açık ve net olarak konuşmamız gerektiğine inanıyorum ben.
Ama maalesef bizler toplum olarak genelde birbirimizle konuşamıyor, sinirlenmeden, agresifleşmeden bir şeyleri kolay kolay tartışamıyoruz. Bir şekilde hepimiz karşımızdakini dinlemek yerine susturmaya çabalıyoruz. Söz gümüşse sükutun altın olduğunu unutuyoruz.
Bu durum ise gençlerimizin kendilerini yalnız hissetmelerine neden oluyor, ister istemez dışarıya yönlendiriyor; bizlerden yavaş yavaş koparıyor. Bilmek istediklerini, kafalarındaki soru işaretlerini çevrelerinden, arkadaşlarından öğrenmeyi deniyor; yalan yanlış pek çok şeyle karşılaşıyorlar. Doğruları, onlar için en iyisini bizlerden yine en sağlıklı şekliyle öğreneceklerken, sadece konuşamamak paylaşamamak yüzünden bir çok farklı öneri ile kafaları karışan gençlerimizin yanlış tercihler yapması kolaylaşıyor.
Oysaki gençlerimizin her zaman arkalarında olduğumuzu, her yapacakları işte en büyük destekçilerinin yine bizler olduğunu anlatabilirsek; aramızda buzdan dağlar olmayacak, paylaşım daha da kolaylaşacaktır. Böylelikle ortada yanlış giden bir şeyler varsa da en kısa yoldan elbirliği ile düzeltilecektir.
Anne baba olmanın sorumluluğuna sahip birer birey olarak çocuklarımızı doğru dürüst yetiştirmeyip, sonrasında beğenmeme ve değiştirme lüksümüz yok ki bizlerin. Üstelik dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza insanlığı ve sevgiyi öğretip, doğruyu yanlışı anlattığımız; sağlam bir karakterin oluşması için elimizden geleni fazlası ile yaptığımız halde yine de yanlış giden bir şeyler varsa ortada, biz ebeveynlerin yapacağı tek şey yine onlara sahip çıkmak olmalı, sokağa fırlatıp atmak değil.
Başlarına her ne gelirse gelsin, tercihleri her ne olursa olsun yine de onlar bizim çocuklarımız, yavrularımız, kanımız, canımız. Onları hayatımızda yok saymaya, kaderlerine terk edip daha da kötü durumlara düşmelerine izin verme hakkımız yok. Yine kol kanat germemiz, yine elimizden geleni yapıp onları topluma yeniden kazandırmalıyız. Öyle değil mi?
Anne baba olduğumuz ilk günler… her şey ne kadar kolaymış aslında; oysaki yıllar bizim hayatımızdan çalıp onların yaşlarına ekledikçe istekleri, sorunları, dertleri de büyüdü. Bizler tecrübelerle olgunlaşırken çocuklarımız boyumuzu geçti, genç kızlığa delikanlılığa geçiş yaptı. İşte tam bu noktada birbirimizi anlamakta zorlanmaya ve eskilerin deyimiyle kuşak farkı dedikleri şeyi bizler de bir şekilde yaşamaya başladık. Onları ya kendi zamanımızla ve gençliğimizle kıyasladık ya da en yapılmaması gerekeni yapıp yaşıtlarından örnekler vererek kalplerini kırdık.
Ne kadar yanlış…
Oysaki her genç kendisine özgü ruhu ile benliği ile birbirinden o kadar farklı ki… istekleri, gelecekle ilgili düşünceleri, bunları yansıma biçimleri de. Gün geliyor her birinin içinde fırtınalar kopuyor, volkanlar patlıyor. Kimi suskun, kimi agresif bir ruh haline bürünüyor, her biri farklı şekillerde tepkilerini ortaya koyuyor.
O anlarda istedikleri tek şey var anlaşılmak… konuştuklarında karşılarında dinleyici bulmak… ağladıklarında yaslanacak bir omuz…
Gençlerimizi bu zorlu süreçlerinde dinlemeyi, onlarla konuşmayı, onların yeşermeye henüz başlamış filizlerini koparmadan serpilmelerine olanak tanımayı başarmamız gerek.
Çok yakın çevremde kültürlü birçok anne babanın çocukları ile açık açık konuşamadıklarını, iletişim kurmakta zorlandıklarını gözlemliyorum. Yeterince bilgisel donanıma sahip oldukları, çevrelerine hemen her konuda yardım ettikleri halde kendi çocuklarına ulaşamıyorlar. Bir kısmı ise hiç kafa yormaya bile gerek duymadan topu partnerine atıp, onun daha iyi iletişim kurabileceğinden dem vuruyor. Peki ya beklenen oluyor mu? Kimi zaman evet ama çoğu zaman hayır…Yani yine istisnalar kaideyi bozmuyor. Sonuçta bocalayan, hislerini baskı altına almak zorunda kalan, kendi iç dünyasında kopan fırtınalarla tek başına mücadele eden gençlerimizin sayısı hızla artıyor. Çoğunun yüzü gülmüyor, çoğu hayattan zevk alamıyor ve o gencecik yaşlarında mutluluğu farklı kulvarlarda aramaya başlıyor. Ve maalesef anne baba ilgisizliği, çevre şartlarının uygun olmayışı, iyi eğitim verilememesi çocuklarımızı gençlerimizi giderek sosyal hayattan soyutluyor.
Gençler kendilerini yeterince tanıyamadıkları ve tanıtamadıkları için yaşamlarını idare ederken zorlanıyor, kendi iç dünyalarına kapanıyorlar.
Oysaki insan ilişkisinin temeli sayılan empati yapma yeteneği ve ilişkileri yürütebilme becerisi gençlerimizi sosyal yaşamda başarılı yapar. Bunu kazandırmak için önce gençlerimizi dinlemeli, anlamaya çalışmalı, sonra da onlara ayakları üstünde duracak güveni aşılamalıyız. Bu her işlerini bizim yapmamız anlamına gelmiyor elbette, tam tersine küçük yaşlardan itibaren sorumluluk vererek, başarılarını alkışlayıp, yanlışlarının nedenini göstererek olmalı.
Pek çoğumuz çocuklarımıza kıyamıyoruz biliyorum, aşırı koruma iç güdüsüyle hareket ediyor ve büyüdüklerini bir türlü kabullenemiyoruz, tıpkı benim gibi…Oysaki gençlerimiz büyüyor hem de hızla, olgunlaşıyor hem de biz fark etmeden. Çünkü zaman durmadan, bir an bile soluk almadan geçiyor…Bu hızı gençlerimizle, çocuklarımızla beraber yakalamamız, hayatımızdaki istisnaları çoğaltmamız umuduyla diyorum ve ben de kızımın en yakın arkadaşı olmayı çok istiyorum…
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
21.12.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder