Sadece dakikalara
sığdırılan bir mini filmden söz ediyorum. Orijinal ismi ‘’My shoes’’ yani ‘’Ayakkabılarım’’.
Biliyorum ki pek çoğumuz netten izledik, sonunda verdiği derse ise hayran
kaldık. Ama ben bu manidar öyküyü yazıp paylaşmadan geçemedim. Belki görmeyenler,
denk gelmeyenler vardır diye…
Film güzel bir bahar
günü bir parkta başlıyor. Hava mis gibi, güneşli. Arka fonda duyulan kuş
cıvıltıları adeta hayatın güzelliklerine dikkat çekmek istiyor. Mutlu olan
insanların sesleri ve kahkahaları eşliğinde bir
çocuğun sadece sallanan ayaklarını görüyoruz önce. Ve dikkatimizi son
derece harap haldeki spor ayakkabılar
çekiyor.
Derken bu ayakların sahibinin dokuz-on yaşlarındaki bir oğlan çocuğu olduğunu
fark ediyoruz. Bir bankta oturuyor, üstü başı perişan halde. Güzel yüzünden
düşen bin parça adeta. Oldukça düşünceli, mutlu değil belli ki. Ona bakarken gözlerinden
gözlerimize hüznün o kırık tadı bulaşıyor adeta. Derken bankta oturup ayak
sallamaktan bıkmış halde kalkıyor ve parkta yürümeye başlıyor.
Parkın bir diğer köşesinde
ise bambaşka bir hayat bizi bekliyor. Yine bankta oturan hemen hemen aynı
yaşlardaki başka bir oğlan çocuğunda sıra. Ancak bu çocuk mutlu ya da biz uzaktan öyle sanıyoruz. Çünkü yüzünde
öyle masum ve tatlı bir tebessüm var ki…. Sakince etrafını inceliyor. Üstü başı
tertemiz, spor ayakkabıları ise yepyeni.
İşte bu iki güzel
çocuğun yolları o bankta kesişiyor. Mutsuz çocuk bankta oturan çocuğu görüp
bankın en ucuna ilişiyor. O anda etrafa mutlu tebessümler atan çocuk bir arkadaş
bulmanın sevinciyle hemen el sallıyor. Mutsuz çocuk ise kıyafetinden,
ayakkabılarından o denli rahatsız ki… gözlerini mutlu çocuğun yepyeni
ayakkabılarından bir türlü ayıramıyor. Bir kendine bir ona bakıyor. Bir kendi
eski yırtılmış ayakkabılarına, bir onunkilere. Bakıyor… bir daha bakıyor… ve selam
dahi veremeden, kaçarcasına banktan uzaklaşıyor.
Biraz ilerde bir ağacın
dibine bağdaş kurup oturuyor. Çocuk bu
ya, kendini oyalayacak şeyler bulmak onlar için hiç de zor değil elbette. Hemen
yırtık ayakkabılarını çıkarıyor. Ellerini içinden geçirip karşılıklı
konuşturmaya başlıyor. Adeta iç sesi dile geliyor. Neden bu halde olduğunu
sorguluyor kendi kendine. Etrafındaki çocuklar her şeye sahipken, pırıl pırıl
kıyafetler ve ayakkabılar giyerken kendisi neden bu halde? Sorduğu soruya cevabı
ne yazık ki yok. O anda elindeki tek gücü kullanıp tüm kalbiyle bir dilek
diliyor. Dileği ise, biraz önce bankta gördüğü çocuk gibi olmak. Tertemiz
kıyafetlere ve yepyeni bir ayakkabıya sahip olmanın mutluluğunu yaşamak. Gözlerini yumuyor ve bu dileğini içinden
defalarca tekrarlıyor.
Ve sonuç… dileği gerçekleşiyor.
Artık o bankta oturan, tertemiz kıyafetlere ve elbette o güzel spor
ayakkabılara sahip olan çocuk kendisi.
Gözlerini açtığında gördüğü değişime çok mutlu oluyor. Şaşkın gözlerle
kendisini, kıyafetlerini, özellikle de ayakkabılarını inceliyor.
İşin ilginç yanı, diğer taraftaki
çocuk da çok mutlu. Hiç de yepyeni kıyafetlerini, güzelim ayakkabısını kaybetmiş
gibi durmuyor. Tam tersine üstünün perişanlığına, yırtık ayakkabılarına hiç
umursamıyor. Üzülmüyor. Tersine gülüyor, kahkaha atıyor, koşuyor, ağaçların
etrafında dolanıyor, zıplıyor, adeta hayata yeniden gelmiş gibi…
O anda henüz şaşkınlığını
üzerinden atamayan dilek sahibi çocuğun yanına annesi geliyor, geç kaldığı için
özür dileyerek. Ancak yanında boş bir
engelli sandalyesi var. Durumu kavramakta güçlük çeken çocuk işte o anda
bacaklarına dokunuyor, ayaklarını hissetmiyor. Ve engelli sandalyesinin kendisi
için olduğunu anlıyor.
Annesinin yardımıyla arabasına oturuyor, parkta
gezintiye çıkıyor. Kendi yerine geçen çocuk hoplayıp zıplamaya devam ederken;
kendisi ne yazık ki istediği şeylere sahipken mutlu olamıyor. Nasıl olsun ki? O
ana değin farkına dahi varamadığı ayaklarını kaybediyor; sonunun nereye
varacağını bilemediği dileği sayesinde. Üzülüyor elbette, pişmanlığı çok
uzaklardan bile fark ediliyor; ancak iş işten geçiyor. Bir dilekle beraber
belki de çocukluğunu, heyecanını, sağlığını kaybediyor.
İşte ikinci öykümüz de
böyle bir sonla bitiyor ve insanın içini burkuyor. Ancak, ilk öykümüzdeki gibi
sonunda öyle güzel dersler çıkıyor ki. Hemen aklıma gelenler;
*elimizdekilerin
kıymetini bilmenin ve her şeye şükretmenin önemi,
*hiç bir şeyin dışardan
göründüğü gibi olmadığı gerçeği,
*dileklerimizi dilerken
ne denli dikkatli olmamız gerektiği,
Hayat acısıyla
tatlısıyla bize sunulmuş değerli bir armağan. Başkalarına özenmek, onların
yerinde olmak istemek; her şeye rağmen dilekte bulunmak bizi her zaman mutlu
etmeyebilir.
Tıpkı Tebrizli Şems’in
dediği gibi ‘’olduğu KADAR, olmadığı KADER‘’ hesabı çok zorlamadan, biraz
akışta kalmak da bazı zamanlarda gerekli galiba.
Düşüncelerimize,
duygularımıza ve DİLEKLERİMİZE dikkat etmemiz hayatımızın şekillenmesinde,
mutluluğumuzda çok önemli. Bunu hiç unutmamak gerek. En güzel dilekler bizleri
mutlu edecek renklerde karşımıza çıksın. Sonunda elimizdekileri kaybetmeden, beklediğimizden
daha da mutlu olduğumuzu fark edelim yeter ki…
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
18.07.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder