Böyle anlarda ne
yapmalıyız sorusuna güzel bir örnek kendi tarih sayfalarımız arasından geliyor.
Biraz manidar olsa da paylaşmak istedim.
Aynı zamanda adâleti ile
ilgili hikâyeleri ile tanınan, eski bir alimden söz etmek istiyorum sizlere.
Kendisi değerli bir Osmanlı alimi. Aynı zamanda Nasreddîn Hoca’nın
torunlarından Hızır Çelebi. Memleketi olan Sivrihisar’da kadılık ve
müderrislik yapan; kimsenin bilemediği bilgileri bilen, zeki ve çok çalışkan
bir alimdi. İşte bu özellikleri onu İstanbul’un fethinden sonraki ilk kadılık
görevine getirdi ve ölümüne kadar devam etti.
Yine kendisi gibi kıymetli bir
âlim olan oğlu Sinan Paşa ile birlikte bir gün yemektedir. Sinan Paşa, felsefe
ile ilgili olduğundan bir takım yersiz endişeler ve lüzumsuz şüphelerden
zihnini arındıramamaktadır. Hızır Bey ise, oğlunun bu durumundan bir hayli
endişe duyar. Yemekte söz döner dolaşır ve Sinan Paşa’nın şüphe ve endişelerine
gelir. Hızır bey oğluna: “Senin bu durumun öyle bir noktaya geldi ki, sen
neredeyse şu önündeki tabağın varlığından da şüphe edeceksin” der. Sinan paşa:
“Eh ne yapalım ki, haklısınız. Ama ben de şüphe etmekte haklıyım” deyince,
Hızır Bey, bir şey söylemez. Sadece tabağı alır ve oğlunun kafasına hafifçe
çarpar. Ve bu nükteli cevap, Sinan Paşa’nın tabak konusundaki şüphelerini silip
atar.’’ Bence de Nasrettin Hoca’nın torununa da bu nükteli ve yerinde cevap
yakışır.
Manidar örneğimizdeki
gibi şüphe yerinde ve dozunda kalsın her daim. Yaşantımızda, duygularımız
arasındaki bu bıçak sırtı duygunun; bizi ele geçirmesine mani olmamız çok önemli.
Çünkü yapılan araştırmalar, adeta hastalık boyutuna gelen bu rahatsızlığın
sayıca giderek arttığını gösteriyor. Genelde özgüveni az, narsist ve eleştiriye
kapalı kişilerde bu durumların daha sık yaşandığı ise bir başka gerçek.
İstem dışı, sürekli
beynimize gelen ve sonu olmayan takıntılı düşünceler; bir süre sonra takıntılı
davranışlara da dönüşebiliyor. Ve iş sizin konrolünüzden çıkabiliyor.
Yaptığınız şeylerin anlamsız olduğunu bile bile sizi hapseden ve hayatınızı
zindana çeviren bu duygudan bir türlü kurtulamıyorsunuz. Bu da yaşam kalitenizi
bozuyor. Hayattan zevk alamaz hale geliyorsunuz. İkili ilişkileriniz zarar görüyor.
Giderek yalnızlaşıyorsunuz.
Normalde insan doğası
gereği elbette şüpheci. Üstelik şüpheci olmasa bilimsel doğrular kendini
yenileyemez, dolayısıyla da bilimsel olmaktan çıkardı. O düzey ve amaçtaki bir
şüphecilik gerekli ve yararlı. Sözümüz herhangi bir amaç olmaksızın her şeyde
kuruntuya düşmek, şüphelenmek, düşünce kontrolümüzü kaybetme noktasına gelmek.
İşte bu durum hem kendimize hem de etrafımızdakilere fazlasıyla zararlı.
Ünlü Hintli düşünür
Jiddu Krishnamurti şöyle der; ‘’Önemli
olan neyin sevindirdiği ve neyin üzdüğü değil, doğru olanı görmektir. Ondan
sonra siz değil, doğru olan harekete geçecektir.’’ İşte doğruyu yakalamak
sonunda kısa süreli üzüntü olsa bile önemli. Ve bu kadarcık bir şüphe yeterli,
fazlasıyla zararlı.
Sevgi, aşk, en güzel
dostluklar ışıltısıyla kalbimizi ısıtırken; şüphenin o soğuk koridorlarında
dolanmayalım ne olur. Önce kendimize, sonra da etrafımızdaki insanlara
güvenmemiz gerektiğini de unutmayalım. Çünkü hala güzel kalpli insanlarla
çevrili etrafımız. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi olan, bizi yalnız bırakmayan;
‘’Leyla değilim dost,
lakin çağırırsan çöllere gelirim. Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın
halde gelirim. Kapıyı çaldığımda kim o dersen, ben olmam kapında sen olur
gelirim. Sen gel de yeter ki, yola yük olmam yol olur gelirim.’’
Kaldı ki güvenimizi
sarsacak olaylar yaşasak bile kendimize olan güvenimizle onun da üstesinden
gelebiliriz diye düşünüyorum. Hayat bu kadar renkli ve güzelken tat almaya
bakmak en güzeli. Yoksa her insandan, her olaydan şüphe ederek yaşayamayız ki. Unutmayalım,
hayat kısa ve şüphenin son durağı yok. Nerede ve ne zaman ineceğimize ise bizim
karar vermemiz gerekiyor.
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
26.05.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder