Artık neredeyse hepimiz
geçmişi geçmişte bırakmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bugüne bir şans
vermek ve yarının umutlarını yok etmemek adına. Ne kadar uyguluyoruz orası
tartışılır elbette ama ah… o geçmişin fısıltıları yok mu? Ne yazık ki o
fısıltılar hep içimizde, hep bizimle bir savaş halinde. Üstelik ne zaman ortaya
çıkacağını, ne zaman daha yüksek perdeden bir volümle geleceğini, bizi nasıl
gafil avlayacağını öyle iyi biliyor ki…
Kaçışımız mı? Neredeyse
imkansız gibi.
Suçluluk duymamız,
kendimizi değersiz hissetmemiz için elinden ne gelirse yapıyor adeta. Sanki
hayat sahnesindeki rolümüzü biz değil, o oynarmışçasına. Bizler ise sadece seyrediyoruz;
kulaklarımızda bir alçalıp bir yükselen ama hiç kesilmeyen o fısıltılarla.
Hayattan yeterince zevk
alabiliyor muyuz peki? Ya da gelecekle ilgili kolay düşler kurabiliyor muyuz?
Nerde… umut öyle cılız ki içimizde. Titrek bir mum misali. Hani üflense sönecek
ve biz karanlıktan bir daha çıkamayacakmışız gibi.
Oysa ki yaşananlar her
ne idiyse yaşandı ve bitti. Belki yaramız henüz çok taze belki de değil. Acılarımız
mı? Belki çok derin belki de değil. Ama hayat devam ediyor. Yaşadıklarımız her
ne olursa olsun; kendimizi, etrafımızı, hatta tüm dünyayı suçlamak neden? İçimizdeki
kederi büyütmek yapacağımız son şey olsun ne olur. Geçmişi geçmişte bırakıp,
kaldığımız yerden inatla hayata asılalım henüz daha vakit varken.
Evet, geçmişte
yaşadıklarımız bazen utanç duymamıza sebep olabilir. Hatta en masum hislerimizi
koyu bir pişmanlık yorganı altına alıp yok etmeye çalışabilir. İçimizdeki o pür
neşe çocuğu azarlayıp sustururken bir yandan. Neden mi? Çünkü sadece kendi sesi duyulsun ister. Unutmakla ilgili
tüm çabalarımıza inat; canımızı yakmak, ruhumuzu yormak için elinden geleni
yapar; savaşın tek galibi olmak adına.
Zaman zaman öyle bir ruh
haline girer ki insan; kulağındaki o fısıltılar giderek dozunu artırırken,
kendisini bir çöp kadar bile değerli hissetmez. İçinden bağıran sesleri kesmek için
kulaklarını kapatır, dış seslerle beraber susmasını umarken. Oysa ki sesler
insafsızdır. Nefret doludur. Çirkindir. Korkutucudur. Hayatımızı zindan yerine
çeviren korkularımızın kaynağıdır. Büyük bir çoğunlukla sebepleri çocukluk
yıllarımıza kadar da iner. Ve hepsi bizi uçurumun kenarından aşağıya atmaya,
canımızı yakıp, cezalandırmaya söz vermiş gibidir. Duygu ve düşüncelerimizin
hakimi o fısıltılardır artık; biz onu içimizde sakladığımız sürece. Üstelik her şeyin dermanı olan zaman; sanki
bir tek bizim acımıza derman olamaz diye düşünürüz böylesi zamanlarda.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü geçmişten söz etmeye korkarız. Geçmişte yaşadıklarımızla yüzleşmek; sanki
acılarımızı daha da artıracak, görünmeyen yaralarımızı daha da kanatacak
sanırız. Ama tam tersine bunu yapmadıkça acılarımızdan kurtulmamız mümkün
olmaz. Duygularımızı görmezden gelmek, hiç yokmuş gibi davranmak; onların yok
olacağı anlamına gelmez. Tam tersine giderek derinlere iner, orada kemikleşir.
Sonrasında söküp atmak daha da zorlaşır.
Yaşam boyu içinde
hapsettiğimiz o olumsuz tepkiler nedeniyle hep kötü sözleri, kötü davranışları görüp
duyduğumuz için her zaman bunları hak ettiğimizi düşünürüz. İyi ve hoş şeyler
duyup, gördüğümüzde ise şaşırırız. Kendimize layık göremeyiz. Hatta hakaret
olarak bile algılarız. Çünkü fark etmeden hayatın güzelliklerine tüm
algılarımızı kapatır, etrafı tarayan
radarımızı kendi elimizle kilit altına alırız.
Bu nedenle öncelikle
hayat karşısında cesur olmamız, geçmişin karşısına dikilmemiz ve onunla
yüzleşmemiz gerekiyor. Sonra da geçmişimizle barışmamız, aslında herkesten çok
kendimizi affetmemiz…
Asıl olan da bu
KENDİMİZİ AFFETMEMİZ. Böylece kendimize yeni bir ŞANS daha vermiş oluruz diye
düşünüyorum. Diğer insanlar gibi şansı hak ettiğimizi düşünmek bile ilaç gibi
gelir yaralarımıza inanın bana.
Kendimizi,
yaşadıklarımızı yargılamadan sadece affetmek… Çünkü bu sayede daha olumlu
bakabiliriz hayata ve yaşananlara. Bize zararı dokunacak ne kadar etken varsa
onları hayatımızdan uzaklaştırmaya çaba gösteririz. Eğer varsa hatalarımızdan
ders çıkarıp onları tecrübe hanemize katarız. Bir daha yapmamaya özen
gösteririz. Kısacası hayatımızın alt üst olan dengesini yeniden yerli yerine
oturturuz.
''Yaratıcılık ve keşif,
acıda saklıdır.’’ der Rus kökenli, Yahudi asıllı, ABD'li psikiyatrist Irvin D.
Yalom ‘Nietzsche Ağladında ‘ isimli
romanında.
Yani acılarımızdan
kendimizi yeniden keşfedip, yaratıcılığımızı kullanarak sıyrılmamız da mümkün.
Yeter ki hayata karşı o CESUR duruşumuzu hiç kaybetmeyelim.
Biliyorum ki bunu yapmak
dile getirmek kadar kolay değil. Ancak kabul etmemiz gerekli en önemli nokta
varlığımızın her şeyin en güzeline layık olduğu gerçeği. Ve hayatın bir
tekrarının daha olmadığı. O halde, hayatla aramızdaki bu görünmez bağlara
sımsıkı sarılmak asıl olan. Unutmayalım biz çok değerliyiz. İsteklerimiz,
hayallerimiz ve hayatımızla da bir bütünüz.
Bu anlamda Mark Twain’in sözleri öyle anlamlı ki;
‘’İsteklerinizi,
hayallerinizi küçümseyen kişilerden mümkün mertebe uzak durun! Ruhu küçük
insanlar, başkalarını da daraltmak, azaltmak ister! ‘’
Ne kadar doğru, öyle
değil mi? Ama belki şartlar, belki yaşımız böylesi insanlardan uzak kalmamıza
olanak tanımamış olabilir. Dolayısıyla ruhumuz en derin darbeleri alıp
yaralanmıştır. Yaşadıklarımızın tam olarak ne olduğunu anlayamadan belki de,
ört bas etmek en kolay yol gibi gelmiştir bize; kaçış noktamızda. Ama olsun
hiçbir şey için geç değil hayatta. (devamı 2/2 ‘de ÇARPICI
bir YAŞAM ÖRNEĞİ ile)
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
20.06.2013
Kaliteli bir yazı anlatışınız var. Öncelikle tebrik ederim.
YanıtlaSilKeyifle okudum.. Ayrıca sizi takibe aldım.
Edit : "anlayışınız var "
Sil