Siz hiçbir sebepten dolayı bir yiyeceği yiyemediğiniz ya da sevdiklerinize yediremediğiniz için üzüldünüz mü? İçiniz burulup, gözleriniz nemlendi mi bilemiyorum. Ama çevremizde öyle şeyler duyuyorum ki… Hani neredeyse ağzımıza atabildiğimiz her lokma için şükretmemiz gerektiğini düşünmeden edemiyorum.
Yeterli alım gücüne sahip oldukları halde belirli gıdaları alamayanlar, gönüllerince tüketemeyenler var aramızda. Varken yiyememek, alabilecekken sağlık sorunları nedeni ile uzak durmak, tadını bile hiç bilmeden yaşamak işte böyle bir şey.
Bir de maddi olanaksızlıklar nedeni ile alamayan, tüketemeyenler var ki… Yokken özlemek, sağında solunda pek çok yerde görüp, canı çok çektiği halde alamamak ve her seferinde parasızlığın ağırlığı altında ezilmek, yaşama boyun eğmek de böyle bir şey.
Her ikisinde de özlem var. Her ikisinde de sınırlanmalar var. Ve her ikisinde de hayata karşı kırgın bir yakarış var.
Sebepleri ve yolları farklı ama, sonu aynı olan.
Çeşitli sağlık sorunlarından muzdarip olan bir kesim var ki, onlar ellerinde imkan olsa da özgürce yeme şansına sahip değiller bizler gibi. Hiçbirimizin aklına gelmeyen; hani bizim ‘’hadi canım’’ diyeceğimiz kadar hayatın içinde olan ve sıradanlıkla tükettiğimiz gıdalar onlara yasaklanıyor, hem de çok küçük yaşlarından itibaren. Eğer alternatifleri de yoksa yemek yemek onlar için keyfi olmaktan çıkıyor. Adeta bir zarurete dönüşüyor. Hep özenerek baktıkları, reklamlarda albenili tanıtımlarını gördükleri ve tatlarını bilemedikleri yığınla yiyecekle iç içe ama, ellerini dahi süremeden.
Şeker hastaları bu anlamda en bilinen grup belki de; pek çok şey yasak onlara. Başta şekerli ve unlu yiyecekler, kızartmalar, asitli ve kafeinli içecekler, pilav, hamur işi gibi hemen şekere dönüşen gıdalar, tatlılar, çeşitleriyle insanın başını döndüren dondurma, hatta meyvelerin şekerli olanları bile sakınmaları gerekli yiyecekler arasında.
‘’Çok küçük yaşta şeker hastası olup bir ömür boyu şekere özlem duyan çocuklar, peki… Bir düşünün… Ya onların ömürlük orucu? ’’ diye soruyor İclal Aydın bir köşe yazısında. Haklı elbette. Aslında onlar ömür boyu oruç tutuyor gibiler sanki.
Daha onlar gibi niceleri var sağlık sorunlarıyla boğuşan ve pek çok gıdaya özlem duyan; bir nevi ömürlük oruç tutan. Böbrek hastaları kana kana su içemiyor bizler gibi. Üstelik bizler çoğu zaman su içmeyi unuturken; onlar bir bardak suyu kana kana içip böbrekleri yolu ile dışarıya atmanın hayalini kuruyor yıllarca.
Çölyak hastalarına (gluten intoleransı ve buğday alerjisi olanlar); buğday, arpa, çavdar, yulaf ve diğer bazı tahıllar ve onlardan yapılan ürünler; ekmek, hamur işi, börek, çörek, makarna, şehriye, bisküvi, çikolata, gofret gibi gıdalar yasak. En basitinden fırından çıkan sıcacık bir ekmeğin başını koparıp yeme ya da boy boy reklamları yapılan minicik bir gofreti, çikolatayı tüketme lüksüne sahip değiller.
Sağlık sorunları olmayıp yine de yiyemeyenler ise madalyonun farklı bir yüzü. Maddi olanaksızlıklar nedeni ile pek çoğumuz önce giysilerden, gezmelerden kısmaya başlıyoruz, sonra da sıra mecburen gıdalara geliyor. Biliyorum ki pek çoğumuzun evine et girmiyor sıklıkla. Ancak elimize para geçince ya da ayın çok özel günlerinde, bayramlarda, seyranlarda, o da denk düşerse.
Onun dışında pilava, makarnaya, sade ekmeğe talim eden o kadar çok kişi var ki aramızda. Öğrenciler, özellikle ailelerinden uzakta yurt veya evlerde kalanlarla; taşını toprağını satıp evini barkını dağıtıp iş bulmak ümidi ile çoluk çocuk büyük şehirlere gelenler başı çekiyor.
O nedenle bizler lüks bir lokantada yemek yerken, yanı başımızda aniden beliren ve bir ekmek parası isteyen minik çocuklar içimi çok sızlatır benim. Evet belki çoğu duygularımızı istismar ediyor, evet yaptıklarını hiç onaylamıyorum ama; yine de bir kesim yemek yerken, hem de ısmarladığının yarısını tabağında bırakırken; bir başkasının onlara özlemle bakması bana çok dokunuyor.
Özellikle evine ekmek parası götürmek için gecesini gündüzüne katan; bulabildiği her işte çalışan babalar, anneler için akşam eve dönmek; dönerken çocuklarına minicik bir gofret ya da çikolata dahi alamamak, onları sevindirememek var ya… bunu tarife kelimeler yeter mi? O nasıl bir yürek yangını, o nasıl bir iç sızlamasıdır ki her akşam yaşanır. Sabah cıvıldayarak babasını annesini yolcu eden dünya güzeli çocukların istediği masum şekerlemeler, akşama eve dönüş yolunda taşınamayacak kadar büyük taşlara dönüşüp omuzlara yerleşiverir. Çocukların kursaklarında kalmış sevinçleri, göz bebeklerindeki ışıltıları birer birer söndürürken, akşamları hep aynı hüzün yaşanır ne yazık ki…
Bunu çok güzel anlatıyor aşağıdaki dizeler… Şiirin ismi ‘’ AKŞAMIN EKMEK PARASI ’’ ; Üniversiteden sınıf arkadaşım Sevgili Ahmet Erecek’e ait .
Gözleri parladı çocuğun
Görünce, sokakta dondurmacıyı.
“Baba, Dondurmacı!” dedi sevinçle,
Dönerken babasıyla eve.
Duymazdan gelirken çocuğu,
Hızlandırdı adımlarını baba,
Uzaklaşmak istedi bir an önce oradan.
Cebinde son kalan,
Akşamın ekmek parasına kıymadan.
Korktu çocuk,
Ya dondurmacı görmezse,
onun dondurma istediğini,
Ya da babası, dondurmacıyı
Geçip giderse görmeden.
Kıpı kıpır etti içi,
Telaşlandı birden.
Bir eliyle göstermeye çalışırken dondurmacıyı,
Bir eliyle de, daha da kuvvetli çekiştirdi ceketini.
Titremeye başladı “dondurma!, dondurma!” diyen sesi,
Yetişmeye çalışırken, kocaman adımlarına
Babasının.
“Çekiştirip durma ceketimi!” dedi baba çocuğa
“Sonra hasta olursun” yüzüne bile bakmadan.
Belki de vazgeçer diye,
Kendisi bile buna inanmadan.
Gördü onları dondurmacı.
Daha da güçlü çıktı birden
“Kaymak dondurma!” diyen sesi.
Bilmez miydi babaların yüreğini,
O da düşünürken evinin ekmeğini.
Değiştirdi akşamın ekmek parası,
Babayla dondurmacının,
Birbirine takılan gözlerinde,
Yerini...
Hayatın ta içinden, hayatın ta kendisi.
Pek çoğumuzun haberdar dahi olmadığı, bir kesimin ise ömür boyu yaşadığı acı gerçekler…
O nedenle ağzımıza attığımız her lokma için şükretmeyi unutmamak ve aslında ne kadar şanslı olduğumuzu her zaman hatırlamak gerek. Hele hele cebimizde çocuklarımızı sevindirecek bir dondurma ya da şekerleme paramız varsa ve onlar bunları özgürce tüketme şansına sahipse…
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
06.08.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder