Yeşilin binbir çeşit tonunu, mavinin insanı sarhoş eden renklerini, insana yaşama sevinci veren rengarenk çiçekleri, tabiatın o muhteşem pastoral güzelliğini her yerde göremiyor ve özlüyoruz artık. Nesli yavaş yavaş tükenen canlı türlerini çoğumuz unuttuk, sadece belgesellerde hatırlayabiliyoruz. Lapa lapa yağan karın altında yürümeye, çapkın edalarla gökyüzünden süzülüşünü izlemeye hasret kaldık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan sonra oluşan o mis gibi toprak kokusunu yeterince içimize çekemiyoruz. Mevsimsiz açan çiçekler bizi eskisi kadar heyecanlandırmıyor. Her şey yerinde ve her şey zamanında güzeldir sözünün ne kadar doğru olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyoruz. Baharı, güneşli ve ılık havaları, ha geldi ha gelecek diye özlemle beklemenin ayrı bir güzellik olduğunu mahsunca hissediyoruz. Kendi geleceğimize çok değil bir iki yıl sonrasına bile endişeyle bakıyoruz. Giderek zorlaşan yaşam koşullarının ağırlığı altında ezilecek olan çocuklarımızın, bizim yaşlarımıza gelince karşılaşacakları ürkütücü tablodan korkuyoruz.
Yıllar boyu elimizdeki güzelliklerin kıymetini bilemeden bilinçsizce tüketmenin; uyarıları, verilen sinyalleri görmezden gelmenin şaşkınlığını yaşıyoruz.
Oysa ki doğa tüm cömertliğini sundu bizlere. Havasıyla, suyuyla, bitkisiyle, hayvanlarıyla bizim yaşamımızı en güzel şekliyle sürdürmemiz adına hep kendinden verdi. Karşılık beklemedi. Bizlerde aldık, kullandık, yararlandık hem de sonuna kadar. Ama bilinçsizce, adeta yok edercesine har vurup harman savurduk. Bu alışın hiç verişi olmadan hep böyle süreceğine inandık. Zarar verdiğimiz doğanın kendisini sürekli yenileceğini düşündük. Bu karşılıksız verişlerin bizim kendi çabalarımızla gün gelip azalacağını anlayamadık. Tabiatın sinyallerine gözlerimizi kapattık, kulaklarımızı tıkadık. Bizden önceki nesillerden devir aldığımızda daha iyi olan şartları, bizden sonrakilere aynı şekilde bırakamadık. Her bir dönemde iyilerin sayısını azalttık.
Sonunda doğanın artık kulaklarımızı sağır edecek kadar şiddetlenen tamtam seslerinin ne anlama geldiğini anladık. Vahim gerçeği gördük ve afalladık. Sudan çıkmış balık misali ne yapacağımızı bilemez halde birbirimizi suçluyoruz şimdilerde. Büyüklerimizden aldığımız emaneti iyi kullanmamanın suçluluğunu içimizde hissediyor; kendimizi savunacak haklı gösterecek en küçük ipucunu dahi bulamamanın o kahredici duygusu altında eziliyoruz. Ve galiba kendimizden, doğaya karşı yaptığımız bu acımasızlıktan utanıyoruz. Çünkü dünyayı kendi elimizle cehenneme çevirdiğimizi yeni yeni fark ediyoruz.
Yıllar önce keyifle okuduğum; Amerikalı kadın yazar Marlo Morgan’ın “Bir Çift Yürek” isimli etkileyici romanını hepiniz bilirsiniz. Bu kitaba konu olan; Nomadik kültüründen gelen ve Avustralya’da yaşayan Aborijin’lerin yaşam şekilleri, düşünceleri kısacası hayat tarzları benimde yüreğime dokunmuştu. Bu olağandışı insanların doğaya olan saygı ve sevgisinin, her bir adımlarında doğayı nasıl düşündüklerini, onu nasıl koruduklarını, tüm canlılara nasıl derin ve anlamlı baktıklarını, değer verdiklerini anlatan satırları bugün gibi aklımda ve bunun ne derece önemli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Yazık ki uygarlaştıkça insanlıktan uzaklaştığımızı fark edip üzülüyorum.
Yaşadığımız ortama yaptığımız ihanetin bedeli olarak doğal dengelerin bozulması kaygısı içimizi tamamen sarmış durumda. İleriki yıllarda olacakları tahmin etmek, her gün yeni gerçeklerle karşılaşmak bizleri korkutuyor. Yıllar boyu geleceğimizi düşünmeden acımasızca katlettiğimiz doğa artık bizden hesap soruyor.
Küresel ısınma, buzulların erimesi, zamansız yaşanan mevsimler, kuraklık, telef olan arılar, tüm bunlar çok ciddi birer işaret. Bugüne kadar “bir şey olmaz, ben bozsam da doğa nasılsa yeniden yapar” vurdumduymazlığında olan insanoğlunun artık akıllanması gerekiyor. Çünkü gelecek yıllar hiç de pembe hayallerle süslü durmuyor.
Yağışsızlığın, kurak toprakların, ekilemeyen tarlaların, açlığın, sefaletin, hastalıkların tam tam sesleri artık çok yakımızda. Üstelik bu bir kaygı olmaktan çıktı, tamamen gerçeğe dönüştü. Bizim kendi elimizle yarattığımız bu olumsuz etkiler maalesef asırlarca sürecek.
Bilim adamlarının açıklamalarına göre; küresel ısınma ve hava sıcaklığının giderek artması, kutuplardaki buzulların erimesine, iklimin ve mevsim şartlarının değişmesine, okyanusların ısınmasına, deniz seviyelerinin yükselmesine, orman yangınlarının artmasına, göllerin küçülmesine, ırmakların kurumasına, kışın sıcaklık artışına, ilkbaharın erken gelmesine, bitkilerin erken çiçek açmasına, göç dönemlerinin değişmesine, kıyı şeritlerinin erozyona uğramasına, bulut ormanlarının kurumasına, virüslerin ve bulaşıcı hastalıkların artmasına yol açacak.
Özetle, küresel ısınma savaş kadar ciddi bir tehditle tam tam seslerini gederek yükseltecek. Üstelik yapılan araştırmalar tahmin yapan bilim adamlarının iyimser olduğunu, zararın çok daha ciddi ve büyük ölçülerde olduğuna dikkat çekiyor.
Dünya artık alarm veriyor. Bunu görmemek, o sesleri duymamak olmaz. Madem sebebi biziz, o halde bunu durdurmak, felaketin boyutlarını minimize etmeye çalışmak da bize düşer, öyle değil mi?
Tüm bu tehlikelerden ancak güçlü toplumsal iradeyle kurtulmak mümkün. Sebep olduğumuz çevresel problemlerin ne derece ciddi olduğunu anlamalı, üzerimize düşen sorumluluğu kabul edip, sorunları gidermek adına seferber olunmalı; etrafımızdakileri de bilinçlendirmeliyiz.
Bu anlamda sorumluluk sahibi her insanın yapacağı şeyler var. Kendi özel tüketimlerimizde titizlenme vaktidir artık. Savurganlık yapmayı ve bencilliği bir yana bırakalım. İşe kendimizden, evimizden, çevremizden başlayabiliriz.
Yaktığımız lambaları azaltabilir, yıkadığımız balkonları silebilir, akıtan muslukları tamir ettirebilir, rezervuarları daha az su tüketmek için yeniden ayarlatabilir; gereksiz elektrik, su ve yakıt israfını pekala önleyebiliriz. Sadece enerji kullanımının küresek ısınmaya katkısının %49 yani yarı yarıya olduğunu düşünecek olursak; alınacak en küçük önlemlerin büyük tasarruflara dönüşmesini sağlayabiliriz.
Doğanın bozulan dengesini tamamen düzeltemeyiz belki ama, en azından daha kötü hale gelmesini önleyebiliriz. Haydi ne duruyorsunuz?
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
30.03.2007
BEGİN ABLA YAZINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER,
YanıtlaSilDOĞANIN ACIYAN SESİİİ..... O GÜZELİM ÇİCEKLERİ, AĞAÇLARI, YEŞİLLİKLERİ OLAN VE BİZE BOL OKSİEN VEREN DOĞAMIZI MALESEF KORUYAMIYORUZ. HER TARAF BETONLAŞIYOR, FABRİKA ATIKLARIYLA DOLUYOR, HAVA KİRLİLİĞİ.. HERŞEY DOĞAMIZI ETKİLİYOR.
İSTEMEZ MİYİZ HER TARAFIN ÇİCEKLERLE DOLU OLDUĞU BİR DOĞA. ŞÖYLE BİR İÇİMİZİ ÇEKİP NEFES ALMAMIZ.
Güneş
Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükun.
Ölmedim lakin, yaşamaktayım
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.
Yarasalar duyurmada bana
Kanatlarının ihtizazını.
Şimdi hep korkular benden yana
Bekliyor sular, açmış ağzını.
Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda dağılmayan sükun.
Ölmedim lakin, yaşamaktayım
Dinle bak vurmada nabzı ruhun.
Siyah ufukların arkasında
Seslerle çiçeklenmede bahar
Ve muhayyilemin havasında
En güzel zamanın renkleri var.
Ölmedim hala.. yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun!
Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükun.
Ruhum ölüm rüzgarlarına eş,
Işık yok gecemde, gündüzümde.
Gözlerim görmüyor... lakin güneş
O her zaman, her zaman yüzümde.
ORHAN VELİ KANIK
SEVGİLEİRMLE,
MURAT ARSLAN