Eskiden sadece bir roman
ismi olarak hatırladığımız iki kelime. Amerikalı ünlü kadın yazar Louisa May
Alcott'un nesilden nesile aktarılan çarpıcı hikayesi. Bir klasik aynı zamanda, çocukluk
yıllarımızda hemen hepimizin okumayı tercih ettiği…
Ama şimdilerde bu iki
kelime bizlere bambaşka şeyler çağrıştırıyor. İçimizi acıtıyor. Yeri geliyor kanımızı
donduruyor. Minicik kızlar henüz oyun çağındayken, annelerinin kucağından
kopartılıp; anlamını dahi tam olarak çözemediği bir kabusun içine sürükleniyor.
Hiç tanımadığı, genellikle kendinden yaşça büyük adamlarla evlendiriliyor.
Bu ne yaman bir çelişkidir
böyle. Küçücük kadınlar yaratıyoruz kendi ellerimizle. Bile, isteye.
Peki neden?
Ailenin geçim sıkıntısı
mı? Yoksulluğun o kahredici, yıkık, köhne duvarları mı?
Önerilen başlık parası
mı?
Haneden bir boğazın daha
eksilmesi ihtiyacı mı?
Nedenler o kadar çok ki.
Ama cevapların hiç biri bu kararı haklı çıkarmıyor. Çünkü sebebi her ne olursa
olsun asla kabul edemediğim bu durum; biliyorum ki pek çoğumuzu rahatsız
ediyor.
Henüz anne sıcaklığına
muhtaç, öğreneceği pek çok deneyimden yoksun, hayatın ne demek olduğunun
farkında dahi olmayan minicik yürekler onlar. Genç kızlığa adım atarken
yaşayacağı zorlu yolları bilmeden evlendirilmeleri nasıl bir trajedidir
aslında.
Ha kolundan tutup karanlık,
izbe bir kuyuya atmışsınız; ha hiç bilmediği, tanımadığı, bir adamla
evlendirmişsiniz; ne fark ediyor ki? Korku aynı korku. Üstelik karanlığa bir süre
sonra alışır insanın gözleri. Görebildiği noktada da korkusu diner. Ama ya
evlilik öyle mi? Her gece bir başka
kabusla inler minicik bedenleri. Acı çeker, feryat eder ama kimseler sesini
duymaz. Duymak istemez. Gözyaşları en yakın arkadaşları, sırdaşları olur o
çaresiz gecelerde.
Hangi birine ağlasın ki küçük
kadınlar?
Ana babasından, kardeşlerinden; çok sıcak olmasa, arada sırada
horlansa da yuvasından ayrılmasına mı?
Eşinin kaba saba
hareketlerle her gece kendisine yaklaşmasına mı?
Kabus dolu gecelere mi?
İtilip kakılmaya mı? Her
geçen gün şiddeti artan dayaklara mı?
Özlediği ailesini
görmesine dahi izin verilmemesine mi?
Şansızlığına mı?
Kaderine mi?
Okuyamamasının verdiği
ezikliğe mi?
Yok olup giden
hayallerine mi?
Kendisi daha çocuk
olduğu halde, anne olması için zorlanmasına mı?
Sırtına yüklenen
tonlarca ağırlığın altındaki sessiz çığlıklarına mı?
Neye ağlayacaktır küçük
kadınlar?
Küçüktür. Hem de çok
küçük. Haliyle hataları olacaktır. Her bir hata sonrası yediği dayaklar canını
acıtsa da; dertleşecek, korkularını, ızdırabını paylaşacak kimsesi de yoktur
üstelik.
Peki bizler ne
yapıyoruz? Henüz oyun çağındaki yavrularımızı yuvalarından koparırken içimiz acımıyor.
Genç kız olamadan, kadın olma yoluna doğru kendi ellerimizle iterken;
hayatlarını nasıl kararttığımızın farkına dahi varamıyoruz.
Cahillik mi? Bilgisizlik
mi? Eğitimsizlik mi? İsmini varın siz koyun.
Sadece evlenmekle de bitmiyor
ki çilesi. Ardından çocuk problemi başlıyor. Bedeninin gelişmesi bile beklenmeden,
zorla henüz 14-15 yaşındayken hamile
kalıyor. Kendisine, evine bakmanın sorumluluğuna bir de minicik yavrusu
ekleniyor. Hayatı henüz sorgulayamazken çocuğuna bakması isteniyor. Aradan birkaç
yıl geçiyor ya da geçmiyor, 18 yaşına varamadan ikinci kez hamile bırakılıyor. Zorlukla
taşımaya çalıştığı yüklerine bir yenisini daha eklemek için. Kendi fikri mi? Haşa…
Kocası kendi zevkinin peşindeyken, içinde yaşadığı aile yüzüne bile bakmazken; küçük
kadının fikrini almak da neyin nesi?
Kimse umursamıyor sanki
küçük kadınların dramını. Toplum olarak bizler sessizce izliyoruz. Var olan koruyucu
yasalar ve caydırıcı cezalar yetersiz. Hal böyle olunca, her gün küçük
kadınlara yenileri ekleniyor.
Sevgiden mahrum
yavrular, sevgisiz bir ortamda kucaklarında kendi yavruları ile hayatın
içindeler. Yaşıyorlar bir şekilde. Evet karınları doyuyor belki ama ya ruhları?
Onu kim doyuracak? O sevgisiz ortamda büyürken kendi çocuklarına ne olacak?
Hep demiyor muyuz, sevgi
her şeyin en güzel merhemi diye. Ama görmediğiniz, tatmadığınız o sıcacık
duygudan yoksunsanız; yaşatamazsınız ki. Üstelik bence bir insanın ruhunun
açlığı karın açlığına da benzemez. Daha vahimdir. Getirileri ve sonrası daha
zorlayıcıdır.
Hepimiz bir zincirin
halkalarıyız. Ve küçük kadınlarımızı bu halkaya böyle yarım yamalak yine bizler
ekliyoruz. Sonrası mı? Sonrasında hepimizin içinde olduğu halka en zayıf
yerinden kırılıyor. Yani bu sorun tek taraflı değil. Sadece bu dramın sebebi ve
vesilesi olan aileleri değil, toplum olarak hepimizi ilgilendiriyor.
Çünkü kadın bir eş, bir
arkadaş, bir sevgili, bir dost ve her şeyden öte bir anne. Ona bahşedilen
doğurganlığı ile nesillerin devamını sağlayan. Var mı daha ötesi ? Yok. Sadece
bu sebeple bile el üstünde tutulması gerekirken; aşağılanan, hor görülen,
dayaktan kırıp geçirilen, bir anlık öfke nöbetlerini üzerine kustuğumuz, hiç
yokmuş gibi davrandığımız, kafamıza esince terk edip gittiğimiz, yeri gelip
kapı dışarı attığımız, bir an bile fikirlerini almayı aklımıza getirmediğimiz
yine onlar. Sözün kısası kadın olmak bir lütuf, ama bedelleri çok ağır. Küçük kadınların korkunç dramı
ise madalyonun öte tarafı.
Yazı yazmayı, paylaşmayı
ve bu yolla çoğalmayı çok seviyorum. Ancak bazı konular var ki dayak gibi,
şiddet gibi ya da küçük kadınlar gibi; klavyemin tuşlarına basarken bile onları
incitmekten korkuyorum adeta. Bir kadın olarak, bir genç kız annesi olarak içim
bir başka yanıyor o minicik yavruları düşündüğümde.
Ama her yazımın sonunda
mutlaka umutlara sarılmaya çalışıyorum. Bu kez de aynını yapalım istiyorum. Eğitimle
çözüleceğine inandığım bu drama gelin beraberce dur diyelim. Küçük kadınların
sayıları daha fazla artmadan toplum olarak bilgilenelim. Bu travmanın hepimiz
için zorlayıcı olduğunu dilimiz döndüğünce anlatalım. Anlatalım ki küçük
kadınlar yerine; oyuna ve sevgiye doymuş çocuklarımız, cıvıl cıvıl, umut dolu
genç kızlarımız olsun. Yarının anneleri, KADINLARIMIZ el üstünde tutulsun.
Tebessüm dolu yarınlar
için, umutlarımızı yeşertmek için, sıcacık yuvaların kurulması için, daha güzel
bir gelecek ve nesil için; SEVGİ ve EĞİTİM önceliğimiz olsun.
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
04.12.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder