Birisi
korkularımız, diğeri endişelerimiz.
Ortada
aslında çekinilecek hiçbir şey olmasa da hissettiğimiz bu duygular yüzünden
adeta camdan bir kalıp içinde yaşıyoruz. Dışarısının renkli albenisini
gördüğümüz halde; o cam duvarlarımızı yıkamadığımız sürece özgürleşemiyoruz.
Bana
bu satırları yazdıran yine izlediğim bir video oldu. İnsan hayatta her şeyden,
herkesten bir şeyler öğreniyor. Yeter ki öğrenmek istesin. Bu sefer bize yön
gösteren de bir yavru örümcek. Evet yanlış duymadınız, minicik bir örümcek.
Bembeyaz
bir kağıt düşünün. Üzerinde bir yavru örümcek yürüyor kendi halinde. Ancak biz
elimize bir kalem alıyor ve gidiş yolu önüne tek bir çizgi çekiyoruz. Yavru şaşırıyor
haliyle ve yolunu değiştiriyor. Ardından yeni bir çizgi daha. Adeta bir kaçma
kovalamaca hali.
Hatta
bir ara örümceği daire içinde sıkıştırmaya çalışıyoruz. Ne mi yapıyor? Panikliyor.
Korkuyor. Dairenin içinde dönüp duruyor.
Ta ki cesaretle onu delip çıkana değin. Ardından başka çizgiler ve başka
daireler. Tam bir kısır döngü hali.
Hayatta
böyle değil mi zaten?
Korkuyu
yenecek, endişeleri saf dışı bırakacak cesaretimiz olduğu sürece; camdan duvarlarımızı
yıkıyoruz bir çırpıda. Ve önümüzde alabildiğine uzanan hayatta özgürce yol alıyoruz.
Ama ya cesaretimiz yoksa? İşte o zaman
camdan duvarların arkası bize daha güvenli geliyor belki de. Ve tıpkı örümceğin
o daire içinde dönüp durması gibi; bizlerde kendi kısır döngümüz içinde dönüp
duruyoruz.
Hangisi
daha iyi?
Hep
kısıtlı bir çerçevede yaşayıp, güvende kalmak mı? Elimizdekilerle yetinmek mi?
Yoksa
cesaretle bilinmeyene doğru yol almak mı? Geride bıraktıklarımıza geri dönme
şansımızın olamayacağını bilerek hem de.
Zor
bir soru farkındayım.
Verilecek
cevaplar, biraz da o ana değin yaşadıklarımızla alakalı.
Hani
bardağın son damlalarındaysak eğer; dairenin ruhumuzu iyice daralttığını
düşünüyorsak; gözümüz daha bir kara oluyor. O daireyi kırmak için elimizden
gelen çabayı harcıyoruz. Cesaretle deniyoruz.
Yol
ayırımlarında düşünürken, ilk planda unutmamamız gereken tek bir şey var. O da yaşadığımız
bu hayatın sadece bizim olduğu gerçeği. Nasıl yön vereceğimizi de en iyi biz
biliyoruz. Yeter ki niyetlerimiz temiz olsun. Yeter ki başkalarının canını
yakmasın. Başkalarının mutsuzluklarından payeler aranmasın.
Çünkü saf ve tertemiz niyetimizi kalpten istediğimizde; gerçekleşmesi
için en büyük desteği içimizde biz yaratıyoruz. Ancak itiraf etmemiz gerekli
ki; gün geliyor bizi sınırlandıran, kontrol etmeye çalışan yanımızla çakışıyor.
Yeri geliyor içimizdeki o güzel inanç azalabiliyor. Bu nedenle zihnimizi, düşüncelerimizi temiz
tutmamız oldukça önemli.
Peki
bir anda içimize doğan ilhama ne demeli? Gün geliyor aniden bir şey oluyor,
herhangi bir şey. Belki de sıradan ve önemsiz. Ama tetikliyor içimizi. İşte o
AN yine çok önemli. İç sesimiz bir şeyler söylüyor çünkü. Zamanın geldiğini,
harekete geçmemizi fısıldıyor. İşte bu gücü hissettiğimiz noktada harekete
geçebiliyorsak; tüm mucize kapıları ardına kadar açılıyor.
Bakın
Amerikalı sanatçı J. Neil Hollingsworth ne diyor?
‘’Cesaret,
korkusuz olmak değil; bazı şeylerin korkutan şeyden, daha önemli olduğunun
kararını vermektir.’’
O
halde algıları her yöne açık, ilham dolu bir yüreğimiz varsa hiçbir şeyden
korkmayalım. Yanlışlar da tecrübemiz olsun, ne çıkar ki?
Korkularımızdan
kaçarken, endişelerimizden nefes alamaz hale geldiğimizde hep bir arayış
içindeyiz. Sorular beynimiz içinde dönüp dolaşırken; bir çıkış yolu görmeye
çalışıyoruz. Tıpkı o minicik örümceğin daire içinde kaldığında yaptığı gibi. Çarpıp
duruyoruz kendi iç duvarlarımıza. Canımız acıyor. Ruhumuz yaralanıyor. Kimselere
dile getiremediğimiz bir bıkkınlık duyuyoruz rutin hayatımızdan; zaman içinde. Her
şey dışardan tamamen yolunda gibi görünse de. Eksik bir şeyler içimizi
tırmalıyor.
Peki
ne arıyoruz dersiniz?
Gelin
bu sorunun yanıtı için; Kürşat Başar’ın son romanı Yaz’ın sayfalarını
aralayalım. Okuyanlar bilirler; öyle güzel değinmiş ki içimizdeki o
dalgalanmalara. Şöyle diyor satır aralarında.
‘’Bunca
yıldan sonra, bunca yoldan sonra; bütün o kaçışların, uzaklara gidişin, sonsuz
arayışın sonunda; aslında hep AYNI YERE döndüm. Oradayken başka yerlerde olmak
istedim, gittiğim yerlerdeyse hep orada olduğumu hissettim. Orası kendi içimiz,
ÇOCUKLUĞUMUZ belki de.’’
Doğru
değil mi sizce de? Hepimiz içimizdeki o küçük çocuğu, korkusuz davranışlarını, pür
neşesini, masumluğunu, hayata aşkla bakan gözlerini aramıyor muyuz? Bulanlardan
olanlar öyle şanslı ki.
Farkında
değil misiniz? Hepimizin içsel sınırlandırmaları var. O camdan duvarlarımız gün
geçtikçe kalınlaşıyor. Oysaki tek bir hamle yeterli onlardan kurtulmamız
için. Cesaretle ilk adımı atmamıza
bakıyor sadece. Kendi kendimize yarattığımız tüm o engelleri, önyargıları, boş
inançları temizleyelim. Korku ve endişeleri yok edelim.
Sonrası
mı? İçimizdeki çocuk canlansın. Özgürce nefes alsın ve bizim elimizden tutsun. Bizler
de o şanslılar kervanına katılalım.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
05.03.2015
Kaynak:
Zero Limit- Joe Vitali.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder