18 Nisan 2015 Cumartesi

KORKUMUZA FORMAT ATALIM MI?

Bu hayatta bizi en çok kısıtlayan iki duygu var.

Birisi korkularımız, diğeri endişelerimiz.

Ortada aslında çekinilecek hiçbir şey olmasa da hissettiğimiz bu duygular yüzünden adeta camdan bir kalıp içinde yaşıyoruz. Dışarısının renkli albenisini gördüğümüz halde; o cam duvarlarımızı yıkamadığımız sürece özgürleşemiyoruz.

Bana bu satırları yazdıran yine izlediğim bir video oldu. İnsan hayatta her şeyden, herkesten bir şeyler öğreniyor. Yeter ki öğrenmek istesin. Bu sefer bize yön gösteren de bir yavru örümcek. Evet yanlış duymadınız, minicik bir örümcek.

Bembeyaz bir kağıt düşünün. Üzerinde bir yavru örümcek yürüyor kendi halinde. Ancak biz elimize bir kalem alıyor ve gidiş yolu önüne tek bir çizgi çekiyoruz. Yavru şaşırıyor haliyle ve yolunu değiştiriyor. Ardından yeni bir çizgi daha. Adeta bir kaçma kovalamaca hali.

Hatta bir ara örümceği daire içinde sıkıştırmaya çalışıyoruz. Ne mi yapıyor? Panikliyor. Korkuyor. Dairenin içinde dönüp  duruyor. Ta ki cesaretle onu delip çıkana değin. Ardından başka çizgiler ve başka daireler. Tam bir kısır döngü hali.

Hayatta böyle değil mi zaten?

Korkuyu yenecek, endişeleri saf dışı bırakacak cesaretimiz olduğu sürece; camdan duvarlarımızı yıkıyoruz bir çırpıda. Ve önümüzde alabildiğine uzanan hayatta özgürce yol alıyoruz.  Ama ya cesaretimiz yoksa? İşte o zaman camdan duvarların arkası bize daha güvenli geliyor belki de. Ve tıpkı örümceğin o daire içinde dönüp durması gibi; bizlerde kendi kısır döngümüz içinde dönüp duruyoruz.

Hangisi daha iyi?

Hep kısıtlı bir çerçevede yaşayıp, güvende kalmak mı? Elimizdekilerle yetinmek mi?

Yoksa cesaretle bilinmeyene doğru yol almak mı? Geride bıraktıklarımıza geri dönme şansımızın olamayacağını bilerek hem de.

Zor bir soru farkındayım.

Verilecek cevaplar, biraz da o ana değin yaşadıklarımızla alakalı.

Hani bardağın son damlalarındaysak eğer; dairenin ruhumuzu iyice daralttığını düşünüyorsak; gözümüz daha bir kara oluyor. O daireyi kırmak için elimizden gelen çabayı harcıyoruz. Cesaretle deniyoruz.

Yol ayırımlarında düşünürken, ilk planda unutmamamız gereken tek bir şey var. O da yaşadığımız bu hayatın sadece bizim olduğu gerçeği. Nasıl yön vereceğimizi de en iyi biz biliyoruz. Yeter ki niyetlerimiz temiz olsun. Yeter ki başkalarının canını yakmasın. Başkalarının mutsuzluklarından payeler aranmasın.

Farkındaysanız yazılarımda kalpten niyet etmenin ne denli önemli olduğunu her daim hatırlatıyorum. 
Çünkü saf ve tertemiz niyetimizi kalpten istediğimizde; gerçekleşmesi için en büyük desteği içimizde biz yaratıyoruz. Ancak itiraf etmemiz gerekli ki; gün geliyor bizi sınırlandıran, kontrol etmeye çalışan yanımızla çakışıyor. Yeri geliyor içimizdeki o güzel inanç azalabiliyor.  Bu nedenle zihnimizi, düşüncelerimizi temiz tutmamız oldukça önemli.

Peki bir anda içimize doğan ilhama ne demeli? Gün geliyor aniden bir şey oluyor, herhangi bir şey. Belki de sıradan ve önemsiz. Ama tetikliyor içimizi. İşte o AN yine çok önemli. İç sesimiz bir şeyler söylüyor çünkü. Zamanın geldiğini, harekete geçmemizi fısıldıyor. İşte bu gücü hissettiğimiz noktada harekete geçebiliyorsak; tüm mucize kapıları ardına kadar açılıyor.

Bakın Amerikalı sanatçı J. Neil Hollingsworth ne diyor?

‘’Cesaret, korkusuz olmak değil; bazı şeylerin korkutan şeyden, daha önemli olduğunun kararını vermektir.’’

O halde algıları her yöne açık, ilham dolu bir yüreğimiz varsa hiçbir şeyden korkmayalım. Yanlışlar da tecrübemiz olsun, ne çıkar ki?

Korkularımızdan kaçarken, endişelerimizden nefes alamaz hale geldiğimizde hep bir arayış içindeyiz. Sorular beynimiz içinde dönüp dolaşırken; bir çıkış yolu görmeye çalışıyoruz. Tıpkı o minicik örümceğin daire içinde kaldığında yaptığı gibi. Çarpıp duruyoruz kendi iç duvarlarımıza. Canımız acıyor. Ruhumuz yaralanıyor. Kimselere dile getiremediğimiz bir bıkkınlık duyuyoruz rutin hayatımızdan; zaman içinde. Her şey dışardan tamamen yolunda gibi görünse de. Eksik bir şeyler içimizi tırmalıyor.

Peki ne arıyoruz dersiniz?

Gelin bu sorunun yanıtı için; Kürşat Başar’ın son romanı Yaz’ın sayfalarını aralayalım. Okuyanlar bilirler; öyle güzel değinmiş ki içimizdeki o dalgalanmalara. Şöyle diyor satır aralarında.

‘’Bunca yıldan sonra, bunca yoldan sonra; bütün o kaçışların, uzaklara gidişin, sonsuz arayışın sonunda; aslında hep AYNI YERE döndüm. Oradayken başka yerlerde olmak istedim, gittiğim yerlerdeyse hep orada olduğumu hissettim. Orası kendi içimiz, ÇOCUKLUĞUMUZ belki de.’’

Doğru değil mi sizce de? Hepimiz içimizdeki o küçük çocuğu, korkusuz davranışlarını, pür neşesini, masumluğunu, hayata aşkla bakan gözlerini aramıyor muyuz? Bulanlardan olanlar öyle şanslı ki.

Farkında değil misiniz? Hepimizin içsel sınırlandırmaları var. O camdan duvarlarımız gün geçtikçe kalınlaşıyor. Oysaki tek bir hamle yeterli onlardan kurtulmamız için.  Cesaretle ilk adımı atmamıza bakıyor sadece. Kendi kendimize yarattığımız tüm o engelleri, önyargıları, boş inançları temizleyelim. Korku ve endişeleri yok edelim.

Sonrası mı? İçimizdeki çocuk canlansın. Özgürce nefes alsın ve bizim elimizden tutsun. Bizler de o şanslılar kervanına katılalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.03.2015

Kaynak: Zero Limit- Joe Vitali. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...