Beynimizin ön bölgesi bizim
giriş çıkış kapımız. Dışarıdan gelen uyarılar burada toplanıyor. Bu arada amigdala’mızdan
duygu tonlaması alıyor. Tüm verileri birleştiriyor. Ne yapması gerektiğine,
hangi dozda yapacağına karar veriyor. Geciktirmeden kararını o muhteşem ağlarla
ilgili birimlere yolluyor.
İşte bizim tepkilerimiz
böyle oluşuyor. Bir tehlike anında korkmamız, aç bir yavru köpek gördüğümüzdeki
şefkat duygumuz, sınav öncesi stresten midemizin kasılması, bir yolculuk
sırasında kaygılanmamız, olumsuz davranışlar karşısında üzülmemiz, donakalmamız
… gibi.
Amigdala önemli. Çünkü
heyecanımızın, korkumuzun, endişemizin; kısacası duygusal tepkilerimizin
şiddetini, dozunu ayarlayan bölüm burası. Akabindeki sağlıklı tepkilerimiz onun
verdiği doz ayarıyla gerçekleşiyor.
Aklımızın merkezi olan
ön bölge, bilinçaltımızın merkezi olan limbik sisteme hep şöyle diyor.
‘Mantıklı karar ver.’
Hatta bunun için
hafiften baskı da yapıyor. Bir şekilde bu baskı azaldığında ya da yok olduğunda
ise amigdala doz şiddetini artırıyor. Çünkü üzerinde bir baskı yok. Dolayısıyla
anı dağarcığında biriktirdikleriyle tabiri yerindeyse kafasının bildiğini
yapıyor. Bu da ruhsal pek çok hastalığa zemin hazırlıyor.
Yazımın başında da söz
ettiğim gibi sağlıklı beden kadar, sağlıklı ruh gerekiyor hepimize. Huzur,
dinginlik ve yaşamdan tat almak ancak sağlıklı bir ruhla mümkün; beden kadar.
Amigdalamız duygusal
olayları çözümlerken boş durmuyor. Bir yandan da bu olayla ilgili anıları
depoya atıyor. Peki bunları neden biriktiriyor dersiniz? Benzer olaylarla
karşılaşınca hemen bulup önümüze getirmek için. Bu nedenle bir türlü
unutamıyoruz yaşadığımız bazı acı tebrübeleri. Adeta mıh gibi işleniyor
beynimize.
Gün gibi açık olan bir
şey daha; benzer olaylar karşısında; biz kadınların erkeklerden daha farklı
tepki vermemiz. Sebebi ise amigdalamızdaki farklar.
Öncelikle kendi
duygularımızı, sonra da birbirimizi çok daha iyi anlayabilmemiz için
beynimizdeki bademlere çok iyi bakmamız gerekiyor. Çünkü ancak onlar sağlıklı
çalıştığında duygularımızın farkında oluyoruz. Tepkilerimizi
denetleyebiliyoruz.
Şimdi beraberce bir
duygu tahlili yapalım mı? Adım adım beynimizi takip etmeye çalışırsak daha
kalıcı olur diye düşünüyorum.
Örneğin; evde gece
yalnızken bir korku filmi izlediğimizi düşünelim. Bir anda içimize bir korku
düşer yerli yersiz. Sanki karakterin yerinde biz varmışız gibi, koltukta
büzülürüz. Gözümüzü kapının girişine diker, hatta varsa battaniyenin altında
kaybolmaya çalışırız. Oysa ki evimizde ve güvendeyizdir. Kapımız kapalı hatta
kilitlidir. Ama o korku hissiyle beraber beynimizdeki bademler görev
başındadır.
İşte olan olur. Anı
dağarcığındaki bilgilerden de yararlanarak; ilgili birimlere yolladığı
uyarılarla, tüm korku davranışları adım adım ortaya çıkmaya başlar.
Önce yüzümüze korku ifadesi
yerleşir. Gözbebeklerimiz büyür. Hafif bir ürperti, arkasından amigdalamızın
ayarladığı doza bağlı olarak bir titreme başlar. Koltuk altlarımızın terlediğini
hissederiz. Çünkü stres hormonuz devreye girer. Adrenalin salgımız başlar. Kalp
atışımız artarken; birden daha hızlı soluk alıp verdiğimizi fark ederiz. Sonuçta
belki de biz filmi izlemekten vazgeçecek kadar korkarız. Gerçek değildir oysaki
hiçbiri. Biliriz ki karşımızda sadece görüntüler ve ses vardır. Ancak yine de
korkarız, engel olamayız. Bir şeyler tetiklenmiştir çünkü.
Peki dünyanın ilk korku
hissetmeyen insanını merak ettiniz mi hiç? Current Biology dergisine göre bu kişi
S.M. isimli bir kadın hasta. Amerika Iowa Üniversitesi’nde yapılan araştırmada;
ender görülen genetik bir rahatsızlık sonucu S.M.’nin amigdalası hasar görmüş. Altı
yıl boyunca yapılan sayısız deneyde, kadını korkutacak hiçbir şey bulunamamış. Zehirli
yılan ve örümceklerden ya da herhangi bir korku filminden bizim korktuğumuz
gibi korkmuyor. Hissettiği tek duygu merak olduğu için de, etrafındaki
tehlikelere son derece açık yaşıyor. Uzman doktorlar; çatışma yaşayan
askerlerde oluşan, travma sonrası stres bozukluğu ve korkuların tedavisinde bu
durumun faydalı olacağını belirtiyorlar.
İşte beynimizdeki o
minicik bademler ve bize yaptıkları…
Bu nedenle hayat
koşusunda yer yer durup kendi iç sesimize kulak vermeyi unutulmamak gerekiyor. İç
sesimiz üzgünse, kırgınsa, endişeli ya da mutsuzsa; yok saymadan sebebini
bulmaya çalışmak lazım.
Acılarla yüzlemekten
korkmayalım. Korkmayalım ki anı dağarcığımızda gereksiz birikimler olmasın. Evimizi,
odamızı, masamızı, bedenimizi temizler gibi. Ruhumuzu da temizleyelim. Hafifletelim arada sırada.
Bakın o zaman hayat
nasıl da renklenecek. Görmediklerimiz bize nasıl göz kırpacak. Umutlar tazelenecek.
Hayaller çoğalacak. Yaşama sevincimiz artacak. Aşkla bakıp aşkla dokunacağız
hayatın her zerresine.
Son bölümde gelin ünlü
Hint düşünür Osho’ya yer verelim. Her satırı altın kadar değerli çünkü. İyice
özümsemek gerekli diye düşünüyorum.
‘’Sen huzurlu olduğunda,
insanlar sana yaklaşır. Huzursuz olduğunda uzaklaşır. Bu o kadar fiziksel bir
olaydır ki, kolaylıkla gözlemleyebilirsin. Ne zaman huzurlu olsan, herkesin
sana yakın olmak istediğini hissedeceksin. Çünkü huzur, etrafında bir titreşim
yaratır. Etrafındaki huzur halkaları hareket edecek ve her kim yaklaşırsa; bir
ağacın gölgesine girip, rahatlamak ister gibi; sana daha yakın olmayı arzu
edecek. Unutma, başkalarına ancak sahip olduğun şeyi verebilirsin. Sen
mutluysan, sadece orada bulunman bile, diğer insanların mutluluğunu
tetikleyecek. Senin müziğin, senin dansın mutluluk dalgaları yaratacak, neşen
sana yaklaşan herkese bulaşacak.’’
Kendi özümüzden tüm
evrene…
Sizden bana, benden
sizlere, hepimize…
Dingin bir amigdala’mız
olsun beynimizde. Duygularımız ise bizleri yormayacak dozlarda. Sağlıkla, huzur
dolu ruhlarımızla el ele beraberce.
Tek başımıza çok şeyiz.
Ama bir araya gelip kocaman bir sevgi ve huzur halkası olduğumuzda MUCİZELER
YUMAĞIYIZ. Bunu hiç unutmayalım. Olmaz mı?
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
05.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder