15 Haziran 2025 Pazar

HÜZÜN ve UMUDUN SESİ

Konçertolar.

İtalyan barok dönem klasik müzik bestecisi, virtüoz kemancı ve rahip Antonio Lucio Vivaldi’nin müziğe kattığı muhteşem bir renk.

Bir ya da birkaç enstrüman ve orkestra eşliği için düzenlenen, genellikle üç veya dört bölümden oluşan Klasik Batı Müziği beste türü; olarak tarif ediliyor konçertolar.

Genelde solo enstrümanların olağanüstü yeteneklerini (virtüözitesini) göstermek için yazılıyor.

İşte bunlardan bir tanesi de ‘Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’.

İçinde hem hüzün hem de umut el el ele vermiş, adeta beraberce dans ediyor kulaklarımızda.

Bu dokunaklı eser; “Allegro Con Spirito”, “Adagio” ve “Allegro Gentile” isimli üç bölümden oluşur ve toplam 22 dakika sürer.

Müzik tarihinde klasik gitar için yazılmış en tanınmış eser olarak müzik tutkunlarının gönlüne taht kurar.

İspanyol klasik müzik bestecisi ve piyano virtüözü olan Joaquin Rodrigo Virde; 1901 yılında çok çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak; İspanya Valencia’da doğar.

Henüz üç yaşında ülkeyi kasıp kavuran difteri hastalığına yakalanır ve gözlerini kaybeder.

Karanlık dünyasına ışık olan müzikle ailesi sayesinde çocuk yaşta tanışması en büyük şansı olur.

Sekiz yaşında solfej, piyano ve keman eğitimi almaya başlar.

1925 yılında orkestra için bestelediği Beş Çocuk Parçası ile İspanya Ulusal Ödülü’nün sahibi olurken, yurtdışı eğitim bursu kazanır.

Fransa’ya gelip Paris’e yerleşir.

1927 yılında ünlü Fransız besteci, müzisyen ve müzik eğitimcisi Paul Abraham Dukas ile çalışır. Bu keyifli beraberlik beş yıl sürer.

Tam bu yıllarda, kaderin cilvesi karşısına İstanbul doğumlu İspanya kökenli Sefarad Victoria Kamhi’yi çıkarır. Yetenekli piyanist ve besteci Türk kızı, onun üzerinde derin izler yaratır.

Üç yıllık beraberliğinde aşık olduğu kadına ‘gözümün nuru’ diye hitap eder.

1933 yılında soğuk bir Ocak günü, sevdiği kadınla İspanya Valencia’da evlenir. Aralarındaki aşk ve uyum ömürlerinin sonuna kadar devam eder.

Evlendikten bir süre sonra piyano kariyerine son veren Victoria, eşinin asistanlığını yapmaya başlar. Bu sayede ‘Joaquin Rodrigo'yla el ele: Maestro'nun yanında hayatım’ isimli biyografi eser hayata geçer.

İlerleyen yıllarda usta bir piyano virtüözü olan Rodrigo, dünya çapında tanınan pek çok klasik müzik eserine imza atar.

Onu dünyaya tanıtan en önemli eseri ise ‘Rodrigo'nun Gitar Konçertosu - Concierto de Aranjuez’ olur.

Savaşın acımasız dönemlerini birebir yaşayan çift, bir süre Fransa ve Almanya’da yaşamayı seçer. Elbette onlar da diğer duyarlı insanlar gibi yaşanan acımasızlık ve haksızlıktan fazlasıyla etkilenir.

1936 yılında İspanya’da başlayan iç savaş tam üç yıl sürer.

İnsanların acıyla sınandığı o günlerde de dünya sessizliğini korur tıpkı bugünlerde olduğu gibi.

1938 yılının nemli bir Eylül günü, gittiği San Sebastian müzik etkinliğinden dönerken; arkadaşı İspanyol gitarist ve besteci Regino Sainz de la Maza ile karşılaşır.

Beraber akşam yemeği yerlerken; arkadaşı Rodrigo’dan bir gitar konçertosu bestelemesini ister. Daha önce hiç gitar konçertosu bestelememiş olması nedeniyle bu talebe hayli şaşırır. Pek de üstünde durmaz.

İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulmaya başladığı o yıl eşi hamile kalır. Henüz dokuz aya varamadan eşi Victoria aniden fenalaşır ve hastaneye kaldırılır.

Aşık olduğu kadının çektiği acı, yaşamla verdiği mücadele Rodrigo’nun tüm duygularını alt üst eder. Üstüne bebeklerini de kaybedince ruhunda kopan fırtınalar bir anda notalarda hayat bulur.

Aklının bir yerlerine yer eden gitar konçertosu acıyla, hüzünle, endişeyle ve umutla yoğrularak işte böyle zor bir zamanda aniden doğar.

Üç bölümlük konçertonun önce ikinci bölümü olan Adagio; devamında üçüncü bölümü olan Allegro Gentile bestelenir. En son bestelenen bölüm ise konçertonun birinci bölümü olan Allegro Con Spirito olur.

Acıyı, hüznü, umudu ve umudun çoşkusunu aynı anda kalbe tını tını işleyen ve gözleri nemlendiren ünlü eserine böylece imza atar.

Eşi ile beraber savaştan sadece iki gün önce İspanya’ya dönerken, yanlarındaki tahta bavulda gitar konçertosunun orijinal taslağı bulunur.

İşte tarihler 1939 yılını gösterdiğinde; Rodrigo, ruhunda kopan fırtınaları dindirmek için yazdığı ve eşinin yardımıyla notalara döktüğü eseri ile unutulamayan besteciler arasına girer.

1941 yılında bir kızları olur.

Uzun yıllar süren mutlu yaşamları boyunca pek çok yerde konser verir eşiyle beraber.

1972 yılında Türkiye’ye de gelirler. Ankara ve İstanbul’daki konserler çok başarılı geçer dünya çapındaki diğer konserler gibi.

Mutlu ve başarılı yaşamları; 1999 yılında eşi Victoria’dan iki yıl sonra; tam 97 yaşında Madrid’de sonlanır sessizce.

Müzik dehası bu muhteşem besteciden geriye pek çok eser hediye olarak kalır elbette, ama gitar konçertosu yıllar geçtikçe değerine değer katar.

İspanya folklorik müziğinin özelliklerini de taşıyan konçertoyu dünya o kadar sever ki sadece gitar değil başka enstrümanlarla da çalınır. Bazı filmlerin fon müziği, hatta bazı ülkelerin ulusal marşı olur.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

23.01.2025

Not: https://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k. (konçertoyu dinlemek isterseniz tıklayabilirsiniz.)

Kaynaklar: https://tr.wikipedia.org;  https://listelist.com.

 

 

 

 

 

 

 

30 Mayıs 2025 Cuma

MİMOZALAR

Zihnimize neşe, mutluluk ve zevk veren çiçekler bir anlamda ruhumuzu doyuran canlılar.

İşte bunlardan bir tanesi olan mimozalar da mis gibi kokusu ve canlı sarı rengi ile her bahar başlangıcında bizimle.

Bu zarif çiçek hem güneşi temsil ediyor hem de altın sembolü olarak kabul edilir.

Zarafetin, nezaketin ve bolluğun simgesi olan mimozaların öyküsü bir savaş sonrası İtalya’da başlar.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ülke içinde yaşanan iç savaşların ardından, perişan olan halka yaşama umudu aşılamanın yolları araştırılır.

İtalya Kadın Birliği üyeleri; kurdukları dayanışma grupları ile toplumun yeniden umutla ayağa kaldırılması adına; yaptıkları çalışmalarda bir sembol aramaya başlar.

Yapılan teklifler arasında üç çiçek öne çıkar.

Karanfil, anemon ve mimoza.

Sonunda alınan ortak kararla mart ayında çiçeklenen sarı renkli mimoza çiçeği seçilir.

Böylece mart ayına denk gelen Dünya Kadınlar Günü de temsil edilecektir.

Bakımı fazla uğraş istemeyen mimozalar, aynı zamanda çarpıcı sarı rengi ile halkın unuttuğu gülümsemeyi ve huzuru yeniden yakalamasına yardımcı olacaktır.

Peki bu güzel çiçekler ülkemize nasıl geldi derseniz; işte orada bizi bir yazar karşılar.

Ünlü bir paşanın son derece iyi eğitim almış oğlu olsa da, hayatındaki zorluklar silsilesi içinde yolu bir şekilde Bodrum’a düşer yazarımızın.

Burada pek çok roman ve hikaye kaleme alırken, yabancı yazarlardan çeviriler de yapar. 

Tarihler 1845 yılını gösterdiğinde yazarımız ‘Carmen’ isimli bir çeviri üzerinde çalışmaktadır. Prosper Mérimée'ye ait olan ve konusu İspanya'da geçen hikâyeyi Türkçe’ye çevirirken bazı satırlardan çok etkilenir.

Eserde esmer İspanyol kızlarının saçlarına küçük mimoza demetleri taktığını okuyunca; Bodrumlu esmer kızların da saçlarına mimoza demetleri taktığını düşler.

Bu düşünü gerçekleştirmek adına Paris’ten mimoza tohumları getirtir.

Bodrum sokaklarının her bir köşesine rastgele eker. Bir süre sonra tohumlar yeşerir. Ardından mimozalar açmaya başlar.

Böylece her yıl zamanı geldiğinde Bodrum sokakları sapsarı mimoza çiçekleri ile adeta gelin gibi süslenir.

Günlerden bir gün; bir düğün alayında Bodrumlu kızların saçlarına mimozalar taktığını gören yazarımız mutlulukla gülümser.

Hayali gerçek olmuştur.

Maviye ve denize olan tutkusuyla hayatını geçirdiği Bodrum’un ilklerinde hep onun imzası bulunur.

Palmiyeler, gelin çiçeği, greyfurt meyvesi, begonviller ve mimozalarla beraber tam 45 değişik bitki türü.

Bu yazar kim midir?

Bodrum'a olan aşkı ile tanınan ünlü roman ve hikâye yazarı Cevat Şakir Kabaağaçlı ya da romanlardaki ismiyle Halikarnas Balıkçısı.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

14.01.2025

Kaynaklar: https://www.heryerbitki.com; https://www.gazetehalk.com.tr.

 

22 Mayıs 2025 Perşembe

TESADÜFÜN BÖYLESİ

Bu sıralar gündemde olan bir dizi ile her birimiz Şakir Paşa ve ailesini merak eder olduk. Üstelik çocuklarının pek çoğu bir döneme imzasını atan, eserler bırakan şahsiyetler olunca.

Ben de tam böylesi bir araştırmanın içindeyken; karşıma çıkan hoş bir anektod ile; hayattaki tesadüflerin bazen ne kadar özel olduğunu düşündüm.

Osmanlı’nın son zamanlarına denk gelen bir aile Şakir Paşa ya da Atalarının Afyon’un Kabaağaçlı köyüne yerleşmesi nedeniyle Kabaağaçlı ailesi. (Bu aile ile ilgili daha detaylı paylaşımı bir başka blog yazımda yapacağım.)

Asker kökenli bu ailenin o dönemlerde sanat ve edebiyata verdiği önem özellikle çocuklarında meyvesini verir.

Baba Şakir Paşa’nın oğlu Cevat Şakir Kabaağaçlı hepimizin eserlerini zevkle okuduğumuz, halk arasında bilinen mahlasıyla Halikarnas Balıkçısı.

Onun kız kardeşi Fahrünnisa Zeyd özellikle yurtdışında verdiği eserlerle ön plana çıkan ünlü bir ressam.

Ablasının resim hayatından oldukça etkilenen diğer kız kardeşi Aliye Berger de özellikle gravür alanında başarılı bir başka ressam.

Ancak burada sıra anektod sahibi  Fahrelnisa Zeid’de.

Fahrelnisa Zeid ilk evliliğini İzzet Melih, ikinci evliliğini Irak Kralı I. Faysal’ın kardeşi Emir Zeid ile yapar. Dolayısı ile Prenses unvanını alır.

Paris ve Londra’da sergilenen eserleri ile Avrupa’nın en beğenilen ressamları arasında sayılır. Özellikle soyut resim alanında Türkiye ve Avrupa’daki öncülerden biridir.

Tarihler 1944 yılını gösterdiğinde Fahrünnisa Zeyd, eserlerini İstanbul Maçka’daki Ralli Apartmanında sergiye açmak ister.

Tam 170 resim o apartman dairesinin neredeyse her duvarını süsler.

Heyecanla sanat severleri beklerken içi içine sığmaz. Bir yandan da apartman dairesinde yapılan serginin sıra dışı olacağını söyleyen yakınlarının sözlerini hatırlar.

Sonuçta bir başına bekler durur.

Tam umudunu kaybedecekken birden kapısına bir havagazı kontrol memuru gelir.

Fahrünnisa Zeyd ne mi yapar?

Eserlerini tek tek bu gaz memuruna gösterir.

Peki sizce o görevli kimdir dersiniz?

O yıllarda Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalışan ve Türkiye’den Nobel Ödülü’ne aday gösterilen ilk yazarımız Yaşar Kemal.

Geçmişinde öğretmen vekilliği, pamuk tarlalarında, patozlarda işçilik, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yapan Yaşar Kemal; çalışmak için İstanbul’a geldiğinde kısa bir süre için havagazı şirketinde çalışır.

Ve ne kadar ilginçtir ki havagazını kontrol etmek için gittiği o dairede, karşısına ünlü bir kadın ressam ve eserleri çıkar.

Gerçekten de tesadüfün böylesi, hepimizin birbirimizin hayatına nasıl da dokunduğunun güzel bir örneği değil mi?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

10.01.2025

Kaynaklar: https://oggito.com; https://tr.wikipedia.org; https://artdogistanbul.com.

 

15 Mayıs 2025 Perşembe

UÇAK ROTALARI

Gökyüzünde uçmayı, uçakla havalanıp bulutların arasına karışmayı o kadar seviyorum ki; uçaklarla ilgili her bilgi notu beni heyecanlandırıyor.

Üstelik son yıllarda internetin gücü sayesinde uçak rotalarını takip ederken hep aklımıza bir soru takılıyor.

Uçakların hava trafiğine uygun hareket ettiğini biliyor olsak da rotalarının neden düz değil de kıvrımlı olduğunu çoğunuz gibi ben de düşünüyordum.

İşte bu yazımla yine matematiğin o eşsiz kurallarının arasına dalıp adeta dans ederken; kim bilir belki de bir uçak rotasında buluruz kendimizi.

Geometride, iki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz bir çizgi olduğunu öğrendik hepimiz. Ancak buradaki kritik nüans bu ilkenin sadece düz yüzeylerde geçerli olması.

Küresel formdaki dünyamız söz konusu olduğunda iki nokta arasındaki en kısa mesafe daha farklı oluyor.

Tam bu noktada dünyamızın şeklini ve boyutunu, yeryüzü ve yerçekimi alanlarını inceleyen bir bilim dalı olan Jeodezi (Yer Ölçümü) devreye giriyor.

Jeodezik olarak bilinen eğriler, eğimli yüzeylere daha uygun olan Riemann geometrisinden kaynaklanıyor.

Dolayısıyla zamandan ve yakıttan tasarruf etmek için en kısa rotaları belirlemeyi hedefleyen uçuş planlamacıları, bu jeodezik yolları kullanıyor. Böylece yer küredeki en verimli rotalar bulunuyor.

İşte bu sebeple her uçuş; bizler için uzun gibi görünen ancak aslında dünyadaki en kısa mesafeyi ve en az çabayı temsil ediyor.

Buradan hareketle matematiğin sayfalarını karıştırdığımızda karşımıza sikloid eğrisi (Yunancada en kısa zaman anlamına gelen brachistochrone ) çıkıyor.

Tarihler 1696 yılını gösterdiğinde ünlü matematikçi Johann Bernoulli; o dönemin ünlü matematikçilerine, üzerine kafa yorduğu ilginç bir soru sorar.

‘’Dik bir düzlemde iki nokta arasına nasıl bir eğri çizilsin ki bu eğri boyunca sadece yerçekimi etkisiyle sürtünmesiz kayan bir cisim bu iki nokta arasındaki yolu en kısa sürede alsın?’’

Mektubu alan ve soruyu öğrenen matematikçiler, fizikçiler hesaplayarak sonuca varır.

Ancak sorunun sahibi olan Bernoulli, en kısa süreyi ışıktan ve ışığın kırılmasından yararlanarak çoktan bulmuştur.

Nasıl mı?

Işık belirli bir yol boyunca ilerlerken farklı hızlarda hareket eder. Ancak bu arada bir yasayı uygular.

Optik Snell yasasını.

1621 yılında Hollandalı bilim insanı Willebrord Snellius’un geliştirdiği bu optik yasaya göre; ışık farklı yoğunluklara sahip iki ortam arasından geçerken kırılma açıları değişir.

Neden mi?

Hedefine en kısa sürede ulaşmak için.

İşte Bernoulli bu yasadan hareketle sikloid eğrisine ulaşır.

Bu özel eğri günümüz mimarisinde ve sanatta sıklıkla kullanılıyor. Hatta gençler arasında çok popüler olan kaykay rampalarının en hızlı olanları da bu şekle sahip olanlar.

Sözün özü; matematiğin sihri ve gücü tüm yaşantımızda.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

06.01.2025

Kaynaklar: https://www.hypatiabilim.org; Bilim ve Teknoloji; https://www.matematiksel.org.

 

 


8 Mayıs 2025 Perşembe

ÜNLÜ DEHANIN PİŞMANLIĞI (2/2)

"İzafiyet kuramını açıkladığım zaman çok az kişi beni anladı, şimdi insanlığa ulaşması için yazacaklarım da bu dünyada yanlış anlaşılma ve önyargıyla çarpışmaya mahkum. Mektupları gerektiği sürece korumanı istiyorum, ta ki toplum şimdi açıklayacaklarımı kabul edecek düzeye gelene kadar.

Bilimin açıklayamadığı son derece kuvvetli bir güç var. Bu güç herkesi kapsıyor ve yönetiyor. Evrenin çalışmasını sağlayan her olgunun arkasında bile o var ve henüz bizim tarafımızdan tanımlanamadı.

Bu evrensel güç SEVGİdir.

Bilim insanları, evren için birleşik bir kuram ararken, görülemeyen en kuvvetli evrensel gücü unuttular.

Sevgi ışıktır, onu alıp verenleri aydınlatan.

Sevgi yer çekimidir, çünkü insanların birbirine çekim hissettirmelerini sağlar.

Sevgi kuvvettir, çünkü bizdeki en iyiyi çoğaltır ve insanlığın kör bencilliklerinde tükenmesine engel olur.

Sevgi için yaşarız ve ölürüz.

Sevgi Tanrıdır ve Tanrı sevgidir.

Bu güç her şeyi açıklar ve yaşama anlam katar. Bu bizim çok uzun süredir göz ardı ettiğimiz bir çelişkidir. Çünkü belki insanın evrende kendi özgür iradesiyle kullanamayacağı tek enerji olduğu için sevgiden korkuyoruz.

Sevgiye görünürlük verebilmek için, en ünlü denklemimde basit bir yer değiştirme yaptım.

Eğer E=mc2 yerine, dünyayı iyileştirecek olan enerjinin ışık hızının karesiyle çarpılacak sevgiyle sağlanabileceğini kabul edersek, şu sonuca varıyoruz: sevgi en kuvvetli güçtür, çünkü sınırı yoktur.

İnsanlığın evrendeki bizim düşmanımız haline gelen diğer güçleri kullanmakta ve kontrol etmekteki başarısızlığından sonra kendimizi başka çeşit bir enerjiyle beslememiz zorunludur.

Eğer türümüzün hayatta kalmasını istiyorsak, eğer hayatta bir anlam bulmamız gerekiyorsa, eğer dünyayı ve içinde yaşayan her duyarlı varlığı kurtarmak istiyorsak, sevgi tek ve biricik cevaptır.

Belki bir sevgi bombası, gezegenimizi harap eden açgözlülük, nefret ve bencilliği tamamen yok edebilecek kadar güçlü bir cihaz, yapmaya hazır değiliz.

Buna rağmen her bireyin enerjisini açığa çıkartmayı bekleyen küçük ama kuvvetli bir jeneratörü var.

Bu evrensel enerjiyi almayı ve vermeyi öğrendiğimiz zaman sevgili Lieserl; sevginin hepsini yendiğini, her şeyin ötesine geçtiğini doğrulayabileceğiz; çünkü sevgi hayatın en özlü kısmıdır.

Bütün hayatım boyunca kalbimin içinde sana dair sessizce atanları ifade edemediğim için çok derin bir PİŞMANLIK duyuyorum.

Belki artık özür dilemek için çok geç, ama zaman göreceli olduğu için sana söylemem gerekiyor: seni seviyorum ve nihai cevabı bulduğum için sana teşekkür ederim.

Baban Albert  Einstein.’’

Kızının bu mektubu okuyunca neler hissettiğini, yüreğinde yıllar boyunca kopan fırtınaları dindirip dindiremediğini; acı ve üzüntü dolu hayatını anlayabilmemiz elbette mümkün değil.

Babasını affedip affetmediği ise tam bir muamma.

Ünlü dâhinin varlığını dahi ret ettiği kızıdır sonuçta. Üstelik duygusal zekası son derece kuvvetli bir babadan bahsediyoruz.

Döneminin yıllar sonrasını düşünebilen böyle bir babanın kızı acaba nasıl yetişti?

Zeka genlerini aldı mı?

Nasıl bir eğitim gördü?

Bunların yanıtları ne yazık ki tarihin notlarında yok.

Gelin görün ki ortadaki gerçekler verilen bazı kararları açıklar gibi. Üniversite yıllarında birbirini çok seven Albert ile kendisinden dört yaş büyük Mileva’nın, zeki oğlunun geleceğini mahvedeceğine inanan bir annenin itirazlarına direnirken; evlilik dışı hamilelik skandalı ile karşı karşıya kalmalarını unutmamak gerekiyor.  

Bir yönüyle dünyaya mal olmuş bir dahi, diğer yönüyle bir eş ve baba. Sevdiği kadınlar, ilişkileri, sorunlarla mücadele eden çocukları ile bir bütün aslında Albert Einstein.

Onun da hepimiz gibi doğruları ve yanlışları oldu mutlaka.

Hayatım boyunca sevgiyi önemseyen ve sevginin paylaşıldıkça çoğaldığına inanan birisi olarak; her bir satırda ayrı ayrı düşündüm.

Bir insanın dünya çapında bir dahi olsa da hatalar yapabileceğini, fizik ve matematik problemlerini kolayca çözebildiği halde duygularını önemsemediğini, anlaşılamamanın verdiği üzüntüyü, hayatı boyunca verdiği kararların arkasında dururken hissettiği içsel pişmanlığını, kendisine ördüğü kalın duvarları hissediyor bir şekilde.

En sonunda ise elde tek değerli şey kalıyor.

SEVGİ.

Sevginin yaydığı o büyülü enerjinin önce kendi içimizi, sonra çevremizdekileri, ülkemizi ve dünyamızı bir an önce kaplaması dileğimle.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

29.10.2024

Kaynaklar: https://www.finansgundem.com; https://tr.wikipedia.org; https://eksiseyler.com; https://www.bbc.com.

 

ÜNLÜ DEHANIN PİŞMANLIĞI (1/2)

Bir süre önce ‘BEYNİ ÇALINAN DAHİ’ isimli yazımda Albert Einstein’ı ele almış, az bilinen hayat hikayesini paylaşmıştım.

O yazıya başlarken esas amacım, ünlü dâhinin ardında bıraktığı 1400 mektuptan bir tanesini ele almak ve hayatındaki en büyük pişmanlığına tanık olmanızı sağlamaktı.

İşte şimdi sıra bu gizemli mektupta.

Konusu çok özel olan bu mektup, ünlü bilim insanının pişmanlığını anlatıyor. Üstelik pişmanlığı ‘hayatın en özlü kısmı’ diye tarif ettiği SEVGİ üzerine olmuş.

Tarihler 1980 yılının sonlarını gösterdiğinde Albert Einstein’ın yazdığı toplam 1400 mektup Yahudi Üniversitesine bağışlanır.

Bu bağışı yapan kimdir biliyor musunuz?

Einstein’ın hiç görmediği ve hatta yaşayıp yaşamadığından emin olamadığı ilk göz ağrısı kızı Lieserl.

Hatırlarsanız Albert Einstein’ın ilk evliliğinden iki oğlu olur. Ancak henüz evlenmeden üniversite yıllarında tanıdığı müstakbel eşi hamile kalır. Ailesinin özellikle annesinin baskısı nedeniyle doğacak çocuğu kabul etmeyeceğini bildirince, müstakbel eşi kendi ailesinin yanında sessizce doğum yapar.

Dünyaya gelen kız çocuğuna Lieserl ismi verilir. Gelin görün ki o minicik bebeğe sonrasında ne olduğu, kime verildiği, hayatta nelerle karşılaştığına dair en küçük bir ize dahi rastlanmaz.

Bu belirsizlik sonraki yıllarında Albert Einstein’ı belli ki rahatsız eder ve ikinci eşi Elsa’nın ilk evliliğinden olan iki kızını bağrına basar.

Peki ya mektuplar?

Bu içsel rahatsızlık ünlü dehanın mektup yazarak içini dökmesine sebep olur. Vasiyeti gereği yazdığı 1400 mektup ilk kızına bırakılır. Tüm şüphe ve belirsizliklere rağmen babası belki de içten içe kızının yaşadığına inanır ve ona içini dökerek kendini ifade etmeye çalışır.

Bu konuda tam bir açıklık olmadığı, kayıtlı belgelere ulaşılamadığı için yıllar içinde bu sırla ilgili pek çok yorum yapılır elbette.

Tarihçilere göre esas neden; Lieserl’in 1902 yılında evlilik dışı olarak doğumu ve bu tarihten tam bir yıl sonra, olabilecek skandalı önlemek amacıyla aniden tarihi kayıtlardan kaybolmasıdır.

Bu nedenle 1986 yılına gelene kadar kimse onun varlığından haberdar olmaz.

Bu tarihte Albert Einstein'ın biyografi yazarları, ilk eşi ile arasındaki onlarca yıllık kişisel mektupları bulunca; ilk kızının varlığını keşfeder.

Mektuplara göre; Albert Einstein, kızı Lieserl'i hiç göremez. Onu hep sevgiyle anar ve merakla bekler. Ancak sevdiği kadın Mileva İsviçre'ye yanına geri döndüğünde, onu Sırbistan'daki ailesiyle bırakır. Kesin olmamakla birlikte bazı kaynaklar, Mileva'nın yakın arkadaşlarından birinin Lieserl'e baktığını söyler.

Gelelim mektuplara.

1400 adet mektup Albert Einstein’in ölümünden tam 20 yıl sonra açılmak şartıyla; üniversiteye bağışlanır.

Sonunda vasiyet yerine getirilir ve mektubun açılacağı tarih gelir.

İşte SEVGİyi kendi üslubuyla anlatan, hepimize ders niteliğindeki o satırlar. Orijinal haliyle paylaşmayı uygun gördüm. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

29.10.2024

 

 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...