21 Ağustos 2010 Cumartesi

UMUTSUZLUĞUN UMUDU OLSAYDI



Umutsuzluğun en dibe vurduğu anlar vardır hani. Öylesine karanlık, öylesine iç acıtıcı, öylesine sancılı. Sanki tüm dünya bir anda kopkoyu bir karanlığa gömülmüştür, sanki herkes sizden elini eteğini çekmiştir, sanki siz o noktada her şeyinizi kaybetmişsinizdir, yaşama sevincinizi, gülümsemenizi hatta yaşama çoşkunuzu. Hayatın güzelliklerini görmez olur gözleriniz çünkü öylesine bitkin, öylesine hırpalanmıştır ruhunuz. Beden yarası olsa günlerce kanayacak kadar derindir yaralarınız. Dış görünümünüz hiçbir şeyiniz yokmuş gibi dursa da içinizde esen fırtınalar her şeyi yıkıp geçmiştir işte.

Beyninize hücum eden onlarca, yüzlerce soruya cevap aramaktan uykularınız üç beş nöbetleri ile bölünür sık sık. Çünkü sorular bitmez; kendi iç sesinizle yine kendinize sorduğunuz her bir soru sizi daha çok endişeye sevk eder sanki. Çoğu cevapsız sorularınız sizden bir parça alıp götürmektedir adeta.

Eski günlerinizdeki o en sıradan halinize bile duyduğunuz özlem var ya o özlem; sizin tek umudunuzdur aslında. O zamanlar değerini bilemediğiniz, çocukça şımarıklıklarla daha fazlasını istediğiniz için surat astığınız, sıkıldığınız o en basit günlerinizin bile tekrar geriye gelmesi için neler vermezdiniz, öyle değil mi? Şimdi, şu anda o günlere dönseniz nasıl da mutlu olurdunuz, nasıl da neşeyle etrafa gülümserdiniz. Hayatın aslında her daim ne kadar anlamlı ve ne kadar güzel olduğunun farkına varırdınız; tereddütsüz her nefes alışınızda.

Ah … keşke, keşke o günler gelse, gelse de siz kıymetini bilmeden yaşadığınız her anın değerini kat be kat verebilseniz. Ama hayır, yok işte. Giden gelmiyor; yaşanan dakikaları, yitirilen günleri, kaybedilen seneleri geri getirmeye kimselerin gücü yetmiyor. Ne vardı o anlarımızın değerini bilseydik, ne vardı her şey yolundayken, tüm rahatımız yerindeyken, sağlıkla nefes alırken azla yetinmenin mutluluğuna varabilseydik. Ne vardı sevdiğimiz yanı başımızdayken ona bir iki sevgi sözcüğü daha edebilsek, gönlünü kırmak yerine birkaç kez daha fazla sarılabilseydik. Ne vardı çocuklarımızla beraberken onlarla ne kadar gurur duyduğumuzu söyleyebilsek; her işimizi erteleyip büyümelerine daha fazla tanıklık edebilseydik.

Kaybetmeden, yitirmeden sağlığımızı, sevdiğimizi, canımızı, cananımızı elimizdeyken kıymetini bilseydik; onlarla ne kadar mutlu olduğumuzu fazlasıyla gösterebilseydik.
Ah … ne vardı.

Şimdi yaptıklarımızın cezasını çeker gibi sorularla boğuşuyor olmazdık besbelli. O sorular ki her biri içimizde bir başka sorunun zeminini hazırlar gibi bitmek bilmiyor bir türlü. Aklımıza binlercesi hücum ediyor bir anda;”nasıllar, nedenler?” o kadar çok ki… hele hele “neden ben ?” sorusu…işte bu soru hepsinden daha fazla yakıyor canımızı. Özellikle kendi iç dünyamızdan çıkıp bakışlarımızı etrafa çevirdiğimizde; çevremizdeki her şeyin, herkesin aslında yerli yerinde durduğunu gördüğümüzde kısacası hayatın diğerleri için eskisi gibi devam ettiğini anladığımızda içimiz daha bir sızlıyor derinden derinden.

“Neden ben?” diyoruz sürekli. Neden ben hastalandım, neden ben terk edildim, neden ben yenildim, neden ben mutsuzum, neden ben sürekli ağlıyorum?

Neden?

Neden?

Hep başkalarının başına geleceğini, bizim ise uzaktan yakından ilgimizin olmayacağını sandığımız o olaylarla birebir karşılaştığımızda “neden ben” soruları tabiri caizse ayyuka çıkıyor bir anda. İnsan yapısı gereği kabullenemiyor. İçinden isyan ediyor her şeye , herkese. İsyanı gözlerinden çakmak çakmak yansıyor tüm çevresine. Ama nereye kadar… bir süre geçmesi gerekiyor böyle zamanlarda, uzun ya da kısa ama mutlaka bir süre geçmeli.Çünkü zaman gerçekten de en iyi ilaç yaralarımıza. Tamamen kapatmasa da en azından kabuk bağlamasını sağlıyor. Ve böylece ilk başlarda asla kabullenemeyeceğini sananlar bile bir süre sonra kabullenmekten, boyun eğmekten başka yolları olmadığını anlıyor.

Sonrası… sonrası oldukça zor. Ya her şeye evet her şeye rağmen mücadele etmek, önce kendi iç sesini ve acizliğini bastırmak, ayaklarının üzerinde daha bir sağlam durarak yaşama yeniden dört elle sarılmak gerekiyor ya da hayata küsüp kendi kabuğumuza çekilmek…

Karar bizim, yine bir yol ayırımı önümüzdeki. Ya kendimizi zorlayacak, mücadeleden başarıyla çıkmanın yollarını arayacak, bir anlamda umutsuzluğumuzu umuda çevireceğiz. Ya da sahip olduğumuz bu en değerli hediyeyi elimizin tersiyle bir kenara itip, umutsuzluğumuzun gölgesinde yok olup gideceğiz.

Seçim sizin. Ben ilkini seçmekten yanayım; başarabildiğim ölçüde AMA her koşulda, her zaman ve daima.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.01.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...