21 Aralık 2013 Cumartesi

KIZGIN BİR ÇELİK TAVA KIVAMINDAYIM…

Hani çok bildiğimiz bir tabir vardır uzmanların öğütlediği. ‘’Teflon tava gibi olacaksın, dertleri üzüntüleri ve varsa kaygıları üzerine yapıştırmadan kurtulacaksın. ‘’ Bırakın bu tabirin yakınından geçmeyi; gün geliyor insan kendisini kızgın çelik bir tava gibi hissedebiliyor. Ve üzerinize ne düşerse yapışıp kalıyor. Kazınsa dahi derin izleri hiç silinmiyor.

Nereden mi geldi aklıma? Kızgınlıklarımızla ilgi düşünürken.  Hal böyle olunca duygu harmanımızı eşelemek istedim. Bakalım bu sefer hangi yakıcı duygumuz, bize nasıl oyunlar oynuyor? Yine uzmanların satırlarından yola çıkmakta fayda var elbette.
Artık pek çoğumuz biliyoruz ki, ne düşünürsek, nasıl davranırsak aynısını kendimiz yaşıyoruz. Kızgın ve çelik tava kıvamına geldiğimizde ise zararın büyük bir kısmı yine kendimize. Teflon tava kıvamında olmayı başarmak bir mucize mi peki? Elbette değil. Düşünsenize üstelik o kuvvetli yapının üzerine çekilecek teflon katı ile neler başarabileceğimizi.

Bunun ilk adımı kendimizin nerede olduğunu görmek. Olumlu olumsuz yanlarımızla yüzleşmek. Sevmek ve affetmek. Önce kendimizi. Sonra da etrafımızdakileri. Ancak bu şekilde hafifleyebiliriz. Kendi enerjimizin farkına varıp hayallerimize sarılabiliriz. Sırtımızda affedemediğimiz olay ve kişilerin yükleriyle, hangi hayal balonunu uçurabiliriz ki sorarım size? Bir şekilde kaldırsak dahi bir süre sonra yere çakılacaklar tabiri yerindeyse.

Affedemediğimiz noktada başlıyor zaten kızgınlıklarımız. Önce kendimize sonra başkalarına. Söylemediğimiz cümleler içimizde kabarıp çoşarken biz kızdıkça kızıyoruz hayata. Bilmiyoruz ki bu arada üzerimize serpilen sevgi damlaları buhar olup uçuyor. Belki bir belki iki damlayla ateşimiz sönecekken ve onlar sayesinde akışa katılacakken ama hayır. Biz kızgın olmayı seçiyoruz. Neden peki? Hayatın zorlukları mı? Çektiğimiz dertler mi? Elbette herkesin yükü kendine ağır. Ama bizler hayata küstükçe, o minicik sevgi damlalarını görmezden geldikçe nasıl durulacağız ki?

SEVGİ her şeyin en güzel ilacı demiyor muyuz her daim? Gün olur bir satırda buluruz o nadide damlaları, gün olur bir arkadaşımızın gözlerinde. Belki gülümseyen bir çocuğun masum yüzünde. Belki ansızın çalan bir telefonun sesinde. Belki de hiç beklemediğimiz anda geliveren bir mailde. Ama görebilmek, hissedebilmek için kızgınlıktan arınmak gerekiyor, diğer olumsuz duygularda olduğu gibi.

Anlıyorum sizi, incindiniz. Ruhunuz yaralandı bir kez. Ve siz de kızgınlıkla karşıladınız yaşadıklarınızı. ‘Ben karşımdakine böyle davranmadım ve bunu hiç hak etmedim’ diyorsunuz belki de iç sesinizle. Hepsi kabul. Haklısınız da. Hepimiz aynısını yapıyoruz zaten. Üstelik uzmanlar; kızgınlık duygusu dozunda ve yerinde kullanılırsa sınırlarımızı belirleme de yardımcı olduğunu dahi söylüyor. Ancak gurur yapıp,  öfkeye, hiddete dönüştürmek ve daha da fenası içimizde biriktirmek felaketimiz gibi adeta.

Yapılacak ilk şey ne peki? Kızgın olduğumuzu kabul etmek. İtiraf edelim ki; bu kabullenişte bile ne denli zorlandığımız ortada. Ama deneyeceğiz başka çaremiz yok. Ardından uygun zaman ve yerde bunu karşımızdakine doğrudan belli etmek. Açık açık konuşmak en iyisi. Elbette zarafetle, bize yakışan şekliyle.

Tıpkı ünlü Yunan düşünür Aristo’nun dediği gibi;
 “Kızgınlığı doğru kişiye, doğru zamanda, doğru ölçüde, doğru yolla doğrudan ifade etmek gerekir.”

Sırada kendimizi suçlamaya başlamadan rahatlamaya çalışmak var. Kendimize iyi gelecek herhangi bir yöntemle. Bunu en iyi kendimiz deneyerek öğrenebiliriz. Önemli olan o baskıyı üzerimizden atmak. Kızgın tava olmadan serinlemeye çalışmak. İşte bu noktada o sevgi damlacıklarını dört gözle aramak. Fark ettiğimiz noktada gülümsemek, ses vermek, uzatılan eli tutmak için çaba göstermek. Hepsi damlaların sayısını artırmak adına.

Her zaman derim; gerçekten de kızdığımız da elimize hiçbir şey geçmiyor. Sadece kendimizi yiyip bitiriyoruz o kadar. Enerjimiz azalıyor. Hayat daha çekilmez görünüyor gözümüze. Ve biliyor musunuz kızgınlıklarımızın temelinde yatan gerçek sebebi? Korkularımız. Uzmanlar böyle diyor. Özellikle de suçlanma ya da güçsüzlük korkusu bunun başlıca sebebiymiş.

Ben kızgınlığımızı sıcak çelik tavaya benzetmiştim. Bakın Avustralya yerlileri Aborjinler neye benzetiyor? "Bir Çift Yürek" kitabının yazarı Amerikalı ünlü kadın yazar ve metafizikçi Marlo Morgan’ın satırlarıyla.

‘’Bir kimse kızdığı zaman, yaşam enerjisi; su gibi akmak yerine, her iki tarafa itilir ve keskin uçlu bir hale gelir. Bu, bedenin içine girer ve organlara zarar verir. Kızgınlık aynı, bedende yara açan ve çıkarılması zor bir mızrak gibidir. Gücenmenin de uçları sivridir ama onunkilerin uçlarında bir diken vardır. İnsanın içine saplanıp daha uzun süre orada kalır. Zaman bir dairedir. Bizim ilişkilerimiz de. Bizler yaşamın ilk yıllarında her bir daireyi (ilişkiyi) kapatmanın önemini öğrendik. Eğer bir anlaşmazlık varsa biz bu çözümlenene kadar uyanık kalırız. Yarın ya da ileri ki bir tarihte çözüm bulmayı umarak gidip uyumayız. Çünkü bu, daireyi uçları kırılabilir bir halde açık bırakmak olur. Eğer yüreğinde başka insanlara karşı kötü duygularla yürüyüp gidersen; bu yaşamının başka anlarında yinelenecektir. Bir kez değil, dersini alana dek defalarca acı çekersin. İncelemek, öğrenmek, olanlardan ders almak ve huzur içinde yürüyüp gitmek en iyisidir."

Öyle güzel özetlenmiş ki yapmamız ve yapmamamız gerekenler. Bile bile kendi bedenimize hasarlar veriyoruz aslında. Unutmadıkça, affetmedikçe de o hasarlar hiç kaybolmuyor. Öyle değil mi? Biraz cesaret, biraz özveri; SEVGİnin bir damladan binlerce damlaya dönüşmesi demek. Önce içimizde çoğalsın bu damlalar. Sonra da etrafımıza dağıtalım cömertçe. Ruhumuz ışıl ışıl olsun.

Amerikalı bir bilim kadını ve aynı zamanda psikoterapist olan Barbara Ann Brennan; kendimizi iyileştirebilecek tek kişinin yine kendimiz olduğunu belirtir her yazısında. Ve böylece güçleneceğimizi vurgular. Yazılarından çıkardığım ana hatları paylaşmak isterim.

Değişime hazırlanmak,
Korkmayı bırakmak,
Hayal ettiklerimize ve özlemlerimize yoğunlaşmak,
Hayatın zorluklarını(acı, hastalık, sorunlar) bir vesile gibi kabul etmek,
Cesaretle ruhumuzun ışığını ortaya çıkarmak,

Önce kendimizi mutlu etmeye çalışmak ve sonra etrafımızdakilere yaymak.
Başta biraz zorlayıcı gibi dursa da aslında hepsini biliyoruz. Biliyoruz ama yapmıyoruz ya da yapamıyoruz. Neden mi? Çünkü kalbimizin, ruhumuzun kilitlerini açamıyoruz. O kilitlerin ardında yaşamayı, yaşamak zannediyoruz. Belki deniyoruz kendi çapımızda. Ama bir kez olmayınca hemen küsüyoruz hayata, hatta kendimize. Böyle yaptığımızda sadece zamanı öldürdüğümüzün farkına varamıyoruz. Üstelik yaşamın güzellikleri bizim bu aheste takılmalarımızı beklemiyor. Saatler günler aylar birbirini kovalıyor. Bunu hiç unutmamak gerek.

Ama olsun belki vakit ŞİMDİ gelmiştir. Belki doğru zaman sizin için, benim için, bizler için ŞİMDİKİ zamandır. Hiçbir adım için geç değil. Yeter ki kalben inanalım. Ve ilk adımı sevgiyle atalım. Olmaz mı?

Gelin son sözlerimizi M.Ö. 2000’li yıllarda yazılmış bir Hitit duvar yazısında yer alan duaya verelim. ‘’Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, ikisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ver!’’

Ben inanıyorum hepimizde bu özellikler var. Cesaretle değişebilir, sabırla dayanabilir, akılla hayatın zorlu kulvarlarındaki koşuda neyin ne olduğunu net bir şekilde fark edebiliriz. Işıltısı göz kamaştıracak bir ruh mu? Yoksa yer yer lekeler içinde kalmış hatta dibi aşınmaya yüz tutmuş kızgın bir çelik tava olmak mı? Tercih sadece BİZİM KENDİMİZİN.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.11.2013


1 yorum:

  1. Eline kalemine sağlık arkadaşım.Ruhunun derinlerindeki sevgi enerjinle hep sevgiyle kal.MERYEM NKL

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...