İşte ‘’Çizgili Pijamalı
Çocuk’’ da böylesi bir film.
Orijinal ismi ‘’The Boy in the Striped
Pajamas.’’
2008 İngiliz yapımı.
En iyi kadın oyuncu dalında Britanya Bağımsız Film Ödülü’nü
almış.
Romanı çocuk kitapları
kategorisinde; ama bence biz büyüklerin de okuması gerekli.
İrlandalı yazar
John BOYNE kaleme almış. İyi ki de almış. Bizlere öyle bir bakış açısı sunmuş
ki; film bittiğinde ‘’Bu kadarı da olmaz.’’ diyorsunuz. Yayınlandığında tüm
dünyada ses getiren ve tartışmalar yaratan kitap, 5 milyondan fazla satmış.
Öykü geçmiş yıllara ait.
İkinci Dünya Savaşı’nda
Yahudi toplama kamplarında yaşanan acımasızlıklar çarpıcı bir dille aktarılmış.
Hüzünlü ve buruk bir tadı var. İçinizde romanı okuyanlar olduğu gibi, filmi
sinemada seyretme şansını yakalamış olanlar da vardır mutlaka.
Konusu, oyunculuk ve müziği
hepsi tam bir bütün oluşturuyor. Ama hepsinden öte öyle derin bir bakış açısı
yakalanmış ki. Farklı yollardan benzer deneyimler yaşayan iki küçük oğlan
çocuğunun gözlerinden hayatı sorgulama şansı veriliyor size.
Filmi adeta soluksuz
izlerken, sevgisiz geçen günlerinize yanıyorsunuz. Yetişkin olmanızdan hicap duyuyorsunuz. Çünkü
karşınızda sevgisizliği anlayamayan, ırk ayırımı yapmayı bilemeyen iki çocuk
var. Savaş, işkence, ölüm onların tertemiz ruhlarından o kadar uzak ki.
Film bittiğinde ilk ne
düşündüm biliyor musunuz? Çocuk ruhuna sevgisizlik yasak olmalı. Çünkü dünya üzerindeki
tüm çocuklar son derece saf ve masum. O minicik yürekleri ise alabildiğine
sevgi dolu.
Ama bizler ilerleyen
zaman dilimlerinde ne yapıyoruz? Sıcacık kalplerini bir şekilde soğutmanın
yollarını buluyoruz. Onlara ayna olduğumuzu her defasında unutup; emir
kipleriyle yaşamlarını şekillendirmeye çalışıyoruz. Var olan kalıpların içine,
yara alacaklarını bile bile sokuyoruz. Kendi kendimize kurduğumuz kerpeten
misali kuralları uygulamalarını istiyor; sorularını duymazdan geliyoruz. Dinlemiyoruz.
Korkularını, endişelerini göremiyoruz. Sadece nasihat veriyoruz. Kendimizin
bile yeri gelip zorla inandığı değerlere, sorgusuz sualsiz baş eğmelerini
bekliyoruz. Sonuç mu?
Maalesef bugün
geldiğimiz nokta. Birbirini anlamak istemeyen, sevmeyen, birbirlerinin
varlıklarından dahi rahatsız olan bir toplum. Oysa ki hepimiz bir can
taşıyoruz. Ve hepimizin su kadar, yemek kadar SEVGİYE ihtiyacı var. Her şeyin
üstesinden gelecek tek merhem o. Ne kadar çok olursa o kadar iyi üstelik. Çünkü
fazlası zararlı olmayan yegane güç. Paylaşıldıkça azalmayan, aksine çoğalan bir
tılsım.
Şimdi gelelim bana bu
yazıyı yazdıran filmin konusuna. Çarpıcı öyküyü çok beğeneceğinizden eminim.
İkinci Dünya Savaşı’nın
o acımasız yılları. Hayat iki küçük çocuğu zor bir şart altında karşı karşıya
getiriyor. Tam da dikenli çitlerin önünde. Öykü; babası bir Nazi askeri olan Bruno
ile Auschwitz Yahudi toplama kampında mahkum Shumel’in arasında geçiyor.
Duygusallık hat safhada.
Babalarının tayini
Polonya’ya çıkan aile gittikleri yerin ne menem bir yer olduğundan habersiz. Üstelik
o ünlü yok etme kampına bitişik bir evde yaşayacaklarını babaları dışında kimse
bilmiyor. Zaman zaman iki büyük bacadan çıkan tuhaf dumana ve kokuya da bir
anlam veremiyorlar haliyle.
Arkadaşlarının hepsini
geride bırakan Bruno, günlerini evin içinde ya da ön bahçede geçiriyor. Arka
bahçeye geçmesi bile yasak. Çünkü kamp o tarafta. Haliyle yasaklı yere olan
merakı artıyor küçük kahramanın. Görebildiği minicik pencereden kampı gözetlerken;
orada yaşayanları incelemeye başlıyor. Herkesin çizgili pijamalarıyla dolaşmasına,
numaralandırılmasına ise bir anlam veremiyor. Soruları hep yanıtsız kalıyor. Yaşananların
bir oyundan ibaret olduğunu düşünüyor masum kalbiyle.
Günlerden bir gün evden kimseye
görünmeden nasıl çıkacağını keşfediyor. O çok merak ettiği kampın tel örgülerinin
önüne kadar gidiyor. Orada kendi yaşındaki Shumel ile tanışıyor. Arkadaş oluyorlar.
Aralarındaki tel örgüye inat, hayatı paylaşıyorlar. Dertleşiyorlar. Her ikisi
de yaşadıklarının nedenini tam olarak kestiremiyor. Arkadaşının aç olduğunu öğrendiğinde
ona sürekli yiyecek taşırken; yardımlaşmanın en güzel örneklerini veriyor. Çocuk
kafası tam olarak Shumel’in neden orada olduğunu anlamasa da; yalnızlığını
onunla unutuyor.
Zaman zaman oradaki
tutuklular kamp komutanının evinde hizmetli olarak görevlendiriliyor. Yine
böyle bir zamanda arkadaşına kendi evinde rastlayan Bruno çok seviniyor. Onunla
sohbet ederken masadaki pastalardan ikram ediyor. Büyük bir iştahla pastasından
kocaman ısırıklar alan Shumel’i sevgiyle seyrediyor. Ancak bu tatlı ikili
askerler tarafından yakalanıyor.
Bruno, orada belki de
hayatının ilk yalanını söylüyor. Arkadaşına pastayı kendi elleriyle verdiğini
saklıyor. Kısa sürede hatasını anlayıp gözyaşlarıyla geri dönüyor, ama ne çare?
O kısacık sürede tek arkadaşı evden sürüklenerek uzaklaştırılıyor. Ondan
sonraki günleri tel örgünün yanında Shumel’i beklemekle geçiyor. Her geçen gün
artan ve içini acıtan pişmanlığı ile. Ve her yeni gün; umutla gittiği yerden üzgün
olarak evine geri dönüyor. (öykünün devamı ve çarpıcı sonu 2/2’de)
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
19.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder